20 Aralık 2019 Cuma

Ingmar Bergman - Det Sjunde Innseglet (Yedinci Mühür) Üzerine

Ölümün insan için anlamı gelişim çağlarına göre farklılaşan tepkiler ölüm korkusu çağdaş insanın ölüm karşısında başlıca tutumları, ölüm karşısındaki değişik tezahürleri kalıplaşmış dini öğretilerde ve felsefede oldukça fazlasıyla işlenmiştir. İnsanın dünyaya gelmesinden itibaren varoluş ve ölüm insan hayatında iki gerçeklik alanıdır. Birbiriyle anlam kazanan dünya gerçeğinin iki boyutudur. Ölüm ve varlığa dair düşünceler insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanlar yaşamı boyunca ölüm gerçeğiyle hesaplaşmak zorunda kalmışlardır. İlkçağ filozoflarından Epikür “Ölümü hayatın tadını kaçıran bir durum olarak görür ve onun doğurabileceği endişeyi aşmak için bir tür maskeleme gayretine girişir. Buna karşın Eflatun için ölüm; hayatın gerçek gayesidir. Evrensel bir gerçek olan ölüm bütün dinlerde psikolojik bir ifade yerine daha karamsar bir kavram olarak ele alınmıştır. Ölümü hem bir gerçeklik hem de bir hastalık olarak gören insan kendi içinde yaşadığı psikolojik çelişkilerde hiçliğin içine düşmüştür. Ölümün insan şuurunda uyardığı bu çelişkileri din yoluyla anlayamayan birçok insan ona karşı aldığı tavırlarla birçok felsefi düşünürle kolektif bir kuram geliştirmiştir. İnsan hayatındaki anlam olarak her çağda değişik bir boyuta gelen ölüm devirden devire nispi olarak değişmiştir. Birçok kültür ve din dogmatiğinde ölüm bir son değil yeni bir başlangıç olarak kabul edilir. Birçok kolektif düşünceyi benimseyen insanlar bunu kötü anlamda kullanmıştır. Ahlaki kuralları reddederek, ilahi dinlerin ölüm ötesi hayatla ilgili inançlarına karşı gelerek reddi çığır açacak boyutlara gelmişlerdir.

Tanrı konusunda tanrıyı hissetme, tanrının varlığına ıspat isteği ve tanrının varlığını kınayan radikal bir şüphecilik yüzyıllardır süregelen nihilist bir sadakatsizliğin içinde imha edilmeyi bekleyen bir ideadır. Tanrının varlığı bütün aşındırıcı etkilerin tüm ahlaki, dini ve metafizik mahkumiyetleri insan varlığındaki sorgulama krizini hızlandırmıştır. Yirminci yüzyılda nihilistik temalarda fazlasıyla incelenmiştir bu. Kültürden kültüre tanrının varlığına hala şüpheyle yaklaşılması ve nihilizm ilkelerinin popülerleşmesiyle yine nihilizme bir cevap olarak yine boşlukta kalan tanrı inancına varoluşsal bir umutsuzluk, kayıtısızlık tutumunun önü açılmıştır.

Septiklere göre bilginin temel kaynağı durumdur. Bilgi, varlık ve değerin esas varlığı ise hiçbir zaman bilinmez, anlık durumlara göre şekillenerek hissiyat sunar ve şüpheye açıktır. Doğru bilginin genel geçerliği asla sağlanamaz. Varlıkların da, nesnelerin de ne olduğu ya da ne olmadığı her zaman insan duygularıyla ölçülebilir ve asla genel geçer değildir. Bilgi ebediyen ulaşılması gereken bir kavramdır ve ulaşmaya çıkılacak olan yolculuk asla bitmeyecektir. Septiklere göre varlığın esas kaynağına ulaşmadaki temel; şüphe etmektir. Bu da mutlak bilgi olarak elde edilen herşeyin aslında dönemsel olduğu ve zamansallığa bağlı kalarak diyalektik bir biçimde değişeceğinin göstergesidir. Din, inanç sistemi, tanrı gibi kavramların varlığı dahi şüphecilikle bütünleşerek dönemsel mutlak bilgiye erişilmesine olanak sağlamaktadır. Septiklere göre mutlak bilgi yoktur ve şüphecilikle mutlak olduğu iddia edilen tüm bilgileri kanıksamadan sorgulamaya devam ederler.

İnsan bilincinde tanrının herşeyi yapabileceği bahanesi altında yanlış olacağını bilseler de kendilerine yarayacak herşeyi söyleyecek kadar cüretkar olmuşlardır. Bilge olan bütün insanlar bu cüretkar topluluğa karşı aklın ışığında görünenin ötesinde hiçbir şeye inanmamışlardır. Ruhlarla ve tanrının varlığıyla ilgili batıl korku onunla birlikte rüyalar, sahte kehanetler ve batıl korkuya dayanan pek çok şeyle gelecekten haber verme işi yok edilse de kurnaz ve hırslı insanlar bu hurafaleri kullanarak diğer insanları istismar etmiştir. İnsanlar toplumsal itaat için bugünkü çağdan çok daha uygun bir çağdaydı bunun için.

Devletin, kilisenin ve ailenin otoritesini reddeden gevşek örtülü bir devrimci hareket olarak tanımlanan nihilizm konusunu arka perdesine ışak tutan Ingmar Bergman, yine kilise ve aile otoritesini reddederek ve dayatılmış normları reddederek yeni bir zemin açtığı filminde yaşamın keşfedilemez ve ebedi olarak gördüğü yaratıcısının kaynağını sorguladığı ve bütün karakterlerde yaratıcı ve din arasındaki köprüyü yıkma eğilimini misyonladığı 1957 yapımı Yedinci Mühür filminde din, inanç ve hurafeleri, kiliseyi bireysel bir zeminde ele alan Bergman birebir seyirciye seslenmiştir bu filmde. Tanrının varlığı ve tanrıya aidiyet duygusu fantastik bir biçimde işlenirken sanatın bütün yanlarıyla iyiyi ve kötüyü, tanrı ve varlığı mutlak bir süreçten alıp sistematik bir anlatımla serimlemiş. İncil'de kıyametin yedinci alameti olan yedinci mühürün açılmasıyla filmin bütününde kıyamet olarak ele alınan veba ve tanrıyı sorgulamak lortaya çıkmıştır.

Tanrı şeytan ve ölümün üçlü perspektif halinde filmin bütününde sunan Bergman, kendi zemininde yatan düşünceleri ve bu düşünceleri bireyler üzerinden ele alarak etik nihilizm, ahlaki nihilizm, mutlak ahlaki veya etik değerler olasılığını redderek bunun yerine iyilik ve kötülüğün hassas noktasına ölüm ve yaşam üzerine tanrının varlığının duygusal bakışına yaşamın kendine özgü bir anlamı ve değerinin olup olmadığına sistematik felsefe yoluyla giriş yapmıştır.

Ölüm ve yaşam karşılaştırmasına zihinlere radikal bir şüphecilikle giren Bergman, tüm ahlaki, dini, metafiziksel inançları tahrip edip insanlık tarihinin en büyük sorgulamasına hızlandırıcı bir giriş yapmıştır filmde.




Film Tanrı, ölüm ve savaş arasında, kutsal bir boyutta, şövalye Antonius Block ve onun silahtarı Jöns’ün kutsal topraklardaki savaştan yurtlarına geri dönmeye çalışmalarıyla başlar. Şövalyenin ölümle karşı karşıya gelmesi ve ölümle yüzleşmek istememesi sonucu ölüme satranç oynamayı teklif eder. Tanrıyla insan arasındaki boşluğu dolduran tinselliği Antonius üzerinden anlatımlayan Bergman, şüpheli ve ölçülü söze dayanan sanata dair bütün ahlaki ve felsefi boyutları ele almış. Satranç oynama sahnesinde, Antonius Block ölümden korkmamıştır. Bedeninin korkabileceğini fakat benliğinin korkmadığını ölüme itiraf etmiştir. Antonius savaşın korkunç yanlarını içeren tüm gerçeği yeterince görmüştür. Kutsallık adı altında verilen haçlı savaşları ise ona kendi gerçeğini unutturmamıştır ve kendisi her zaman sorgulamaya açık bir karakter haline gelmiştir. Kafasındaki soru işaretleri canlılığını ona hissettirirken, ölmek istememiştir ve bu yüzden ölüme satranç oynama teklifinde bulunmuştur. Tanrının varlığına dair şüphecilik ve nihilizmin bütün ilkelerini popülerleştirmekten ziyade tanrının varlığına bir cevap, varoluşsal bir umutsuzluk ve temelsizcilikle ilişkili olarak kayıtsızlık tutumunu serimleyen Bergman, nihilizm medeniyetiyle kıyamet tenorunu hüzün, endişe ve şüpheyle birleştirip bireysel zeminden ziyade fantastik bir düzeye getirmiştir.

Nietszche’nin ön gördüğü postmodern temaların çoğunu kendisi bireysel yaklaşımı haline getiren Bergman; ölüm ve tanrı üzerine dünyanın tüm yorumlarını insanlık için ölüm rotasına yöneltmiştir. Sistematik dini mutlakların, baskıların ve dayatmaların hüküm sürdüğü ve bu temellerin savaş halinde olduğu fantastik bir dünyada Skeptic Empedocles’in “Ölümlülerin yaşamı neredeyse hayat dışı bir şey demek.” sözüyle bütünleştirmiş Bergman.

Jöns, bir hana girdiğinde enteresan bir ressamla karşılaşır. Ressamın yaptığı tüm resimlerin ölümü temsil ettiğini görürüz. Yine ölüme karşı varoluşsal bir yaklaşım yapan Bergman “Varoluşçular için hiçlik sadece mutlak özgürlüğün değil aynı zamanda varoluşsal korku ve duygusal ızdırap kaynağının kaynağıdır. Hiçlik, her bir kişiyi, neden henüz anlam icat etmek için gerekli olduğunu bilmemesi yasaklanmış, yabancı ve tepkisiz bir evrene atılmış olarak adlandırır. Saçma ışığın aydınlanmış perspektifinden yazan Albert Camus bu işe yaramaz mücadeleye mahkum edilen insanın varoluşu için mükemmel bir metafor olduğunu gözlemler. Albert Camus bütün varoluşçular gibi nihilizmin en rahatsız edici sorun olduğunu vurgulamıştır. Bu zeminde ilerleyen Bergman, sanatta ilhamını bu nihilistik çerçeveden almıştır. Montagine’in “Ölüm yaratılışımızın koşuludur. Ondan kaçmak, kendi kendimizden kaçmaktır. Dünyaya geldiğimiz gün bir yandan yaşamaya, bir yandan ölmeye başlarız.” Sözlerini ressam üzerine misyonlayan Bergman, ressamın ölümün bütün çeşitlerini, vebasına kadar çizmesiyle göstermiş.

Ölümle sürekli olarak burun buruna gelen şövalyenin tanrıyı sorgulama yolundaki serüveninde; varoluşsal kaygıları ve tanrının yaratıp daha sonrasındaki ölümlere insanların hurafelerle bütünleştirdiğine şahit olmuştur şövalye. Tanrı varsa neden kendini belli etmiyor sorgulamasıyla zihnini meşgul eden şövalye vebayla mücadele eden halkın hurafelerle bu hastalıktan -vebadan- kurtulmaya çalıştıklarını gördükçe daha çok tanrıyı sorgulamaya başlayıp varoluşsal sancılara sürükleniyor. Dostoyevski’nin “tanrı yoksa her şey mubahtır.” düşüncesini sorgularız burada. Cadı olarak suçlanan insanlar mıdır gerçekten de Ortaçağ’ı “karanlık” haline getiren? Tanrı gerçekten de var olmasaydı, bu insanlar yine bu hastalığı yaydığı için öldürülür müydü? Bunca acı gerçekten de Tanrı var olduğu için mi çekilmektedir?

Çoğunlukla korkulan ve korkulması gereken şey şuydu: evcil hayvan, sürü hayvanı, hastalıklı hayvan olan insan -hıristiyan-. Hıristiyanlık en temel içgüdüleri dahi yasaklayarak, üstün insanı menfur bir hale getirir. Bütün teslimiyetçilerin, güçsüzlerin, düşmüşlerin iyi yetişmemişlerin tarafında yer alır hıristiyanlık. Güçlü yaşamın koruyucu içgüdülerine karşıtlıktan bir ideal çıkardı, hatta insanlara düşünselliğin en üstün değerlerinin günahkarlık, sapkınlık, ayartılma olduğunu öğreterek düşünsel açıdan en güçlü yapıya sahip olanların bile akıllarını yozlaştırdı. Pascal gibi bir matematikçi, fizikçi ve filozof dahi günah yüzünden yozlaştığını sandığında, onun asıl yozlaşmasına sebep olan şeyin hıristiyanlık olduğunun farkına varamamıştı. İnsanın hıristiyanlıkla birlikte en tepeye koyduğu değerler “decadence”dir bugün. Sürekli gelişim için şart olan yegane şey kudret içgüdüsüdür ve hıristiyanlıkta buna yer yoktur. Kurtuluşun “Mesih İsa günahkarları kurtarmak için dünyaya geldi.” (Timoteos 1:15) ile gerçekleşeceğini inananların durumu da; çöküşü en yüksek değer haline getirip nihilistik değerlerin en kutsal isimler altında hüküm sürmeleri ile sonlanacaktır. İsa’nın tahtı insanlıktır.




Hıristiyanlık dininde tanrı kavramından, yükseltilen yaşamın varsayımları, kuvvet, yiğitlik, itaat ettiricilik ve gurur olan her şey elendiğinde; adım adım, bitkinler için bir baston, boğulanlar için bir can simidi olma düzeyine düştüğünde; alt tabakanın tanrısı, günahkarların tanrısı, par excellence sakatın tanrısı olunca ve tanrısallığın tek temel niteliği olarak kurtarıcılık ve kötülükten koruyuculuk nitelikleri geriye kaldığında: Nedir bu başkalaşımın manası; bu tanrısallık basitleştirmesinin? Şüphesiz: “Tanrının krallığı” bu yolla genişledi. Eskiden yalnızca kendi halkına sahipti, kendi seçilmiş halkına. Bu arada, halkı gibi, o da gezgin olup gurbete gitti; o günden bu yana hiçbir yerde durup kalmadı: Ta ki her yer yuvası olana dek, bu koca kozmopolit – ta ki” büyük çoğunluğu” ve dünyasının yarısını kendi tarafına çekinceye dek. Ama bu “büyük çoğunluğun” Tanrısı, Tanrıların demokrat olanı, yine de gururlu bir pagan tanrısı haline gelmedi: Yahudi kaldı, inzivanın Tanrısı, her karanlık köşe bucağın Tanrısı, dünyanın bütün hastalıklı mahallelerinin Tanrısı olarak kaldı.

Nietszche The Antichrist (Deccal) kitabında bunları kaleme alırken, daha önce yayınlamış olduğu “Böyle Buyurdu Zerdüşt” kitabında belirtmiş olduğu “Tanrı öldü, onu hepimiz öldürdük.” ifadesinde ölen tanrının Batı Avrupalıların tanrısı olduğunu açıklığa kavuşturmuştur. İnsanlar tanrıyı basite indirgemiş, içlerinden biri yapmış ve kısaca yok etmiştir.

Bugün Cambridge, Oxford gibi üniversitelerin temellerinin atıldığı ve Machiavelli, Dante gibi filozofların ortaya çıktığı Orta Çağ; insanların yakıldığı, acımasız işkencelere maruz kaldığı ve bilim ile tekniğin neredeyse sadece savaş alanında kullanıldığı bir dönemdir. Kendi ironilerini içinde barındırarak karanlık, kaotik ve korkutucu bir çağ olmuştur.

Batıl inançların çok daha ötesinde sayılabilecek bir infaz yöntemi olan cadı avı, Orta Çağ’da ortaya çıkmıştır. Sapkınlıklarla dolu, genel teoloji ilkelerinden arındırılmış skolastik düşünce tarzı bir amaç olan cadı avı; düşman yaratma ve yok etme temalı bir olaydan çok daha öte olmadığı gibi; hıristiyanlık dinine atfedilerek insanoğlunun sorgulamadan tanrıyı tekrar ve tekrar yok etmek için çabaladığı kutsallık adı altında gizlenen alternatif bir ibadet halini almıştır. İnsanoğlu; devlet yönetiminin de üstünde olan kiliseyi en kutsal saydığı Tanrıdan da üstün görmüştür. İlahi Komedya eserinde Dante cehennemi tasvir ederken yedinci daireye yerleştirdiği şiddet yanlılarını ve sekizinci daireye yerleştirdiği sahtekarları da içinde bulunduğu döneme borçludur.

Yerleşik düzeni yöneten ve “ilahi” olarak adlandırılan kilise yönetiminin tüm dünyaya açtığı savaşlarla kendi phenomenonluğunu gerçekleştirme çabası gayet olumlu bir sonuç almıştır. Kilisenin geniş toprakları, yerel yönetimler üzerinde imtiyazları ve yaptırımları, yüksek vergi gelirleri ve sorgulamak yerine teslimiyete ve safi inanca hapsolmuş bir halkı vardır fakat gerçekten de kutsal bir inancı yoktur. Kilise halihazırda tebliğ edilmiş bir dinin yerine daha pragmatist bir öğreti olan ortaçağ skolastik düşünce tarzını getirmiştir. Toplum entelektüelleri dışında hemen herkes de bu öğretileri hıristiyanlık olarak kabul ettiğinde ise cadı avlarının, pis kokulu safralarla hazırlanmış şeytan kovucu tütsülerin bizatihi kendisinin zihinse bir veba olarak yayıldığı inkar edilemez. Farelerden kaynaklı veba her ne kadar insan bedenini korkunç acılarla yok ediyor olsa da, daha korkuncu zihinsel vebadır. Sorgulamayan, inancı gerçek anlamda hissetmeyen hemen her Avrupalı da bu vebanın zihninde yarattığı hasarla yaşamak zorunda kalmıştır.

Rönesans’ın tohumlarını atan Orta Çağ entelektüelleri pek çok dogmanın ve öğretinin sebebini sorgulamış ve hatta sert bir şekilde eleştirmiştir. Jean de Meung, İsa’nın havarilerinin ekmek dilenmesi yerine kendi emekleriyle aşlarını elde etmeleri gerektiğini savunmuştur. Yine başka bir ortaçağ düşünürü olan Pierre de Haçlı Seferlerinin silahlı değil, zihinsel olması gerektiğini vurgulamıştır. Bilimin, tekniğin ve felsefenin gelişmediği Orta Çağ’da hiçbir askeri başarı Avrupa’ya üstünlük sağlamayacaktır ve sağlamamıştır da.

Din tarih boyunca filozoflar tarafından sorgulanmıştır. İnanç sisteminin tekdüzelikten çıkarılarak, kurallar bütünü halinde belli bir dogma olması ilahi güçlerin yüceltilmesi değil basite indirgenmiş olmasının nedensellik ilkesi halini alır. Tinsellik, din, bilinç, ölüm ve yaşam arasındaki bağlantılar, eşitliğin göreceliliği, bilgi ve her şeyden de önemlisi hakikati sorgulayan ve üzerine dersler veren Sokrates de; sorgulamalarının sonunda infaz edilmiştir. Taassup düşüncelerden bir an olsun ayrılamayan Meletos, yeniliği ve sorgulamayı asla kabul edemeyip Sokrates gibi bir düşünürün idam edilmesine sebep olmuştur ve yeni Meletoslar da Orta Çağ’da çeşitli ünvanlara sahip kilise temsilcileri tarafından varlığını devam ettirmişlerdir. Sonuç olarak; Tanrı yerine insanlar tarafından yaratılan her din sorgulamaya kapalıdır.

İnsanın manevi özünü yalnızca materyalist olanın lehine reddederek, nihilistler tanrıyla dini, otoriteyi özgürlüğe karşı antitetik olarak kınamışlardır. Nihayetinde bunlar anarşi gibi ahlaksızlığa yol açmıştır. Felsefi pozisyonlardan kaçınmayan Bergman şüpheci bir tavırla tanrının varlığına dair geleneksel gerçekleri ve haksız değerlendirmeleri tabulaştırılmış gelenekleri kınama niteliğinde bir sahne çekmiştir.

Antonius Block kiliseye girdiğinde, yüzünü seçemediği bir papaza itirafta bulunur. “Madem tanrı var, neden bana yüzünü göstermiyor?” Şövalye gerçekten de tanrıyı aramaktadır. Tanrı ile gönül bağı kuramadığı sürece tanrı onun için bir muamma olarak kalır. Papaz ise ona kesin bir cevap vermekten kaçınır. Belki de olmadığını söylediğinde Antonius Block o halde her şeyin bir hiçlik olabileceğini söyler. Papaz ise yüzünü gösterdiğinde şövalye korkunç bir gerçekle karşılaşır ve papaz sandığı kişi aslında satranç oynadığı ölümdür.

Demosthenes, “İnanmak istediği şey her insanın inandığı şeydir.” Der. Aşırı kuşkuculuk; bilgi ve hakikat olasılığını inkar eden epistomoljik nihilizmle bağlantılıdır. İnsanın doğumundan itibaren sosyal ve dini düzeyindeki kuşkuculuk bütün mutlak, ahlaki değerleri reddeder. Tarihteki en yıkıcı güç olarak kabul edilen ölüm; asırlar boyu yine tanrının varlığına dair epistomolojik bir başarısızlık olarak ele alınmıştır. Sanatsal ve politik geleneklerin zayıfladığı çağda Bergman belki de buna yeni bir pencere açmıştır.

İnsan varlığının en son yine kendine vardığını özdeşleştiren, yine nihilizmin bütün gizli sığınaklarına giren Bergman tanrı sorgulamasının dışında yaşamın tamamen ahlaksız olduğunu, tanrının saltanatının insan hayatında sadece bir kasvet olduğunu, hiçliğin ve tutarsızlığın dünyanın soğuk zaferi olduğunu anlatımlamış. Şövalye ve silahtarı Jönn, soytarının ailesiyle beraber konakladıkları yerde otururlar. Soytarının eşi ve çocuğu şövalye ve silahtarı çok sıcak karşılamaktadır. Çok kısa bir süre önce silahtar Jönn, soytarıyı handaki zalim haydutların elinden kurtarmış ve yaptıkları sebepsiz kötülüğün bedelini fazlasıyla ödetmiştir. Karısının ısrarına dayanamayan soytarını lirini alıp çalmakta ve atmosfere huzur katmaktadır. İnsan acımasızlığının yerini huzura bıraktığı bu sahnede Dostoyevski’nin “Ecinniler” kitabındaki bir bölüm akıllara gelmektedir ve hatta bu sahnenin kitaptan esinlenerek yazıldığı aşikardır. Sosyopat bir nihilist olan Stavrogin, hararetli bir konuşma esnasında ısrarlara dayanamayan bir karakterin çaldığı müzikle sakinleşir ve acımasızlığını, şüpheciliğini ve neredeyse küstah denebilecek şekilde eleştirel yargılamacılığını bir kenara bırakarak kendisini huzura verir. Şövalye Antonius Block da müzik eşliğinde tüm sorgulamacılığını kısa bir süreliğine bir kenara bırakır ve aslına pek çok şeyin temel kaynağının arkadaşlık, dostluk ve sevgi olduğunu itiraf eder. Soytarının eşine bunu söylediğinde, dostluğun ve arkadaşlığın olmadığı yerde yine hiçliğin hüküm sürdüğünü, anlamsızlığın geri döneceğini söyler. Bergman’ın “Aynanın İçinden” filminde belirtmiş olduğu gibi; anlamı da varlığı da doğuran şeyin esasının “sevgi” olduğu vurgulanmıştır.




Tanrı, inanç, varoluş üzerine başarılı bir anlamsızlık çalışması sergileyen Bergman paradoksal dürtülerin ve şüpheciliğin bütün kaynaklarına inmiş. “Bir kez harekete geçildiğinde sorgulama süreci bir sona gelebilir, inanç ve inanç erozyonu çaresizlik içinde erozyona uğrar.” Sözlerini inanç mahkumiyetinin dışında soruşturma, genişletme ve ölümcül kanıtlanabilirliğin medeniyetlerine teşvik eden güçlerin karakterler üzerinden misyonlayan Bergman bütün kasvetli vurgularına rağmen ölüm ve yaratıcı arasındaki bağın negatif bütün duraklarında durmuş. Yeni bir medeniyet inşa etme çabası dışında modern filozofların felsefi ahlakı ve entelektüel fikirlerinin dışında kabule yakın ama asla kabullenilmeyen, dünyayı ve tanrıyı hiyerarşik bir şekilde baltalayan göreceliliğe antitemelci bir yaklaşımla bize anlatımlamış. Filmin sonunda herşeyin bir rüya olduğunu, soytarının bir rüyası olduğunu görürüz. Bir kişinin bildiklerinin neye karşılık geldiğini, asla emin olamayacağımızı, kurgusal formlar ve rüya gibi kurgusal bir formla kaçınılmaz bir nihilizm sonucuna ulaştıran Bergman; tanrı ve inanç sistemi üzerine bambaşka bir yolla serpmiş fikirlerini. Hakikat ile aynı anda, hem hakikat ile meşgul olup hem de radikal bir şüpheci olduğumuz filmde dünyanın bütün yorumlarını tanrının varlığına olan şüphecilik üzerinden yine nihilizme yöneltiyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder