2 Eylül 2020 Çarşamba

Before The Rain üzerine

Zaman-mekan kavramı ve insanın bu kavramın içerisinde nasıl şekil aldığı; dini ve bir çok olguda tartışma konusudur. Zaman kavramı mekanla birlikte ele alındığında belirginlik kazanır. Mekanla birlikte düşünülen zaman ise, sadece algı konusu olmakla kalmaz yanı sıra bilinç açısından gösterge haline gelir. Bilincin zaman ile ilişkisi mekan aracılığıyla sağlanır. Tarih algısı zaman, mekan ve bilinç ilişkisinin karmaşık bir sonucudur. Tarih, insanın geçmişi öğrenme arzusuyla sınırlı değildir. O, şimdiki zamanı ve geleceği de içine alan değer yüklü bir alandır. Bu nedenle ideolojiler ve dinler, tarihe ve insanın zaman kavramına yakın ilgi duymuşlardır. Bir kavramı ya da düşünceyi tanımanın yolu, onu oluşturan ögeleri açıkça ortaya koymaktan geçer. Bu bakımdan zaman ve tarih kavramını irdelerken öncelikle zaman kavramı ele alınmıştır hep. İnsan reel varlık alanında yaşayan reel bir varlıktır. Zaman ise reel varlık alanını belirleyen başka ilkelerden biridir. Reel varlıklar zamanın içinde yer alırlar, ortaya çıkış, gelişme ve çözülmeleri de zamana bağlı olarak gerçekleşir. Bu aşamada zaman kavramı iki açıdan ele alınabilir: İlki fizik zaman, ikincisi de antropolojik zaman. Fizik ya da fiziksel zaman, soyut ve belirsiz bir varoluş durumunu niteler ve tek boyutlu süreklilik ve akış olgusunu anlatır. Tek başına fizik zaman için başlangıç, son, yavaşlık ve hızlı oluş, yoğunluk ya da basitlikten söz edilemez. Antropolojik bir ilke olarak zaman kavramı, insanın içinde yaşadığı zamandır. Varoluşa değil de oluşa ait bir kavramdır ve aktif bir varlık olarak insanın yapıp etmelerinin başladığı, geliştiği, gerçekleştiği ve tüm bunların ölçüldüğü bir dayanak noktası olarak ele alınır. Aslında zamanın niteliği açısından bakıldığında iki türlü zaman bulunduğunu ileri sürmek doğru olmayacaktır. Sadece insan eylemlerinin içinde yer aldığı, gerçekleştiği ve ölçüldüğü bir kıstas olarak zamanın incelenmesi söz konusudur.

Varlığı nitelemek amacıyla kullanılan bir kategori olarak zamanın içi boş, ifadesiz, nötr bir alan olduğu ve bu niteliğiyle de daima mekan karşısında soyut bir varlık olarak kaldığı anlaşılmıştır. Zaman kendiliğinden taşıdığı özsel nedenden dolayı değil, mekanda gerçekleşen dikkat çekici bir olaydan dolayı önem kazanmıştır. Tüm insanlık için ya da belirli bir topluluk için önem taşıyan herhangi bir olaya tanıklığından dolayı bir gösterge haline gelmiştir. Zaman türdeş bir yapıdadır ve kendi tek tipliliği içinde her zamanki akışını sürdürür. Doğal olaylar ya da eylemler için gösterge oluşturacak nitelikte bir farklılık içermez. Varlık ise, farklılık için ihtiyaç duyduğu ögeleri zamandan değil, mekandan elde eder. Mekanda gerçekleşen bir olay, kendinden önceki ve sonraki süreçler için bir dayanak sistemi olur. İnsan, zaman ve mekan kavramlarını kullanmada mesnetsiz kurgulamalar  ve tesadüfü bulgular üzerinden ilerlemiştir. Bir yöntem, kavrama ne kadar sahici nüfuz edebiliyorsa ve birçok deneyimin ilkece icra edilme tarzını ne kadar kapsayıcı biçimde belirleyebiliyorsa bir o kadar da  psikolojik etmenlere yer vermiştir.  İnsanın zamanın içindeliği ve “tezahür” etme durumu; mekânsal birçok neden olarak, sosyo-ekonomik konumu, savaşlar, kültürel miraslar olarak gösterilmiştir. Salt tezahür etme yönelimi yani karışıklığı apaçık olmayan tarafı, Kant’a göre, “empirik görünün nesneleridir.’ yani kendini onda gösterenlerdir. Zaman ve mekan anlayışında insan, pozitif kılavuzluğuna sahip olamamıştır. Zamanın çember anlayışı içinde aynı noktada tekrar aynı kavramsal anlama ulaşmışlardır. Zamanın içinde varlık, ilintisini daha da genişletmek için, içinde olmak ifadesiyle, varlığına yeni manalar getirmek koşulunda birçok psikolojik katagorinin içinde yer almıştır. Bir şeyin içinde olup belirli bir uzanıma sahip olabilmek, varolmanın ilintisine ulaşabilmek için; hayat zamanın içindedir, zaman evrenin içinde sonsuz olandır, içinde karşılaşılan mevcut olmak kaygıları ise çemberin birleşmeyen ucudur diye tanımlamıştır.

İnsan zamanın içinde kendi ekseni etrafında birçok olguya yer vermiştir. Zamanın sürekliliği ve yaşam döngüsünde; birbirleriyle çok yönlü ilişkileri olan bütün ırklarla etkileşim içinde kalmıştır. Bu dengenin dinler açısından değerlendirilmesi; insanların nesnelere ve tabiat olaylarına kutsallık atfetmeleri, zamanın insan leyhine olan varlığına bakış açısı sağlamıştır. Bütün bu içkinlik durumu, zamanın bütünselliği içinde; insanın taraf olması ve zamana karşı yeni bir arayışa girdiği aşikardır. İnsanın kendini kuşatan çevreden etkilenmesi ve çevresini etkileyen bir varlık olmuştur. İnsanların etkileyiciliği alelade zaman anlayışı içinde belirli nitelikte değişikliklere yol açmıştır. İnsanın olduğu kadar her dinin belirli bir zaman ve çevre tasarımı vardır. İnsan ve onun yaşama amacı uğruna zamanı kullanma şekli dinlerin de konuları arasına girmiştir. Zamanın bütün unsurları insanın psikolojik kimliğini de etkilemiştir. Döngünün aynı olduğu zaman anlayışında insan kendini tekrar etmesiyle bilinir. Zaman ve insan arasında köprü olan din, toplumsal yaşamın olgularından birisi olmuştur. Din, insanların yaratılış amacına uygun olarak kendini sürekli geliştirmek ve olgunlaştırmak amacına ulaşmada bir kılavuz görevi görür. Bireysel olduğu kadar toplumsal yönü de olan bir yapıdır. İnsanın zamanı kullanmada en çok ihtiyaç duyduğu olgular din ve savaşlar olmuştur. Din ve toprak üzerinde yapılan bütün savaşların kazananı yine zaman olmuştur. Zamanın ölümsüzlüğü ve insan varlığının sürekli tekrarı birçok düşünür tarafından incelenmiştir. Birçok düşünceye göre din, bireyin tecrübesi olarak tanımlanır. Aşkınlık, kutsallık yönüne vurgu yapılarak toplumsal yanı göz ardı edilmiştir çoğu zaman. Birçok savaşta bir ideoloji olarak kullanılan din, amacı dışında zamanın içinde kalıp insana kılavuzluk etmekten dışarıda kalmıştır. İnsanlık tarihi kadar eskilere uzanan din, tarihin her döneminde bireyleri ve toplumları en az savaşlar kadar etkilemiştir. İnsanın var olduğu her yerde bir dine mensup insanlara rastlanmış ve dini olmayan bir toplum bugüne kadar görülmemiştir. Toplumların evrensel bir boyutu olarak karşımıza çıkan din, kültürün ilk basamaklarından başlayarak aile, kabile, boy ve millet gibi birliklerle hep yakın ilişki içerisinde olmuştur.

 Sanatın içine aldığı zaman kavramı; yapıtta dışa vurulan kişilik mi yoksa zamanın içkinliği mi soruların beraberinde getirir. Kendini ifade etme, kendini anlatma ve tanıtma arzusu sanatın güçlü bir içgüdüsüdür. Modern düşünürler arasında yanıtından belli miktarda kuşku duyulan sorudur bu. Dilsel analiz diye bilinen, geleneksel ampirizm anlayışının sanattaki versiyonu ve bunun savunucusu  sinemadır çoğunlukla. Duygusal etik teorisi ve duygu aktarımı önermeleri birçok sanat içeriği için yeni anlam sunma arzusunu beraberinde getirmiştir. Zaman ve mekansallığın iç içe girdiği salt sanat anlayışı; kanıtsal bir sunumdan çok analizi seyirciye bırakan bir anlayışa yönelmişlerdir. “İyi” sözcüğünün ahlaki merkezini oluşturan tek bir kavramı kapsadığını düşündüğümüzde, sözcüklerden çok fazla etkilenildiği ortadadır. Çok önemli fikirlerin taşıyıcısı olan “gerçek”, “cesur”, “özgür”, “içten” gibi daha az genel ahlakı içeren sözcükleri sanatın içinde etkileyici kavramlar olarak görürüz. Erdemin betimlenmesi, dinin insan üzerinde ve toplumda etkileri, güçlü bir toplumun ideolojisi olmalı mı, insanlar taraf olmalı mı, zaman ve insan ne kadar eşittir sorularının cevabını Milço Mançevski, 1994 yılında çektiği ve Makedonya’yı merkezine aldığı, Before The Rain filmini çekmiştir. Sözcükler, Yüzler ve Fotoğraflar adında üç bölümden oluşan filmin ana teması savaştır. Zamanı kaybettiğimiz, filmde de sürekli söylenen, “Zaman asla ölmez, çember yuvarlak değildir.” Sözlerini, zamanın iç içe geçtiği bütün sahnelerde anlıyoruz. İnsanların savaşta taraf olmalarını ve toplum içinde iç savaşa değinen yönetmen, savaşların bitmeyeceği yönünde düşüncesini iliklemiş. Sözcüklerle anlama ve aktarma dilini kullanan yönetmen, aynı adlı bölümle, göstergenin iki yönünü yani ses imgesi ve kavramsal bakma anlatısını anlamlandırmış. Üç ayrı epizotta, zaman olarak birbirinin içinde gibi olsa da aslında iki epizotta ayrı gibi görünür. Üçüncü epizotta İnarritu fimlerini getiriyor seyircinin gözüne, öyküler bağlanıyor birbirine. İlk başta yüzeyde aranılan anlam giderek derine iniyor.

 


SÖZCÜKLER

Kadın, erkek, Müslüman, Hristiyan, Arnavut, Makedon bütün bunları zamansızlığın içinde karşılaştırma olarak sunar yönetmen. Savaşın zıt taraflarını bir arada tutmanın yolunu Hristiyanlık inancında olan, “Sana vurana diğer yanağını çevir” anlayışıyla sunar. Evrensel sevgi ve barışı çemberine alan yönetmen, zamansızlık içinde birçok öğretiyi hedefine koyuyor. Din, toplumlara belli bir zihniyet kazandırma toplumsal kontrol, toplumu yeniden yapılandırma ve bütünleştirmeyi sağlama gibi bir takım temel toplumsal işlevi üstlenir. Dinin belirli işlevlerinden biri de insanlara belirli bir dünya görüşü kazandırmaktır. Dinin kendisine kazandırdığı zihniyet yapısıyla insanlar, dünya ve dünyevi olaylar karşısında nasıl bir eylem ve tutum içerisinde bulunacaklarını belirlerler. Böylece din, bir zihniyet ve ideoloji kazandırma işlevi görür. Dinin bir diğer işlevi ise toplumsal bütünleşmeye yaptığı önemli katkıdır. Toplumsal bütünleşmede din ve ona dayalı ahlak sistemi önemli yere sahiptir. Sözcükler bölümünde az diyalogla bu mesajı verir yönetmen. Hristiyanlık ve Müslümanlık anlayışlarına gönderme yapan yönetmen, Müslüman bir kız olan Zamira ve genç rahip adayı Kiril’i sevgide buluşturur. Kiril’in yanına gelerek, “Yağmur yağacak, sinekler ısırıyor”, İleriyi işaret ederek “Bak orada başladı bile” der Peder. Bu sözler aslında filmin son bölümü olan fotoğraflar bölümünde anlaşılacaktır. Zamanın kaybolduğu sözler bunlardır aslında. Bir çobanı öldürdüğü için aranan Zamira, Kiril’in odasına sığınır. Kilisede arama yapan çobanın kuzenlerine Peder; “Kana kan, dişe diş yok, diğer yanağınızı çevirin. Hepimiz kardeşiz, sevgi evrenseldir.” der. Müslümanlık ve Hristiyanlığın bu iki anlayışını, Savaş ve BARIŞ zıtlığında vurgulayan yönetmen, bu sahnede seyirciye birebir sesleniyor. Peder’in söylediği “Zaman asla ölmez, çember yuvarlak değildir.” Sözleri, çocukların odunlarla çizdiği bir çember ve ortasında bıraktıkları kaplumbağayı izlerken yine söylenir. Zamana vurgu yapan yönetmen, içgüdüsel savaş taraftarlığını çocuklar üzerinde veriyor. Zamira ve Kiril’i evrenin ortak dili olan sevgide yan yana getiren yönetmen, zaman içinde kaybolmayı veriyor son sahneyle. Kiril’i bir daha görmeyiz, son sahnede Zamira ailesi tarafında gözlerinin önünde ölmüştür.

 


Yüzler

Gerçeklikler düzeyinde savaş, salt mantıksal bir yapıya göre değil, fakat ihtimal hesaplarına ve siyasal toplumsal koşullara göre sürdürülen bir karşılıklı eylemler bütünlüğüdür. Savaş sırasında büyük boyutlara erişebilen korku ve kararsızlıklar; gerçekliğe nüfuz etmenin zorluğu, savaşın savunanları ve tarafları ve taraf olmak zorunda kalanları, modern hayatta etkileri taarruzun zayıflatıcı etkisine maruz kalmanın etkileri bütün bunları bu bölümde verir yönetmen. Londra’da geçer bu bölüm. Savaşı sadece fotoğraflardan bilen bir toplum. Savaş fotoğrafçısı olan Alex ve gazeteci Anne var sevginin ve savaşın odağında. Kendi içsel savaşları daha baskın aslında. Birinci bölümde Kiril, Zamira’ya fotoğrafçı bir abisinin olduğundan bahseder ama bunu filmin bütününde asla anlayamıyoruz. Zaman kavramını kaybettiğimiz bölümde zaman birbirine geçiyor. Birinci bölümde gördüğümüz kaplumbağa, Londra’da bir fanusun içinde. İnsanların, savaşın iki tarafını anlatırken yönetmenin verdiği en net mesajlardan birisi budur. Alex, Anne’i ikna etmeye çalışır Makedonya’ya  gelmesi için fakat Anne kabul etmez, Londra’ kalıp savaşta bir taraf tutması gerektiğini söyler. Alex, “Barış bir istisnadır, kural değil.” der. Savaşın bütün kötü yanlarını sadece fotoğraflarda göen Anne, kocasıyla çıktığı akşam yemeğinde bir çatışmanın ortasında kalır ve kocasını kaybeder. Fotoğraflarda olduğu gibidir kocasının yüzü ve Anne savaşı ilk defa yanı başında hisseder. Erdem, nedensiz, amaçsız, din ya da toplum tarafından emredilmeksizin ortaya çıkar bu bölümde.

 


FOTOĞRAFLAR

İnsani amaç, zamanın içinde insani tüm yönleri ile bir bütün olarak yetiştirme görevinden kaynaklanır. İnsan, hayatı yorumlamak ve yaşantısına bir anlam kazandırmak ihtiyacındadır. İnsanın bu duygusunun karşılanması, doyurulması ve geliştirilmesi gereklidir. Bu durumda zaman insanın içinde kaybolmuştur. İnsan ise çemberin dışında kalmıştır. Zamanı ve mekanı mutlak, apriorik bir konumlandırmaya tabi tutuyor bu bölümde yönetmen. Onları fetişleştirip soyutlaştırdığı gibi, gerçek yaşamın da dışına itmiş. Böylece sabitlenen ve tözsel bir içerime bürünen aman-mekan kavramsallaştırmaları toplumsaldan ayrışan yeni bir zaman ve mekan düşüncesinin kaldırım taşlarını döşemiş. Söz konusu epistemolojik duruşu, toplumsala rağmen yeni bir ontolojik duruşa getirmiş. Giddens, modern öncesi toplumlarda zaman ve mekanın birbirlerine bağlı olduğunu, zaman hesabının mekandan bağımsız olamayacağını söylemiştir. Zamanın niceleşmesinde perspeftifin keşfi dediğimiz bakışa sürükleyen yönetmen bu bölümle zaman algısını tamamen yok ediyor. Zaman ve mekan  bağını oparan yönetmen, kavramların içini boşaltıyor böylelikle. Zaman ve mekanın içinin boşaltılması ironik olarak iç içe geçmesi sürecine girmiş. Kendi vatanına dönen Alex, dönüşümün bir parçasıdır aslında. Birinci bölümde bir cenaze töreni görürüz, bu bölümde ölümüne götürür bizi. Alex’in elinde makinası yoktur ama eliyle çekiyormuş gibi yapar. Mesleği ve savaşın gerçek yüzü arasında sıkışan Alex bu döngünün asıl yüzüdür. Fotoğraf çekebilmek için bir mahkumun ölümüne şahit olan Alex, “Makinam birini öldürdü” der. Alex, eski sevgilisi Hana’nın yanına gittiğinde, Zamira’nın onun kızı olduğunu öğrenir. Zamira’yı arayan kişiler Alex’in kuzenleridir. Zaman başa dönmüştür burada; Zamira’yı kaçırırken Alex’i vurur kuzenleri. Zamira kiliseye doğru kaçar. Alex ölür ve yağmur başlar. Zamanın kaybettiğimiz nokta, Alex’in Anne’ye gönderdiği fotoğraflarda  Zamira’nın ölüm fotoğraflarının da olmasıdır. Zaman kaybedilir ama çember yuvarlak değildir. Kimse başlangıç noktasına ulaşamaz. Döngü aynıdır ve sürekli  tekrar eder. Her ne kadar film çember yuvarlak gösterse de sonuçlanmayan bir hesaplaşma ve devam eden savaşlarda yuvarlak olmadığını görürürüz. Bu bölümde sürekli kadraja giren ağaç ikinci bölümde biblo olarak çıkar karşımıza. Alex’in köyünde gezdiği sokaklar ve orada geçen sahneler, aynı yıl çekilen, Abbas Kiarüstemi’nin Hane-i Dost Kocast filmi ve üçlemenin ikinci filminde de vardır. Benzer sahneler taşıyan fimlerin, fikri merkezi savaş ve savaşın psikolojik etkileridir.

 


 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder