19 Eylül 2020 Cumartesi

OKUMUŞ BİR İŞÇİ SORUYOR (BERTOLT BRECHT)

Yedi kapılı Thebai şehrini kuran kim?

Kitaplar yalnız, kralların adını yazıyor,
yoksa krallar mı taşıdı kayaları?

Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim kurmuş Babil’ i her seferinde?
Altın şehir Lima’ nın, hangi evinde otururmuş acaba
yapı işçileri?

Nereye gittiler dersin Çin Seddi’ nin bittiği gece,
duvarcılar?

Yüce Roma’ da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimlerdir acaba bu anıtları diken?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?

Dillere destan olmuş koca Bizans’ ta,
yok muydu saraylardan başka oturacak yer?

Atlantis’ te, o masallar diyarında bile,
boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istemişler,
kölelerinden.

Genç İskender Hindistan’ ı zaptetti!
Bir başına mı?

Sezar, Galyalıları yendi!
E bir aşçı olsun yok muydu yanında?

İspanyalı Filip ağlamış derler batınca tekmil filosu,
ondan başkası ağlamadı mı acaba?

Kitapların her sayfasında bir zafer.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her 10 yılda bir büyük adam.
Ödeyen kim faturayı?

İşte bir sürü olay sana.
Ve bir sürü soru.

Bertolt Brecht





Yedi kapılı Thebai şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız, kralların adını yazıyor,
yoksa krallar mı taşıdı kayaları?

Karl Marx, Das Kapital’de “emeğin daha geniş ölçüde toplumsallaşmasıyla artık mülksüzleştirilecek olan kimse, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte; sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar.” Yaklaşımıyla Bertolt Brecht’ın Okumuş Bir İşçi Soruyor şiirine destekleyici bir yöntembilim (logos) üretmiştir. Diyalektik materyalizmin de ele aldığı, anlam yıkarak anlam kazandırma yöntemi; artışın azalışlara ve azalışların da artışlara anlam getirdiğinin açık bir kanıtıdır.

Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim kurmuş Babil’ i her seferinde?
Altın şehir Lima’ nın, hangi evinde otururmuş acaba
yapı işçileri?

Sadece materyallerin ya da olguların değil, emeğin manevi boyutunun da bu bağlamda aynı teoride gerçekleştiğini söyleyebiliriz Bertolt Brecht’ın yazdığı ilk mısralarda. Antik Mısır mitolojisine arka plan hazırlayan Thebai şehrini kuran Firavun Akhanet’in binlerce yıllık emeği başlatmasına sebep olduğu, işçilerin çalışarak öldüğü bir düzende, sadece kralların adını duyarız. Oysa Brecht’in dediği gibi, Antik Mısır’da kayaları krallar mı taşımıştır? Yıpranma payı biçilen makineler gibi; sanayi devriminin çok öncesinde, teorik olarak emek-yoğun metodun bizzat içinde olan işçiler; anlamlarını bireyselliklerini yitirerek yıkarlar oysa. İnsanın makineleşmesi, tarihin en eski sayfalarında başlar ve insan olarak bilinenler, ismi geçen krallar, tiranlar ve firavunlardır. Tarihe tanıklık eden, etimolojiye anlam katan pek çok kavramı oluşturan, varlığın düşünsel boyutuna erişmemize sağlayan; şüphesiz ki şiirde geçen taş işçileridir. Taş işçilerinin inşa ettiği şehrin her kapısı, baştan başa bir diyalektik doğurur ve şiir de böyle ortaya çıkar: İsmini bilmediğimiz işçiler sayesinde bildiğimiz krallar, şehirler ve kapılar…

Jean Jacques Rousseau; ilk modern insanı, bir toprak parçasının etrafın çitle çevirip “burası bana ait!” diyerek kendine inandıran ahmakları bulan insan olarak adlandırmıştır. Modernizmle varoluş arasındaki ilişkisi de bu noktada başlar ve yöneten – yönetilen ayrımı, sosyal bilimlerin getirdiği köleci toplumun yansımasını olumlar. Efendi – köle diyalektiğinin de yöneten ve yönetilenin aynı insan olduğuna ikna olduğumuz modernizm ya da ayınlanma çağı, skolastik düşünce yapısı temelli feodal üretimin ilişkilerini de, temelde değişmeyen stabil bir düzen üzerinden gösterir. II. Nabukadeznar’ın övgülerle yücelttiği, Kserkes’in yıktığı, heykellerinin altıla eritildiği, rüzgarın artık geriye hiçbir şey bırakmadığı Babil’in ihtişamı, her seferinde kuranlar da sözde tarihe tanıklık ederken; işçi sınıfında kimsenin hikayesini bilmeyiz. Babil’le ilgili minyatürler de, bu iki yüzlülüğün en büyük kanıtlarından biri olup; işçi sınıfını kralların varlığına sebep olan hücreler gibi gösterir ve insan bedeni; kendisini üreten hücrelerden münezzeh gösterir. Altın Şehir Lima – Kralların Şehri – işçilerin var ettiği; varlıklarını şehri inşa ederken yok ettikleri, kapitalizmin ileride onların canlı mezarlarını kazacağı bir anıttır. Çamurun ve toprağın bedenlerinde kan gibi dolaştığı, emeklerinin vücutlarını ürettiği işçiler ise o şehrin biblolarıdır artık ve nesnel sınıf konumlandırmalarının proloterleşme sürecini de başlatacaktır. Fakat işçi sınıfı, liderlerini değil; kendilerini var edecektir yok olmalarıyla. Babil’in Asma Bahçeleri, ihtişamı, büyüsü işçiler olmadan yaşayacaktır bugün, mücadeleleri ise yıllar sonra teoride üreyecektir sadece. Bilimselliğin bir parçası olan işçiler, Kral Şehrin’de bir kase temiz su bile içemezken tahayyül ederiz bunları; ideolojilerin iki yüzlülüğüne ve gerçeklerin hakikate dönüştüğü bir dünyada işçiler birer metadır ancak.

“Nereye gittiler dersin Çin Seddi’nin bittiği gece duvarcılar?”

Gündelik deneyimlerin öğrettikleriyle, varoluşun gerçek salt ideal bölümü olan üretmek imgesi ve başkalarının zihinde yer edinme çabasının boşluğuna düşmüştür insanlar pek çok defa. Başkalarının istek ve görüşlerine verdiğimiz değer ve bu görüş hakkındaki sürekli endişemiz neredeyse mantıklı tüm amaçları aşmıştır. Bir tür genel yaygınlığı olan ve doğuştan gelen bu özellik, her şeyden önce başkalarını gözetir düşüncesi tüm kaygıların önüne gelmiştir.

Hayatın içinde inşa edilen emek merdiveni, bu emeği nicelendirmek üzere insanların yaşamda sahip olduğu çeşitli meşguliyetlerini en iyisini seçmek için gözden geçirmek ve bu uğraşlara ilişkin, daha sonra bu emeğin içinde kaybolmak ve unutulmak; benimsenen yöntemlerin üzerinde kalmıştır. Emeğin sahiplerinin kayboluşları, emeğin değerini ortaya çıkarır son haddede. Çin seddinin bittiği gece duvarcılar kaybolsalar da, emekleri daimi bir puttur artık sermayedarlar, yönetenler ve daha fazla yönetmek isteyenler için. Kendi kendisinin putunu kuranlar, emek sayesinde oluşanın alt kırılımlarını görmeden; katmanlı bir şekilde inşa edilen eserin öz yıkımıdır. Descartes’in de belirttiği gibi Tanrı’dan gelen fikirlerimiz ve kavramlarımız ancak gerçeği çıkarırlar. Tanrıdan gelen emek de, gerçeği çıkarır ve gerçek bir Çin Seddidir; emeğin hakikatidir. İster uykuda olalım, ister uyanık bizi ikna edecek olan yalnızca aklımızın apaçıklığıdır. Güneşi açık görmemize rağmen, gördüğümüz büyüklükte olduğuna hükmetmemiz gibidir işçiler ve ışınları gibi giderler, geceyi bırakırlar kralların, firavunların, hakanların isimleriyle. Uyku halinde ancak Çin seddini görürken, uyanık halde akıl bize tüm yöneylemlerin çabasıyla gerçeği getirir ve giden işçilerin gölgeleri; uyanıkken canlanır gözümüzde. Verilen emeklerden alınan vergiler, bir yapının somut hali iken; somutu sağlayan soyutsallığın bütünsel parçasıdır o emek; ve nereye gittiklerinin de bir önemi yoktur. Akıl halinde her zaman işçiler var olacaklardır.

Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!

Kimlerdir acaba bu anıtları diken?

Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?

Dillere destan olmuş koca Bizans’ta,

Yok muydu saraylardan başka oturacak yer?

Roma’nın tarih boyunca, her yaptığı zafer için diktirdiği taklar imparatorların yengisi değil, ancak işçilerin yengisidir. Aynı savaşı kazanan askerlerin işçi olarak kullanıldığı Antik Roma, zaferleri proloteryadan ve askerden çalarak; devlet bürokrasisine yerleştirmiştir. Sezar’ın yendikleri “geldim, gördüm, fethettim” sözleriyle bireyselleştirilmiş ve nihayetinde, gerçek varlığı bir aldatmaca haline getirmiştir. Savaşın sahipleri de, zaferin sahipleri de o anıtların sahibidir keza. Soyluların etleri farklı ısılarda pişirerek davetlilere ikram ettiği, gladyatörlerin ölü beden ve kan fetişisti imparatorların eğlencesi haline geldiği, kaz tüyüyle kusup yemek yemeye devam eden bürokratların oturdukları o koskoca köşkler, bir gladyatörün kendisini koruması uğuruna verdiği amansız mücadelenin gölgesinde kalmak bir yana; gölgenin sahibi olmuştur. Roma Hukukunu, aklın varoluşsal araç çizgisinden çıkarıp; büyük bir depolama aracı yerine bir doktirin haline getirip tüm dünyayı eline alması da, arkada yatan pek çok adaletsizliğin sonucudur ve işçiler, köleler, açlıktan ve sıtmadan ölenler ise o zaferlerin gerçek sahipleridir. Bizans ve Roma imparatorlukları, büyük bir dilemmanın sonucudur. Saraylardan başka oturulacak yerler, kan kokusunun karıştığı sokaklardır işçiler ve köleler için; büyük saraylar bu sayede yürümüştür.

Atlantis’ te, o masallar diyarında bile,
boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istemişler,
kölelerinden.

Atlantis, köle gemilerinden atılan hamile kadınların doğmamış çocuklarıyla kurulan bir su altı ülkesiyken; bugünün gerçek distopyalarının da eşiğidir ve yine altında yatan; emek ve işçiliktir. Kölelerin, sadece varlıklarından yararlandılığı, adeta M.Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü adlı eserindeki kuluçkaya yatırılan(!) kadınların ters bir yansımasıyla kurduğu bu ülkede; önemli olan Atlantis’de hüküm sürenlerdir(!) Oysa, su altı ülkesinin inşaasında bile “piç” olarak yansıtılan çocuk işçiler vardır. Boğulurken uluyan askerler ise, yine varlıklarını o ölü kölelere borçludurlar. Emeğin yöntembilimi, ütopya ve distopyaların dahi inşasıdır. Emekçiler ise, yine en alt safhadadırlar. İmdatlara ses veren köleler, tüm bir distopyanın hakimidir oysa. Efendi-Köle diyalektiği, hüküm sürmeye kalkan her coğrafyada (masal olsa bile) varlığını sürdürecektir.

Genç İskender Hindistan’ ı zaptetti!
Bir başına mı?

Sezar, Galyalıları yendi!
E bir aşçı olsun yok muydu yanında?

İspanyalı Filip ağlamış derler batınca tekmil filosu,
ondan başkası ağlamadı mı acaba?

İçinde oturduğumuz mekanı yeniden inşa etmeye başlamadan evvel, anlamını çoktan yitirdiği için öncelikle yıkmak gerekir. Yenilen Galyalılar, İspanyollar ve Hindistanlılar bugünkü varlıklarını uğradıkları yıkımla yeni bir edim kazanarak elde etmişlerdir şüphesiz. Mimarilerine girişirken malzeme ve mimarları tedarik etmek de zihinsel süreçlerin isyanıdır ve bu isyanın asıl sahipleri yine işçilerdir. Aklın yargılarda kararsız kalmamak üzere oluşturduğu düsturların tamamı da emek yoğun modelin, diyalektik boyutunu oluşturur. Emeğin öncelikle yıkılan anlamlarla anlam kazandırması, bir toplumu yoktan var eder adeta. Başka yapının resmini özenle çizmek yerine, bir zamanlar çizilmiş olanı tekrar resmetmek kaderin durduğu noktada onu tekrar hayata geçirmektir ve kutsal olan da budur. Tanrının insanlara çocukluğundan beri içlerinde yetiştirmelerini lütfettikleri karar mekanizması da, tüm bu edimlerin sonucudur. Azim ve hırsla kendilerini feda ederek yeniden inşa etmeye adanan ruhlar, gerçek bir savaşın asilzadesidir. Bu savaşın en asil tarafı da, işçilerin sırtlarında taşıdığı korkunç devasa taşlardır ve o taşlarla Sezarlar, Cortezler, İskenderler ayakta kalırlar.

Kitapların her sayfasında bir zafer.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her 10 yılda bir büyük adam.
Ödeyen kim faturayı?

İşte bir sürü olay sana.
Ve bir sürü soru.

Ulusların en kibirlileri zaferleri dilinden düşürmez ve büyük yapıtlarının ana dişlisidir zaferleri. Yeryüzünün hemen her yerinde zafer kazandığını düşleyenler ve zafer kazananlar, altlarında kendilerini seçilmişliğe götürenlerden ayrı değillerdir. Hayranlık duyulanın, hayranlık duyanın kendisi olduğu aşikar iken; zafer aşını pişirenler derin bir uykuda ancak bilinçaltlarında doymaktadırlar.

İktidarların başarısını kimin ödediğine gelince, onu büyüten, koruyup kollayan ve biat edenlerdir. Devletin ya da sistemin değil, halkın varoluşu itibariyle araçsallaştırılıp kadim anlamını yitirdiği bir düzende faturayı ödeyenler, elbette kendilerinden veren halklar olacaktır. Yalnızca ünü ve hükmetmeyi hak eden yoksunluk unsuruna sahip olsa da, kaynağı her zaman üremeye devam edecektir. Tüm iktidarlar, bir distopyadır ve Leviathan gibi yutarak yenilerini üretir büyümek için insanlarını. Büyük insanlar, büyük oldukları için değil; büyütüldükleri için büyürler ve faturayı ödetmek için küçültürler her zaman kendisini somutlaştıranları. Kendimizde yer almayan öteki, sahte bir ünle karşımıza çıkıp kızmış demirden mızraklarla hafifletecektir ve yansıyacaktır her zaman bizlere. Halkın ve coğrafyalara göre belli aralıklarda büyüyen korkunç canavarlar, beslenmek için yutacaktır da kendini var edeni. Var olmak için, kendi besin zincirini kurarak yok edecektir ve etmiştir de. Sadece gölgelerden oluşan ve itaat edip bidatlar yerine biatlara yönelenler de, fatura ödemeye devam edecektir. İktidarların beslenmesi için; kendi bedenini tek bir parça haline getirip yavaş yavaş kemiren toplumların sonu ise kendi kendini kemiren kurtlar kadar acıdır. Vahşi bir kurdun, ağzından çıkan salyalar ancak yeterli şefkati ve ilgiyi verebilir yaratıcısına. Yaratıcısından önce, kendi tadına bakacaktır artık dönüşümünü yok olarak tamamlayanlar ve yarın da fatura ödemeye devam edeceklerdir.

                                                                                                             

                                                                                                 BAHAR DENİZ & SEFA DEMİROCAK

 

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder