26 Kasım 2019 Salı

Smultronstallet (Yaban Çilekleri) Üzerine

İnsanın sonsuz döngüselliği, varoluş ve özü hakkındaki varsayımlar yıllardır süregelen bir bilinmeyen olarak kalmıştır ve bireysel varoluşların yaşam diyalektiği içinde, öz sorunsal olarak yadsımaya devam etmiştir. Birçok anlayışın temsilcisi varlık ilkesine yeni bir parantez açsa da; sözsel, akılsal ve düşünsel birer ilke olarak kalmaya devam etmiştir. İnsan doğasında birbirine benzer varoluş yasaları ezeli ya da ebedi belli bir amaca ulaşmada sarsılmaz ve hedefsiz olarak kalmıştır. İnsanın kendi varlığıyla kuramadığı bağlantı açıklanamaz bir anlayış olarak devam etmektedir. Sofistik merkezli felsefe anlayışında bütün varoluşların ölçüsü insan olarak algılanmıştır. Sofistik düşünürlerin en farklısı olan Sokrates varlıkta bilginin her türlü imkanına inanırken, insan varlığına dair her türlü bilginin insan ruhunda saklı olduğunu savunmuştur. İnsan varlığına ve hiçliğine kapanmaz parantezler açan Sartre aşkınlık ve olgusallık üzerine geçiş kavramında epey durmuştur. İnsan varlığındaki ayrıştırma kavramını sahte bile olsa, bir varoluş kazanabilmek için silinip gitme sürecinde olan varlığın kendini aldatmasının anti tezi olan içtenlik fikrinin insan varlığındaki önemine değinmiştir.

İnsanın kendi varlığına olan merakı kasvetli bir topluluktur belki de. Kendi varlığından yola çıkarak tümtanrıcılığın bütün imkanlarını kendi hayatına serimleyen insan, yanıbaşındaki tehlikenin; yani bir başka varlığın içine sığınmak ister. Kendi varlığını kurgulamada organik bir dinamiği vardır kişinin. Bu sistematik tanrıcılık soyutlamalarıyla şekillenir. Hayatı boyunca her yerde iyi ve kötü idesinin yaşamını yol gösterici bir bakış açısı gibi tanımlar. Felsefede bunu derinlerde bir sorun olarak ortaya koyan iki düşünür Platon ve Kant'tır. İnsan kendi varlığının manasını ararken ahlak ve dini bir çeşit aracı olarak kullanır. Ahlakı algılamanın araçlarından bir yol olan din, felsefenin aksine insan varlığını daha mistik bir galaksiye sürükler. Varlığın manasını ararken aynı anda iyinin ve ahlakın irdelenmesi; dolaylı ve can sıkıcı bir ılımlılıkla da olsa bütün yüzyılların barbarlığını liberal, hümanist tesellilerin insanlık dışı darbelerle yok oluşunu gösterir.

Ben merkez bir eksenin çevresinde dönen insan; varlığının manasını ararken taradığı her alanda sonsuz ve farklı bir ufka doğru yol alır. Etik aydınlanmanın birincil araçlarından olan felsefe "yaşantıların netliği" ve "kavramların doğruluğu" arayışında yine bunu açar. İnsan bedensel yaşantısının gündelik olgularına sürekli başvurarak desteklenen etik idealizmden oluşan aurasıyla; felsefi iklimlere malzeme olmuştur.  Varoluşçuluğun, gerçek dünyayla bağlantısının derin anlamda düzmece bir şey olduğunu en sonunda yine hisseder. Varoluş; ontoloji ve bilinç modeli bir takım soyutlamalardan, dogmatik tükeniş mitolojilerinden ibarettir. Mistisizm ve mantık arasındaki zıtlığı insan yaşamında köksalmışlık ve ölümden sonra yaşamın olduğuna dair sezgileri arasında da vardır. Heidegger klasik felsefe geleneği olarak adlandırdığı varlık ve varlığın üstünün örtülmesini kriz olarak görür. Bu kriz felsefenin Platon ve Aristotales çizgisinden beri gelen ve Descartes'in Kartezyan düşüncesiyle temellerini sağlamlaştıran bir gelenek olarak Alman idealistleriyle doruk noktasına ulaşmıştır. Bu krizde gelen son noktada da aşkın, varlığın (transendent) ilan edilimi ve zamanın varlıktan soyutlanması insanın varlıkla arasındaki bağın koparılışına neden olduğu gibi varlıkla insan arasındaki bağın da koparılışına sebebiyet vermiştir. Bu koparılışla varlık zamandan yoksun kılınmış zaman ise ontik alanla kurulu bir mahal olarak anlaşılmıştır. 

Evrenin tamamını ya da insanın varoluş amaçlarının ne olduğunu anlamamıza aracılık eden ve yaşanan bu büyük kafa karışıklığının altında, insanın kendi hakkındaki yanılgısını anlatan bir yapımdan söz edeceğim. Ingar Bergman tarafından yönetilen, 1957 yapımı Yaban Çilekleri. Öncelikle Bergman'ın bütün filmleri gibi ruhun köşelerini esneten bir yapım olmuş. Sanatın bütün seslerini susturarak imgelerle varlığa olan soruyu bir köprü olarak kullanıp, dolayısıyla kuşkulu ve karanlık bir noktada bağımsız bir bilinçaltı akımı yapmış. Duygu ve istek yaratıcılığı üzerinden giden Bergman, duygulanma sonucu eser verme halini göstermiş bize. Müspet ilimler ve buluşlarla sanatın gerektirdiği saf isteğe karşılık bizi uzunca bir düşünce, tasarı ve işin sistematik methodları açısından sezi ve ilham kaynağı aramaya yönlendiriyor. İlhamı sanatta her şeyin başı olarak tanımlayan Lessing'in izinden giden Bergman güdümlü sanat ideolojisini serimliyor. Çapraşık ve dolambaçlı telkinler yerine sezi ve ilhamı ön planda tutarak bugün bile aktüel değerinden hiçbir şey kaybetmeyecek bir eser meydana getirmiş.

Filmin baş karakteri Prof. Ishak kendi dışında olmaklığın ölüm korkusunun çemberinde bir yolculuğa çıkar. Sürrealist akımın öncüleri gibi bilinç dışının düşsel dünyaya yönelme, açık düşlerin gizli dünyasını dile getirme, objelerin ve biçimlerin gerçekliği ve tanınabilmesini esas alan Bergman bolca rüyalara yer vermiş. Film boyunca Ishak'ın rüya içinde rüya gördüğünü izleriz. Sürrealist akım edebiyatçıları ise, insanın bilinçaltını çevreleyen, gizli dünyalarının bulunduğu yerler için, orada hipnotik uyku yaparken geçirerek çağrışımlarla gördükleri rüyaları uykulu iken söylemiş ve bunların içinde, uyanıkken yazdıklarında ancak hiçbir baskı ve etki altında kalmadan, sıkılma, utanma gibi duygulara yer vermeden, hatta duyguları bölen noktalama konusunda dahi kullanmadan otomatik metinlerle birleştirmişlerdir.

Ishak rüyasında yıkık dökük binalarla çevrili bir sokakta yürür. Rüyasında bir saat görür. Akrep ve yelkovanı yoktur. Bergman burada tüketilişin soyutluluğuna girerek insan varlığını hergünkülükten çıkarıp zamanla yüzleştiriyor. Varlıktan hiçliğe bir geçiş akımı sağlıyor. Kayıtsızlık olarak noktasallığın aşılması ve felç olmuşluğun durağanlığı içinde olumsuzlamanın olumsuzlamasını irdeliyor. Bu tefsire göre zaman kavramını "görüsel oluş" olarak bakış açımıza sunuyor. Akrepsiz ve yelkovansız bir saatin karşısında ölümle yüzleşen Ishak aynı anda kendi silüetini ölü olarak görüyor. Rüyada ölümün bilinmezliğini; dolayısıyla kayıtsızlığın noktasallığı olarak vurgulamış Bergman. Zamansallık yorumunu, ilkece alalede zaman kavramını Ishak'ın ufku dışında, tüm soyut ve duyusal dengesini ve zamana dahil oluşunun olanağını; zaman ve onun özüyle insan varlığının adeta içine alabilmesini görüyoruz.


Kendisi için düzenlenen jübile törenine katılmak için Ishak, gelini Marianne ile yola çıkar. Ishak'ın yolda karşılaştığı gençlerle arasında geçen diyalog; tanrı, din ve ahlak olgularına dokunuyor. Filmde daha çok Bergman, Sartre'nin Bulantı kitabına sadık kalmış. Ishak karakteri Bulantı'nın ana karakteriyle, gelini Marianne, ve yardımcısı Agda Bulantı'da geçen Otodidakt ve Françoise karakterleriyle eşleşiyor. Kitabı okuyanlar esinlenmeyi direkt fark edeceklerdir. Gençlerden Sara karakteri Ishak'a geçmişini hatırlatır. Aşık olduğu kadının, abisini seçmesi ve onunla evlenmesi Ishak'ın derinliğidir. Yolda karşılaştığı Sara karakteri de iki erkek arasında kalmıştır. Sara, papaz ve doktor arasında bir seçim yapmak durumundadır. Papazın ahlaklı ve duygusal biri olduğunu ama doktorun zengin biri olduğunu ve onu seçeceğini söyler. Ishak geçmişi hatırlayarak aşık olduğu kadın Sara, çocukluğu ve yaban çilekleri arasında tekrar gerçekle rüyanın arasında gider gelir. Modernizm vurgusu yapan Bergman bu iki kuşak arasında ince zekasıyla heykeltraş bir geçiş yapmıştır. Filmde dikkat çeken diğer bir detaysa; genç olanların sürekli beyaz giyinmesi, orta yaş ve üzerinin siyah giyinmesidir. Burada yine Bergman ölüm ve sonrasıyla, varlık ve manası arasında renklerle bir bağ kurmuş adeta. Film şimdiki zaman, geçmiş zaman ve gelecek zaman arasında seküler bir şekilde ilerliyor.



Ishak'ın gençlerle yaptığı konuşmalarda tanrının varlığına değinirler. Gençlerin tanrı var mıdır, inanıyor musunuz sorusuna Ishak bir şiirle cevap verir.

"Kokladığım her çiçekte onu hissediyorum
Baktığım her yerde onu görüyorum."

Şiirin devamını gençler tamamlar. Bergman yine tümtanrıcılık üzerinden ilerleyerek serimlemiş konusunu. İki kuşak arasındaki bu tartışmanın şatavatsız bir yöntemi vardır aslında. Bu yöntem mantığa düşkün dalaverecilere uygulanınca başarı sağlar ama; bu grup içerisinde nesneler ve belirsizliklerden sıyrılıyor.

Sartre'nın Bulantı kitabında geçen "Heyecanlanıyor. Gövdem dinlene halinde bir ince makine sanki. Başımdan gerçekten serüvenler geçti. Ayrıntıları aklıma gelmiyor, ama olayların şaşmaz bir biçimde art arda gelişini unutmadım. Denizler aştım, ardımda denizler bıraktım, ırmakların kaynaklarına ulaşmaya çalıştım ya da ormanlara daldım ve görmediğim kentlere yöneliyordum hep. Kadınlarla yatıp kalktım, heriflerle dalaştım. Geriye dönmek elimden gelmiyordu. Bir plağın geri dönememesi gibi. Bütün bunlar beni nereye götürüyordu? Şu ana, müzikle kaynaşan şu aydınlık yuvarlığın içindeki şu bankete." bu sözleri  Ishak karakterine misyonlamış Bergman. Devam ettiği yolda yine kendisini bir rüyanın içinde bulan Ishak ödül almak için davet edildiği binada bir kürsünün yanına oturtulur. Bu bir sorguçtur ve Ishak'ı imtihan eder. Bir doktorun en temel görevi nedir diye soran sorguca Ishak yanıt vermez. Cevabın "af dilemek" olduğunu sorguç kendisi söyler ve cezasının yalnızlık olduğunu söyleyerek devam eder. Yalnızlığa vurgu yapan Bergman sesler ve şekiller arasında güçlü bir birlik kuran insanın çevresindeki nesneleri ne iseler ondan başka bir şey olduklarını kavramalarını Ishak'ın kürsü diyaloğunda anlatımlar. İnsan varlığının su gibi saydam soyut düşüncelerle benliğini temizlemesi yine serüven duygusuyla ortaya çıkmıştır. Ishak'ın yalnızlık ve varlığını sorgulama serüveninde; duyguların olaylardan gelmediği kanıtlanmış, ard arda geliş biçimine bağlı olarak zamanın akıp gittiği bir anın ötekine onun bir başkasına götürdüğü her anın kaybolup gittiği durdurmaya kalkmanın boş olduğunu hissedebiliyoruz. Durmadan sözü edilen zaman akışı; insan varlığının ihtiyarlayacağını düşündürür ama asla kabul ettirmez. Serüven duygusu burada meydana gelir. Buna zamanın çevrilmezliği diyoruz.

Ishak burada; kürsüde yine bir ilki görerek bilim karşısında çaresizliğe kapılır ve ne kadar eksik olduğunu anlar. Sorguç Ishak'a ölen eşini canlı olarak gösterir ve eşine gereken ilgiyi göstermediğini, yapması gereken görevlerini yapmadığını söyler. Ishak kendi varlığıyla ve bilinçaltıyla yüzleşir.

"Herkes hiçbir zaman ölmez, çünkü ölemez. Zira ölüm hep kendi ölümümdür ve sahih olarak ancak öne koşucu kapalılığı açma kararlılığı içinde varoluşa dair biçimde anlaşılabilir. Hiçbir zaman ölmeyen ve bitişe doğru varlığı yanlış anlayan herkes ölümden kaçışa karakteristik bir tefsir sağlar. "Bitişe daha çok zaman var" denilir. Buradaki zamana sahip olma kaybedilebilirlik anlamında kendini ortaya koyar. Bu zamanın sonluluğunu anlamak demek değildir." Bu sözleri Ishak üzerinden ölümle yüzleşme ve ölümün gerçekliği olarak aynalamıştır Bergman.

Alalede zaman yorumunun ana tezi olan zamanın sonsuz olduğu fikri dünya zamanının bu surette nasıl tesviye edilip örtüldüğünü böylelikle de esasen zamansallığın örtüldüğünü en çarpıcı biçimde ortaya koymuş Bergman. Dünyasallık, uzayıp giden bir yaşama isteği ve varlığa duyulan merak kendiliğinden anlaşılır olmanın dışına çıkarak kararsızlıkla her iki yola da sapmadan devam eder. Her türlü olası özneden çok daha öznel olan dünya zamanı fiilen var olmakta olan benliğin doğru biçimde anlaşılması ve gösterilebilmesi için imgeleri müstesna bir şimdileştirme aracılığıyla serimlemiş Bergman. Soyut düşünceler üzerinden devam eden Bergman filmin devamında daha çok dünyevilik ve tanrıcılık üzerinden gitmiş. İnsanın yaşamasının sadece bir görev olduğunu, ölümden sonra hayatın rüya içinde rüya bütünlemeleriyle serimleyen Bergman kaynağını gösteren bir belirtiyi işaret ediyor. Geçmiş varolan bir şey değildir, hem de hiç değildir. Ne eşyada, ne düşüncede ne de hayatta varoluşa bir niteliği olmadığını görüyoruz Ishak karakteri üzerinden. Hiçliği düşünmenin zorluğunu düşüncedeki bir imgeden, bir kuruntudan başka bir şey olmadığını görüyoruz. Bir hammaddeyi satmak zorunda kalıyoruz. Ne yapacağımızı bilmeden yani varoluşu, kendi varoluşumuzu veriyoruz.

Rüyadan uyanan Ishak gerçek dünyaya döner ve ödülünü alarak evine döner. Kesinliğin bir vurgusu olan kanaat duygusuyla geçmişi sorgulamasından hiçbir şey elde edemeyen Ishak, ölümün inkar edilemeyecek bir deneyim olgusu olduğunu kabul eder. Filmin ana hatlarını ölüm, ölüm korkusu, yalnızlık ve varoluş üzerine çizen Bergman belirsizliğin üzerini örterek kesinliğe isabet ediyor. Ölüm üzerine eylemsiz ve yorgun düşüncenin zincirlerini kuşanan Ishak başka sefere ötelediği ölümü genel bir kanaat referansı gibi göstererek; sonuç olarak herkes ölümün kesinliğinden yararlanır çizgisinde sabitliyor fikrini. Bergman filmin son sahnesinde Albert Camus'a selam vermiş. Yabancı kitabında Meursault, kendisiyle baş başa kaldıktan sonra, hapse girmeden önceki fikirleriyle, varlığını hissettikten sonra ortaya çıkan fikirlerini uzandığı yatakta mukayesse etmiştir. Kendi varlığının somutsallığını ortaya çıkardığında; topluma ait bir birey olduğunu ve hislerini aslında varoluşsal sorgulamalarla asla yok edemeyeceğini anlamıştır. Ishak da filmin sonunda yatağına uzandığında, geçmişinin şimdisiyle olan bağlantısını gördüğünde kendi varlığını daha somut bir biçimde hissetmiştir. Bu iki karakter arasında filolojik açıdan nesnel bir yoruma varmak ve pozitif bir bağlam sağlamak mümkün. Bergman bakış açısı çeşitliğiyle aktardığı üstü örtük olarak işlenen bir çok konuyu ortak bir paydada sergilemiş. Kültürlerde ve felsefelerde bulunan olanaklı tür, akım ve bakış açısı çeşitliliğini sinemada bize göstermiş. Filmin negatif işleviyse açıkça ifade edilemez ve dolaylı kalan ölümden sonra hayat var mı sorusunu hedef alıp cevabı sistematik bir vurguyla açık bırakmasıdır.








4 Kasım 2019 Pazartesi

Pİ filmi üzerine

imkansızlıkların içerisinde çekilmiş, dönemin şartlarına göre adeta şaheser sayılabilecek bir yapımdır. Filmin hikayesinden kısaca bahsedecek olursak; Max, borsa tahminleri üzerinden geçimini sağlayan bir matematikçidir. Kendisini dünyadan dışlamış, evindeki odasını büyük bilgisayarlarla yaşam alanı haline getirmiş, sosyopat sayılabilecek bir adamdır. Tek arkadaşı, daha doğrusu hocası olan Sol da tıpkı Max gibi uzun yıllarını matematiğe ve pi sayısına verdikten sonra inzivaya çekilmiş, go oyunu ve kitaplarla zaman öldürmekte olan bir dehadır. Max'in zoraki olarak görüştüğü kişi ise, gayet alımlı ve güzel bir kadın olan komşusu Devi'dir.

Max neredeyse nefes aldığı her an Pİ'nin sırrını çözmeye çalışır. Pİ sayısının 3,1415926535 şeklinde devam edip, virgülden sonraki hanelerin hiç bir düzene uymadan (irregular) ilerlediğinin sebebini araştırır. Max'a göre mutlaka bir nedeni ve formülize edilmiş bir yöntemi olmalıdır. Keza dostu ve hocası Sol, bunun için tam kırk yılını vermiş fakat bir sonuç elde edememiştir. Sırf bu yüzden, Max çoğu zaman Sol'a serzenişte bulunur.

Gelelim filmin anlattıkları ya da vermeye çalıştıklarına...

Max, Pİ'yi basit bir hobi ya da uğraş haline getirmekten çıkmış, bir obsesyon haline getirmiştir. Hayatın diğer alanlarına olan ilgisi, hayatın içerisinde süregelen yaşamsal faaliyetlerini önemsememekte, dikkatini sadece pi sayısına kanalize etmiştir. Uyumamak için sürekli kendisine adrenalin vermekte, ağrı kesici almaktadır. Duş dahi almamaktadır ki bu Sol'un dikkatini çeker. İşte filmin belki de anateması burada devreye girer.

Sol, Max'a Arşimet'i anlatır. Arşimet'in kral tarafından verilen bir buyrukla altınların saf olup olmadığını, herhangi bir altına karıştırılmış başka bir elementin olup olmadığını çözmesi gerekmektedir. Çözemediği taktirde başarısız ilan edileceği gibi belki de kellesinden olacaktır. Tüm zamanını buna harcar ve yorgun düşer. Arşimet'in eşi de artık kendisinden rahatsız olmaktadır. Arşimet bunu anlayınca gidip banyo yapmaya karar verir ve küvetin içine girer. Küvetin içine girdiğinde, küvetin üstünden giden suyun bedeninin suya dalan kısmına eşit olduğunu fark eder. (Hacim) Yani burada, altının içinde belli bir miktarda çözelti olup olmayacağını anlayabilecektir.. Arşimet'in burada "Buldum" diye bağırması, hikayenin en bilinen kısmı olsa da Sol'un, Max'e öğütlediği şey şuydu.

"Ara ver. Duş al."

Sol, Max'in saplantısını anlayıp ona üzülmüştü ve hatta artık ondan nefret etmeye başlamıştı. Yemeden, içmeden tüm yaşamını pi'ye adaması ve bir şey çıkaramaması ve hatta bir şey çıkaramayacağını bilmesi Sol'u deli ediyordu. Yani filmin aslında ilk anlattığı şeylerden biri de, obsesyonların insanı ne kadar da zavallı bir duruma düşüreceğiydi.

Max'in var sayımları; obsesyonlarının en önemli kaynağıydı. Peki bu varsayımları biz de Max gibi kabul etmeli miyiz? Bunun üzerinde biraz düşünelim.

Max'in üç temel varsayımı vardı.

1 - Matematik doğanın dilidir. Matematik sayesinde doğa anlaşılabilir.
2 - Etrafımızdaki her şey ancak sayılarla adlandırılabilir.
3 - Herhangi bir sistemdeki rakamları grafiklerle gösterirsek şekiller ortaya çıkar. Bu nedenle de doğanın her yerinde şekiller vardır.

Peki bu varsayımları ne derecede kabul etmeliyiz? Gerçekten de öyle midir? Matematik, belki de yaşamsal kaynaklarımızı hesap ederken dahi kullanmaya ihtiyaç duyduğumuz bir bilim; doğanın gerçekten de dili midir? Max'in varsayımına alternatif  olarak onlarca önerge üretebiliriz keza. Felsefeyi, kimyayı belki de edebiyatı matematiğin yerine koyabiliriz. Ya da, bunların hepsini birer bütün olarak görüp de, doğanın aslında tüm bilimlerin senteziyle anlaşılabileceği üzerine pek çok tezi ortaya koyabiliriz. Zira hepsinin hem kendi içerisinde, hem de evrende önemi büyüktür.

Doğanın dilini anlamak için biraz da ruhumuzu anlamamız gerekir belki de. Ruhumuzu hissedebilmek için de bize biraz görsel ve işitsel sanatları anlamak, onlarla haşır neşir olmak gerekir. Kendi ruhunun varlığını, kısaca kendi varlığını anlamak için çaba gösteren bir insan doğanın ona neler söylediğini de anlayabilir. İşin duygusal boyutu bir yana, gerçekten de edebiyatla uğraşan bir insan; kahvesini ya da içkisini alıp ağaçlara, ormanlara, platolara baktığında doğayla konuşmaz mı? Gerçekten de söyleyecek bir şeyleri olur. Matematik bilim olarak oluşturduğu her santimle, yer çekimi hızıyla, lavların yanardağdan fışkırıp kayaları eritme süresiyle ilgilenedursun; fiziki oluşumlardan ibaret bir doğa yoktur aslında. Doğanın, toprak ananın muhakkak bize söylediği başka şeyler de vardır. Belki de matematik doğanın sadece başlangıcıdır. Devamında ise başka bilimleri ya da sanatsal aktiviteleri öğrenmek gerekir doğanın dilini anlayabilmek için.

Max, ikinci varsayımında ise etrafımızdaki her şeyin sayılarla adlandırılabileceğini savunur. Bu konuda elinde oldukça fazla veri ve hatta kanıt vardır. Alfabe, yürüdüğümüz yollar, yaşadığımız binalar, insanların yaşam süreleri ve daha pek çok şey. Konuşabilmemiz adına ses tellerimizin dahi belli bir matematiksel düzlemde, belli kalınlıkta olması gerekmektedir. Ses tellerimizin birinin felç olduğunu düşünürsek sesimiz incelir ve belki de bir süre sonra konuşma yetimizi dahi yitiririz. Keza; ses telimizden biri olması gerekenden bir cm daha incelirse bunlarla karşılaşırız. Bunun ölçümü de yine matematiktir.

Ölçüm dediğimiz kavram dahi matematik kavramıdır!

Yine filmden yola çıkarsak; Max'in kaçırdığı bazı noktalar vardır. Örneğin bazı şeyleri matematikle ifade edemeyiz. Örneğin hislerimizi. Bastırmış olduğumuz, görmezden geldiğimiz hemen her şey bir şekilde bilinçaltımıza iner. Bunu matematikle açıklayabilir miyiz, üzerinde düşünmek gerekir. Zira filmde Max metroda sürekli bir adam görür. Adam sıradışı hareketleriyle sürekli Max'i rahatsız etmektedir. Ciddi bakışlarının ardından birden şarkı söylemesi ve şarkıda aşktan, sevgiden bahsetmesi Max'in bilinçaltıdır. Ara sıra aklına getirdiği Devi'ye belki kendisi de ilgi duymakta fakat Pi sayısının sırlarına, daha doğrusu kaotikliğine kendini o kadar adamaktadır ki hayatında Devi'ye hiçbir şekilde yer yoktur. Hatta filmin sahnelerinden birinde de, Max tıpkı kendisi gibi yahudi kökenli biriyle bir barda karşılaşır ve tanışır. Onları buluşturan nokta ise tahmin edebileceğimiz gibi matematik üzerine yapılan kısa bir sohbettir. Max tanıştığı yahudiye dinle ilgilenmediğini söylemekte, sadece rakamlarla uğraştığını söylemektedir. Yahudi ise Max'in tersine, ömrünü Tevrat'a adamış ve Tevrat'ın matematik sayesinde açıklanabildiğini, Tanrı'nın şifresinin dahi matematikle açıklanabilecek bir Tevrat'ta olduğunu üstüne basa basa söylemiştir. Burada Max arkadaşlık kavramını o kadar ötelemiş ve Pi'yi saplantı haline getirmiştir ki, kendisine yaklaşan yabancıyla sohbet edebilmesinin bile tek yolunun matematik olduğunu görmektedir. Peki Max'in sevgiye, sevilmeye, dostluğa ihtiyacı yok mudur? Bastırdığı hemen her şey aslında onun için kaçınılmazdır. Peki biz bu hislerimizi matematiğin hangi yönüyle açıklayabiliriz? Kalp atış saniyelerimizin belli bir nokta sonra duracağını ya da saniyede bilmem kaç kez atmadığını düşünürsek belki açıklayabiliriz, fakat bu yeterli midir? Üzerinde düşünmek gerekir. Belki de hissiyata karşı matematik yetersiz kalmaktadır.

Yine aynı madde üzerinden devam edersek; filmin bir sahnesinde Max odasında bulunan dev bilgisayarda Pi üzerinde çalışırken belli bir sayı dizini elde eder fakat bunun önemsiz olduğunu düşünür. Çünkü sayı dizini ekranda belirir belirmez bilgisayarın devreleri yanmıştır ve bilgisayar artık kullanılamaz hale gelmiştir. Max deliye döner ve etrafı kırıp döktükten sonra önemsiz bulduğu çıktıyı da alıp çöpe atar. Soluğu da dertleşebileceği tek kişi olan Sol'un yanında alır. Sol'a olanları anlattığında Sol merak içerisinde bulduğu rakamların kaç haneli olduğunu sorar. Aslında sorma nedeni, daha evvel yapmış olduğu çalışmalarıyla olan paralellikle ilgili olmuş olsa da Max bunu çok farklı anlar. 100, 1000, 216? kaç haneli diye sorduğunda Max rakamlara hiç dikkat etmemiş olsa dahi 200 küsür olduğunu söyler. Belki de bu böyle değildir. Tekrar yahudi ile karşılaştığında ise; onunla olan diyaloglarının artık gerçek mi yoksa halüsinasyon mu olduğu konusunda kafalar karışmaktadır. 216 rakamını konuşurlar. Max bu defa da 216 rakamını saplantı haline getirir. Sol'a olanları anlattığında Sol her şeyin kaostan ibaret olduğunu, düzenin olmadığını ve Pi sayısının artık kendi kendine yapay zeka mantığıyla bir bilinç kazanarak devam ettiğini söyler. Max kabullenmese de saplantı yaptığı hemen herşey artık hayatındadır.

Buna göre 2. madde belki de saplantılarımızdan ibarettir. Eğer her şeyin sayılarla açıklanabildiğini varsayarsa bunu yapmamız hiç de imkansız değildir. Çünkü bir süre sonra her şeyi öyle görürüz.

Üçüncü maddede ise; herhangi bir sistemdeki rakamları grafiklerle gösterirsek şekillerin ortaya çıkacağı gerçeğidir. Bu tastamam doğrudur diyebiliriz. Keza doğadaki her cismin oluşumunu incelediğimizde (altın oran dahil) mutlaka rakamlarla, grafiklerle açıklayabildiğimiz muazzamlıklar vardır. Keza trigonometri sayesinde bir çok inşa yapılmıştır. Mısır'daki Keops piramidi, Tac-Mahal, Ulu Camii ve hatta şu an oturduğumuz ev dahi altın oranla, trigonometriyle ve kısaca matematikle temellendirilir.

Borsa dahi, grafiklerle şekillendirildiği vakit bir şeyler ifade eder. Grafikler olmadığı taktirde ne tahmin yapmak mümkündür, ne iflas etmek ne de para kazanmak. Ve tüm bunlar şekillerin meydana gelmesine sebep olur. Burada şekil olarak kast edilen, pattern denilen alıcı ve satıcılar arasındaki konsensüsünde oluşan fiyatlardır. Yatırımcıları korkutan, heyecanlandıran her ne varsa işte burada oluşur.

Peki o zaman şunu soralım kendimize; matematik duyguları da etkiler mi? Yoksa filmde anlatıldığı gibi matematik ya da sayılar saplantı haline geldiğinde insanı çıldırtacak bir sonsuzluğa sürükleyecek kadar yeryüzünde hemen her şeyi yok sayan, ya da varlığını kendinden münezzeh bulan aykırı bir bilim midir?

Filmdeki bir diğer konu da; din konusudur. Yahudi bir cemaatle bir şekilde yolları kesişen Max onlarla derin diyaloglara girer. (Konuşmaları paylaşmayacağım, filmi izlemenizi öneririm)

Filmin değindiği noktalardan biri ise 144 sayısıdır. Tevrat'ın uzun bir sayı düzlemi olduğunu savunan yahudiler, 144 sayısına oldukça önem verirler; İbranice harflerle bu sayı ile "Cennet Bahçesi" (Kadem) kelimesinin arasındaki bağı açıklarlar. Keza, bunlar aslında Fibonacci rakamlarıdır. İtalyan bir matematikçinin üzerinde uğraşmış olduğu rakamlardır. 2,33 - 1,44 şeklinde ilerleyen bu rakamlarla altın orana ulaşılır. (Detayını burada paylaşmak yerine filmi izlemenizi öneririm)

Filmin değinmediği nokta ise Pi sayısının virgülden sonra gelen 144 hanesinin toplamının 666 olmasıdır. Yani bildiğimiz gibi, pek çok mistik hatta ilahi inanışta 666 rakamı Şeytan'ı temsil eder. İbranicede ise 666'ya baktığımızda yine bildiğimiz gibi www ortaya çıkar.

Asıl kendimize sormamız gereken ise şudur: Bizler de Max gibi görmek istediklerimizi obsesyonlarımız sayesinde mi görüyor ya da neticelendiriyor muyuz, yoksa rakamlar gerçekten de evrenin tüm sırlarını mı simgeliyor?

Filmi izleyin, siz karar verin...