24 Temmuz 2021 Cumartesi

Midsommar (Ari Aster, 2019)

 Kişinin kendisi için ne olduğu ile ne olduğunun değeri arasındaki fark, kişinin kendini küçümsemesi konusunda oldukça faydalı bir olgudur. Kendi varoluşumuzun zamanın tüm dolduruşu bunun içsel kapsamı ve bir kimsenin ne olduğu, kendine biçilen değeri toplumsal ile bireysel olarak ayırır. Toplum, kendi değerimiz konusunda ve kendimizin neyi temsil ettiği konusunda kayda değer fikir verir. Varoluşumuz adına, bir odada yaşayarak oluşan varlığımız ile toplum içinde yaşarken oluşan varlığımız salt toplumsal öğreti ya da normlar, örflerden kaynakları değil; aynı zamanda biçimimizi oluşturan unsurların bizi temellendirdiği ilkesi gözardı edilmemelidir. Ötekiler, doğrudan ya da dolaylı olarak davranışlarımızı, düşüncelerimizi ve hatta duygularımızı birer kalıba soktuğu sürece salt "kendi varlığımız" diye bir kavramın tartışmaya açık olduğu da aşikardır. 

TOPLUM İÇİNDE ERİTİLEN KİŞİLİK VE İNŞA EDİLEN KİMLİK:

Kültür genel anlamıyla toplum ve birey üzerinde tanımlamalar yapılmasına izin verilen değerler, davranışlar ve bilgi toplamanın düzenlenmesine işaret eder. Toplumsal yapılanmanın bir arada yaşamanın kurallarını bireyi normalleşmeden çıkararak ait olduğu zorunlu kılınmış dayatılan kimliğe bürünmesi sonucu kaçınılmazdır. Yaşanılan yerin kişilik ve kimlik üzerindeki etkisini ortaya koymak için zaman kavramının etkinliğini vurgulamak gerekir. Daha açık ifadeyle zaman, kişilik kimlik zıtlığının dönüp dolaşarak aynı sonuca bağlandığı büyük bir varlık gibidir. Aristoteles Fizik eserinde zaman üzerine düşünürken "şimdi" denilen "ara-an" ın önce ve sonraya göre belirlendiğini söylemiştir. 

İdeoloji çerçevesinde ele alınan ırkçılık her kültürün ürün ya da yaratı, örtük ya da aşikar biçimde dünyanın nasıl ele alındığı ya da alınması, bu dünyada kadın ya da erkeklerin birbirlerini nasıl görmesine dair görüşler içerir. Giydiğiniz giysiler toplumsal değerleri dışa vurur, ideolojik yönden masumane bir biçim değerlendirmesinden dışarı çıkılarak farklı ırktan karakterleri incelikli ve belirsiz bir siyasetin içine atar. Yaşamı ve dünya görüşünü temellendiren düşünce ve inançlar zincirlemesi kimileri için ailenin kutsallığına olan inancı, kimileri için ise uygarlığın ilerlemeci olduğu görüşünü ifade eder. 

Ari Aster'in 2019 yılında yapmış olduğu Midsommar (Ritüel) filmi ideolojik eleştirinin en iyi örneklerini sunar. Film kendisini metaforun içeriğiyle sınırlandırmaz, nitelikli ideolojik eleştiri yerine karakterler ve olay örgüsüyle ilgili sorunları anlatımın yapısı niyet ya da iddiaları ortaya koyar direkt olarak. Örtük ifade biçiminden geri duran yönetmen insanların birbirleriyle kurdukları ilişkiler ve bu ilişkilerin nasıl kurulması gerektiği konusunda da önerilerde bulunur. Seyirciye şu soruları bırakır:




 "Bireysellik önemli mi, aile önemli mi, yaşadığın yer mi, seçtiğin yer mi, bu değerler doğal mı?"

Filmde işlenen motifler sakin ve serin kanlı dış görünüşün altında ve gündelik yaşamın ortasında çılgın katil dünyayı düzensizliğe sürüklemeye başlar. Üslup açısından film ABD sinemasının hem dışa vurumcu hem de sokak gerçekçiliği geleneklerine dayanıyor. Çılgınlık tutsaklığını simgeleyen spiral şeklindeki resimlerle baş döndüren perspektif dışa vurumcu bir çekimle ifade ediliyor. 

Kültürel bir belgesel niteliği kazandıran film, toplumsal yoksulluğun ve yasa dışı yaşamın sokak gerçekçiliğini söz konusu ediyor. 



Filmde genç bir kız olan Dani, ana karakter olup popüler kültür ile bilinçaltında yatan henüz ortaya çıkmamış kültürün arasında kalan bir sıkışmayı temsil etmektedir. Aile ögesinin dışavurumcu sosyo kültürel örneğidir ve yas tutan bir kız kardeş olması da, geleneksel aile kültürünün bir parçası olduğunu göstermektedir. Kız kardeşinin henüz yaşadığını bilmeyen fakat ondan e-mail alamadığı için öldüğünü düşünen Dani, teknolojinin yeryüzüne getirdiği kültürel kuraklık ile can çekişmektedir adeta. Kardeşiyle olan tüm bağının elektronik cihazlar üzerindeki bağlantı ile olduğu ifade edilir. Popüler kültürün zaruri bir hale gelmiş olduğu da, aslında ilk yarım saatte modern Amerikan kültürünün oldukça çağdışı bir kültür olduğunun göstergesidir. İletişimin salt teknolojik aletlerle örülü olduğu düzende, Dani erkek arkadaşı Christian ile bile güvenilir bir bağ kuramamıştır. Diyalogları oldukça kısadır ve Christian ile yakın arkadaş çevresinin yanına giden Dani'nin onlarla konuşacak pek birşey bulamaması da öz güveni yitmiş, kız kardeşinin tekinsiz varlığıyla da iyice yıkılmış ve neredeyse asosyal bir karakter haline büründüğü anlaşılmaktadır. Filmin ilk yarım saatinde sadece popüler kültür etkilerinin gözetildiği filmde müthiş bir diyalogsuzluk ve hatta iletişimsizlik hakimdir. Oysa ilk yarım saatte hemen her karede çağın iletişim araçları olan telefonlar, bilgisayarlar vb. gözükmektedir. Dani içine kapanıklığı ve ne yapacağını kestiremez bir halde, kız kardeşinin yasını unutarak yine popüler kültürü simgeleyen Christian ve arkadaşlarıyla İsveç'teki Midsommar festivaline gitmeyi kabul eder. Bu da, Dani'nin bilinç altnda yatan açlığı gösterir. Kültür denen kavramdan oldukça kopuk olan Dani, belki de yaşayacaklarını önceden gerçekleştirmekte, adeta kendini gerçekleştiren kehanet denilen şeyi yaratmakta ve bilinçaltında yaşamak istediği hayatın portresini çizmektedir.

Kültürün ya da estetik olana ahenk için duyulan modeli sağlayabilmesi için Dani festivale katılmaktadır. Buradan sonra da yönetmen politik bir alegori çizer. Akıl ile duyular arasındaki ilişkilerin egemen sınıf ile halk arasındaki ilişkileri andırdığı alegorik bir eser çıkar ortaya. Dani ve arkadaşları sanki sıradan halk karışık hislerden oluşan, sanat eserinin düzgün biçimine ait bir güruhu temsil eder. Kültür de bu kurtarıcı projenin gerçekleşmesini sağlayacak süreçtir. Kışkırtıcı bir bireysellikten meydana gelen İsveç toplumu, bu kültürü ayakları altında vahşice ezer. Kültürün nazik eldiveni siyasi bir demir yumruğa evrilir. Bireysel gelişim anlamındaki kültürden toplumsal kuruluş anlamındaki kültüre geçişin ardında yeni ve korkutucu bir sahne çıkar ortaya. Yerleşik düzen ve güvence hissi yeni gelen bu kültüre ruhsal dengesizlikleri yerleştirir. Kitleler kültür edinemez yani yumuşak başlı ve disiplinli davranamazsa devletin temelini sarsar kuramını engeller. Azınlığın sahip olduğu hoşluk ve ışığın kısıtlı kalacağını da betimlenmiştir. Kültür terimi burada karşıtını betimler.

Anarşist bir topluluk olan İsveç halkı, birleştirme değil bütünleştirme değil yönetenleri birleştirme ilkesini kendisine ilke edinmiştir. Kültür hoşluk ve ışık saçarak yabanıl avam tabakasının yürüyeni temsil etmek yerine kontrolsüz tutkuları, çatışan çıkarları ortaya çıkarmıştır. Duygudaşlık ve bencillik böylece birbirine karışır. "Kültür insanlığa bir nebze bütünlük katmayacaksa insanlık öfkeli adalet anlayışıyla kültürü yerle bir edebilir." sözünü filmin geneline anlatımlamıştır yönetmen. Hümanist bir gelenek yerine geleneksel ve katı yerleşik düzeni benimseyen (Hammurabi kanunları gibi) kuralları uygulanmaktadır. Çifte bilinç kavramının üstünde duran yönetmen 1868-1963 yılları arasında yaşamış Afrika asıllı sosyolog William Edward Burghard Du Bois'in Siyah Halkın Ruhu çalışmasında yer alan sosyolojik tespitleri oldukça fazlaca serimlemiştir. Siyah ve beyazlar arasındaki toplumsal ayrımların sosyal psikolojik sonuçlarını tanımlamak için çifte bilinç ya da başka bir ifadeyle ikili bilinç kavramını kullanmış. Ona göre bu kavram kişinin kendi benliğine başkalarının gözüyle bakan, kendi ruhuyla eğlenen bir aşağılama ve acımayla seyreden bir dünyanın bakışıyla değer biçen özgül bir duyguyla ifade ediyor. Özellikle Dani ve siyahi karakterler olan Josh ile Connie karakterlerinde bu düşünceyi görürüz. Karakterlerin hissettiği bu iki ruh iki düşünce iki uzlaşmaz çaba bir bedende birbiriyle çarpışan ruhu yansıtmaktadır. Amerika'daki siyahilerin kendilerine egemen beyaz toplumun, kendilerine olan yönelimlerinde oldukça detaylı işlemiştir. Siyahi karakterin çekingenliği bunu ifade eder. Dolayısıyla bu siyahi karakterlerin kimlik olarak ikiye bölünmüş veya iki bilince sahip olarak iki ayrı dünyada varlık mücadelesi vermekte olduğu gösterilmektedir. 



Ritüeller ilk çağdan itibaren, ilk insanla birlikte ortaya çıkan tapınma ihtiyacının dışa vurumudur. İlk toplumlar yerleşik düzene geçtikten sonra (Sümer uygarlığını ele alabiliriz) tanrı inançlarını henüz tek bir varlıkta birleştiremeseler de şükran duyguları için ateşe, yağmura, suya, çeşitli hayvanlara hatta cinsel organlarına tapınarak kültürleri oluşturmaya başlamıştır. Bu bağlamda kültürün icadı da, ritüellere dayanmaktadır. Ateşin icadıyla pişirilen bir balık dahi, bir süre sonra tanrılara adanan bir adak olmuştur. Bu ritüeller zamanla kısır döngü haline gelmektedir. Filmde bu karışıklığı ve ima ettiği bunalımı kimi zaman açık bir şekilde ifade ediyor yönetmen. Bu ritüellerin kurbanlarından birinin simgesi haline gelen bodur insan şeklinde ve akraba evliliği sonucunda özürlü olan insanlar daha çok bize cinai eylemleri ve savaş makinasına dönüşen düzenli orduları anımsatıyor. Filmde ayrıca bunalımdaki toplum meselesi konusunda kafa karıştıran ikiz imgeler ve yansımalar yer alıyor. Bunalımın kökeninde ne yatıyor? Hangisi kabus, hangisi gerçek bu ikiz imge akla getirilen sorularla en belirgin sahneler haline gelmiştir filmde. Bu farklı çekim ve sahnelerde yansımanın teşhir ettiği şeyler birbirlerinden farklı olarak ele alınmıştır ancak hepsinde gözlenen ve keşfedilen benliğin karanlık yüzü, düzensizliği, cinai etkileri açık bir şekilde konumlandırılır. Kendini imha eden psikopat bir katil imgesinde izleyiciye sunulan İsveç topluluğu kendi karanlık yönlerini seyretmeye zorluyor. Kültür, döngüsel bir iktidar boyutunu da toplumla buluşturmaktadır. Yas tutan masum kardeş, yasını bir süre sonra intikam ya da salt vahşi duygularla değiştirdiğini düşünse de, son sahnedeki gülümsemesi kendi arınmasını ifade etmektedir. Filmin en can alıcı sahnesinden biri de, toplumun vicdanını ifade ettiği sahnedir. Bazen insan susar ve sadece bedeniyle konuşur. Filmdeki dans ederek Mayıs kraliçesi olma ritüeli de, bedenin dilden daha yeğ ve etkin olduğunu ifade etmektedir. Dani'nin, popüler kültüre gömülmüş bedeni susarken onu diliyle olmasa bile teknolojik kanallarla vahşi bir yaratığa çeviren sistem, ilkel olduğu sanılan İsveç halkının kavram olarak "modernist" bir yapıda olduğunu göstererek teknoloji ve iletişimin basit ritüeller karşısında çok daha geride olduğunu ifade eder. Dani arınmış, gerçek varlığının istediklerini elde etmiş ve bunalımlı-tezat karakterini de bir kulübede yakmış ve yeni bir yaşama kavuşmuştur. 


                                                       BAHAR DENİZ & MANEVİ ENERJİ

23 Temmuz 2021 Cuma

Sevmek Zamanı (Metin Erksan, 1965)

 Dünyadaki temel varlık biçimimizin anlama ve yorumlama olduğu, yorumsamadan bağımsız bilgi bulunmadığı çıkış noktası temel kabuldür. Bu bağlamda defalarca temellenen Freud'un "tekinsizlik" kavramı; kaygı hali bireyin iç dünyasının koşullarını deşifre eder. Duygunun içeriği ve temelinde yer alan tekinsizlik bastırılmış olanın geri dönmesi, tanıdık olayın yabancı hale gelmesi travmatik bir tezahür haline dönüşür. Korku ve kaygıların ifadesi bilinçaltından geri dönmesiyle insanın suretler aynaya dönüşür. Dolayısıyla mutlak bir tekinsizlik başlar. Literatürdeki modenirtite, modernizm ve modernleşme kavram ve olgularını insan daha duygusal gündelik ve içerik olarak aşka ve duygusallaşmaya yönlendirirken yeni olana doğru değişme, gerçekte yeni olana evrilme gerçekleşir. Homojen bir bakış açısını biçimlendirme çabası, karşı doğruluğu yok etme kendi doğruluğunu bölünme durumu kişinin tekinsizlik halinin belirtisidir. 

İmgeler, suretlerin genel yansımalarını tahayyül ettirerek yeni anlamlar doğurur. Herhangi bir imge, aslında kendi varlığından bağımsız sonsuz noktanın yorumlanabileceği doğrulara çıkış noktası açmaktadır. Hemen her cisimde olduğu gibi, doğrudan insanı güzellik, çirkinlik, aşk, tiksinme, nefret gibi pek çok duyguyla karşılaştıran suretlerde de, imgeler sonsuz doğrular yaratır. Suretlerin varlığını noktalayan imgeler, milyonlarca farklı algı biçiminden doğduğu için bir o kadar mana da taşıyabilirler. Her imge insanda farklı bir bakış açısı yaratır. Bir müzik aletinin ortaya çıkardığı imge, kişiden kişiye farklı manalar doğurabilir. Bu bağlamda imgeler, nesnelerin varlıklarını birer tabula rasa olmaktan çıkarıp varolan konumuna sürüklerler. Varlığın özünde imgelerin yattığını söyleyebiliriz. Sartre ve varlık konusunda karşıt görüşleri olan Heidegger, varoluş konusunda özün önceden geldiğini ya da sonradan doğduğunu teorisel boyutta açıklasalar da, tartışmasız olarak varlıkların anlamlarının imgelerden geldiğini söyleyebiliriz. Şehrin ortasında, bir çatıda duran martı özgürlüğün, açlığın ya da sonsuzluğun imgesiz olabilir. Suretler de diğer tüm nesneler gibi imgelerden doğar. Nesne suretin tasvirini yok ediyorsa ve zihinsel imge başka bir nesneyi yaratıyorsa zihinde çatallanarak yeni bir varlığını oluştuğundan söz edebiliriz. Mevcut varlık, kendi varlığını korusa da; varolmak adına zihinde başka bir varlık daha yaratacaktır. Bu da varlığın özüdür. 

Metin Erksan'ın Sevmek Zamanı filminde sınıfsal, ruhsal ayrıntılarla zenginleştirilimiş çarpıcı metaforlarla bir sinema diliyle sıradışı bir aşk hikayesinin yanında suretin imgelenmesini izleriz. Boya Ustası Halil ve burjuva sınıfını temsil eden Meral'in şiirsel bir dille anlatıldığı, aşklarını izleriz. Doğu edebiyatında bolca geçen surete aşık olma olgusunun Erksan tarafından sinemaya iki kahraman arasındaki temel çelişkiyi sınıfsallaştırıp toplumsal gerçeklere ön plana çıkardığı, Sartrecı anlamda söylersek gerçeği yerinden ederek onun yerine gerçek dışını koymak olarak tanımlayabiliriz. Erksan sinemasının romantik bir yalan değil de realist bir olgu üzerinden serimlendindiği bir eser izleriz. Modern sinemanın bütün katmanlarını tümünü dikkate alıp bu yolla somut gerçekliğin sınırlarının zorlandığının modern sinemanın dışında bilincin sınırlarını zorlayan Sevmek Zamanı, toplumsal gerçekçi anlayışa modernist bir boyut katmıştır. Batı burjuva kültürünün etkisinde kalmayan film, mekan ve düşünsel olarak daha çok sınıfsal ayrımları da gözeterek farklı bir aşk hikayesi yaratır. 



Boyacılıkla proleterya sınıfını temsil eden Halil'in, filmin ilk sahnelerinde Meral'in portresini izlediği bölümde, sureti izleyenle suretin sahibi arasında eşitlik görürüz. Proloteryadan olan Halil, kendisi kadar masum olan sureti izler. Fakat, ilk paragraflarda da söylediğimiz gibi, bir tekinsizlik bulunmaktadır. Metropolis filminden hatırlayacağımız üzere, Meral, kendi sureti ile Halil arasında "Arabulcu" karakterini temsil ederek, filme de gönderme yapmış olur. Metropolis filmindeki arabulucu, Meral'in kendisi olup Halil ile kendi potresi arasındaki aşkı fitillendirir. Aynı zamanda, Sartrecı yaklaşımla kendi portresi üzerinden anlam kazanarak, Halil'e varlığını kabul ettirmeye çalışır. Halil'in mesleğinin boyacı olması da bir tesadüf değildir. Boyama eylemi, gerçeği farklı katmanlarda gösterme biçimidir gündelik hayatta. Varolanın imgesel boyutunu boyama eylemi temsil eder. Buradan anlaşılır ki, gerçeği imgelerle tanıyan Halil, imgenin sahibini de gerçek olarak algılamaz ve Meral ile olan karşılaşmasında asıl aşkının Meral'e karşı değil, onun portresine karşı olduğunu itiraf etmekte hiç şüphe etmez. Gerçek aşkın, varlığının imgelerden doğduğunu kabul etmiştir ve Halil tıpkı evi boyadığı gibi, kendi zihnini de boyayarak katmanlaştırmış ve varlığın imgesel boyutunda varoluş görerek romantik yerine realist bir aşka kendini kaptırmıştır. 

Filmde zamansallığa ve mekasallığa vurgu yapan yönetmen, filmin şimdiki zamanda olmayacağını da vurgulamıştır. Hatıra ve imgeyi karşı karşıya getirip tasdik etmiştir. "Belirlilimciliğin"ve nedenselliğin ötesine giden kaderdir. Aşırı doğrusallığın ana hatlarını çizen de odur düşüncesini serimleyen yönetmen, sesi zamanın derinliklerinden getirerek trajik kahramanı zamanın derinliklerine taşıyarak onu geçmişe teslim eder. Tarkovski'nin Zerkalo (Ayna) filminde, Sevmek Zamanı'ndan bihayli alıntı yapıldığı da görülmektedir. 



Hatıra, imge, rüya ve gerçek ilişkisini Halil ve Suret üzerinde nesnel ve öznel olarak tasvir etmiştir Erksan. Birbirleri ardında koşmaları, hangisinin ilk olduğunu söylemeye imkan tanımayacak bir biçimde birbirlerine göndermeleri ve birbirlerini yansıtmaları ve aynı ayırtedilmezlik noktasına düşüp birbirlerine karışacakları rüyalar ya da düşünceler bölgesine karşılık gelir. Kahramanın suret ile olan zihinsel görüsü, neredeyse sanrıları çağırır. Halil'in Meral'le karşı karşıya gelme sahnesinde, işçilerin girişi, sirenin çalışı, hayatta kalanları karanlık sığınaklara koşarken görür gibi oluruz. Kısaca sınıfsal farklılık görülmektedir imgeler yoluyla. 



Filmde işlenen bireysel, ruhsal hem de toplumsal kültüre uyumsuzluk ve bu uyumsuzluğun doğal sonucu olan tekinsizlik duygusunun sinemasal dışa vurumu oldukça başarılı bir şekilde betimlenmiştir yönetmen tarafından. Tekinsizlik kavramı düş ve hayallerde psikolojik durumun daha da ortaya çıkması ve bu konuda çatışmalı bir alan olduğu gerçektir. Tekinsiz, korkutan bir durumdur. Tıpkı Halil'in Meral'e karşı olan duygularından korktuğu gibi. Bilinmeyenin uyandırdığı, korkudan daha farklı ve yoğun bir diuygu olan tekinsizlik, Freud'a göre bastırılmış bilinmeyeni temsil eder. Bastırılmış bilinmeyen, salt bilinmeyenden daha ürkütücüdür bu bağlamda. Halil ve Meral modernist, batıcı, sosyal gerçekçi, seküler, eşitlikçi sosyalizme sempatiyle bakan bir düşünce dünyasının ürünleridir. Gerçekle olan ilişkisinde hem estetik hem de düşünsel olan asla geri dönüş özlemi üzerinde değildir Halil. Geçmişle bugün arasında burjuvazi ile proleterya arasında, kadınla erkek arasındaki çelişkilerin gerilimlerinin ruhsal boyutuna özellikle eğilen yönetmen sorgulayıcı ve biçimci bir arayışa yönelmiştir.

Filmin diğer bir yanı da, bilinmeyenin getirdiği yoğun tekinslik duygusunun çağın ötesinde olduğudur. Rüzgarın Hatıraları filminde, kayıkta vurulan iki aşığın akıbetlerini anlarız. Hatta, film bitiminde yazılı olarak da belirtilen ölüm vurgusu basite indirgenmiştir. Fakat, Sevmek Zamanı'nda vurulan iki aşığın akıbetlerini tam olarak bilemeyiz. Kayıkta vurulan iki aşık, adeta ölmemiş ve yolculuklarına devam etmektedirler. Bir diğer can alıcı sahnesi de Meral'in babası ve Halil arasında geçen diyalogtur. Liberal sistemin hegemonik söylemi ve sistemin tüketime yönelik araçları insanı öylesine sarmalamıştır ki; sistem içinde yaşanan her özgürlüğün bir fiyatı vardır. Negatif özgürlük dediğimiz şeyin çağın insanını nasıl tutsak ettiğini, bireyselliğin nasıl terkedilerek özgürleştirildiğini anlatır. Halil ise kendi düzenini bozacak kadar yeni bir düzen istememektedir. Meral'in babasının maddi destek istencini reddedişii bunu simgeler. Çoğunluk filmleri toplumun ötekisi, görünmeyen kadının yapı içindeki temsiliyle erkeklere yer vermemektedir. Film feminist  bir okumaya yol açsa da, bu okuma muhalif bir bakış açısı sergilemez. Burjuvaziden olan bir kadının trajik sonu, yalnızlığı aynı burjuvadan koparılmış erkekle Halil'e aşık olmasıyla ve Halil'in yüzeysel değinimleri yerine surete olan bağlanmasıyla; iki farklı sınıf arasındaki ayrım gözetilir. Halkı ve işçi sınıfını temsil eden Halil soyut olana karşı bağlı iken, kapitalist sistemin kurbanı olan burjuva ile onunla evlenmek isteyen yarı aristorkat aşığın somuta karşı bağlılığı arasındaki derin fark film boyunca gözetilmektedir. Meral'in tıpkı Metropolis filmindeki Maria gibi işçi sınıfına yakınlaştığı ve soyutun somuttan daha gerçek olduğu gerçeğini kabul etmesiyle devam eden yeni bir hikayenin kahramanı olduğunu görürüz. Soyutsal gerçekçiliğin ataerkil, kapitalist ve modernist felsefeden ayrıldığı bir gerçekle, Meral portresini yanında taşısa bile, işçi sınıfının bağlı olduğu saf aşkı seçer yarı aristokrat kesmin mantıksal ve somut kavramlar üzerine kurulu aşkı karşısında. Metafizik ve bilinmeyenden doğan aşk, gerçeğin algılara göre değiştiğini tam bir diyalektik metotla gözler önüne sermekte ve düşünmeye, detaycılığa aşık olan Meral'i de içine çekmektedir. 



İçinde yer alan kültürle şekillenen temsiller içselleştirilerek benliğin bir parçası haline getirilmiştir filmde. Temsiller benliği, kültürel değerler benimseneek şekilde temsil edilmiş. Bu doğrultuda kültürel temsiller ideolojik ve psikolojik duruşların yanında toplumsal gerçeğin inşa edilmesinde de aynı olmuştur. Film boyunca toplumun dayattığı sınıfsal farklılıklar gündelik ilişkiler ağı yaşantılarla aktarılmış. "Egemenlerin küstahlığı yasası babayla" vurgulanmıştır. Küstahlık iktidarın doğal sonucudur düşüncesini filmle ilşkilendiren yönetmen hem babasıyla büyük bir iç çatışma yaşayan hem de sınıfsal aidiyet taşımasını Halil'le uzlaşımlarında sade teslimiyet güttüğü aşikardır. 


                          BAHAR DENİZ & MANEVİ ENERJİ

20 Temmuz 2021 Salı

Eternity and a Day (Theodoros Angelopulos, 1998)

 Modernizmin en merkezi özelliği olan yaşam kavramını birçok yazar daha önce incelemiştir. Bu noktada Rus ve Fransız yazarların keşfettiği yaşamsal dünyevi ve günlük hayatın sıradan konuları daha sonra sinemaya da serimlenmistir. Spinoza, insan bedeninin yaşama faaliyetini son günmüş gibi yerine göre ten, beden,  yerine göre cisim ve varoluş sancısı olarak tanımlamıştır. "Düşüncenin bütün yolları insan yaşamının biçiminde birleşir" diyen spinoza, ruhun sorunlu gerçekçiliği ve özerkliğini kabul ederek; insanı karanlıktan çıkaran ezeli kanunların kavranmasına yükselmek için, varoluşun huzursuzluk ve karanlığından çıkarak mutluluğu kazandığımızı savunur. Akıl ve irade sıfatlarına tanrıdan önce insanı tanımlayan spinoza, Tanrının aklının kendi özünün koruyucusu olması bakımından, insan yaşamının nispetle devamının irade ve akıl yoluyla modernizme katkı sağladığını da savunur. Spinoza, "Kendi başına göz önüne alınan ve tabiatı varlığı gerektiren her şey kendi kendinin nedenidir, kendisinin nedenidir ve yalnız kendi tabiatını zorunluluğuyla vardır" der. Buna göre; insan yaşamı doğduğu andan itibaren varlığının mutlak tabiatında  arayış içinde geçer. Bu doktrinler daha sonra topluma dikte edilir.


 İnsanların yaşayış tarzı üzerine, tabiatın ortak kanunlarına bağlı olanları değil,  tabiatın dışında olan şeyleri de mutlak bir güce ve mutluluğa ulaşmadaki Tanrısal bir güç olarak algılarız çoğu zaman. Dercartes, insanın yetkin duygularını tutkularına ilk ve nedenlerini ve onların kullandığı araçları bize tanıtmaya çalışmıştır birçok denetimlerinde.  İnsanları tanımaktan çok onların Duygun alışları ve etkilerinden nefret etmeden onları şüphe duymadan yaşam biçimlerini, erdem ve işleme güçlerini araştırmanızı önerir. İnsanın hayatı boyunca izlenimlerini,  yaşadıklarının izlerini tabiata üstün gelme çabasına bağlar Dercartes. Mutlak olarak göz önüne alınan arzu, yaşanılan ve yaşanılması gereken anıların tasarlanması insanın özüdür, kökü akıldan gelen duyguların tekrardan yaşayan olma isteği ve varlığın özüne bir anlam bulmadan insanın tasarladığı şeyler, yine kendi yaşam biçimine ipucudur. İnsan yaşamının ahengi, ahlaka ait olan şeylerin güçsüzlüğünden insanın kendisine yarattığı alan, şehvetten doğan sevgi yine insanın içsel savaşıdır.


Genel çizgileriyle, bir taraftan bireyin varoluşunu hareket noktası olarak kabul eden varlık felsefesi, kişinin dünya içindeki yer alışlarını, başkaları ve toplum karşısındaki yerini ve değerini anlamaya çalışan tabiatını onun eylemlerini etik felsefeyle birleştirmiştir. Temel sorun, "insanoğlu bu usdışı anlamsız dünyada nasıl yaşar" sorusuna yanıt aranmasıdır. Sartre gibi birçok filozof yaşamı anlamlı kılabilmek için kişinin tecrübe edilme yollarını ve daha insancıl inançları araştırmışlardır. Dünya üzerindeki anlam arayışının tırmanmasının nedeni; toplumsal yapıdaki değişmeler, kapitalist yaklaşımlar, kişinin özgürlüğünü yitirmeye başladığı şartlar olmuştur. Kişilere göre farklılık gösteren varoluşçuluk tanımları; Mounier'ye  göre umutsuzluk, Hameline'e göre bunaltı, banfi'ye göre kötümserlik, wahl'a göre başkaldırış, Marcel'e göre özgürlük, lukacs'ya göre idealizm, Benda'ya göre usdışılık, Foulquie'ye göre saçmalık felsefesidir. 


"Önce insan vardır sonra şu veya bu adam" ve yine ona göre özgürlük ancak her şey anlamını yitirdiği zaman ortaya çıkabilir" ana fikrini temelini oturtan 1998 yapımı Eternıty and a Day, ölüm ve yaşanmışlık arasında sıkışmış, varlığın manasını şiir ve kelimelerde arayan Alexandre'nın hikayesini taşır perdeye. Geçmiş bugün ve gelecek arasında sıkışıp kalan Alexandra'nın hikayesi;  dans eden görüntüler, kadrajın durağan hali seyirciyi gerçekliğin içine âmâ olarak geri göndermektedir. Çıplak, sessiz ve soğuk sinema diye adlandırdığımız atmosferin içine yerleştirilen şiirsellik seyirciye soru sorma yetisi veriyor. Bir günlük ömrü kaldığını düşünen Aleksandra'nın mülteci bir çocuğu hayatına dahil etmesi ile kompleks ve korku ile tekrar yüzleşmesini sağlar. Kitlesel bir ideolojiye ulaşmaya çalışan yönetmen, etnik soydaşlara ve politik anlayışlara da ince gönderme yapar. İnsan, önce kendine yabancılaşması daha sonra içine girdiği dünyanın sonsuzluğuna katılmasıyla geride bıraktığı bütün yaşanmamışlıklarla tekrar  yüzleşmek ister. Alexandra'nın hikayesi tam olarak budur aslında.



 Hayatı şiirlerle geçmiş bir şair olan Alexandra, mülteci çocukla karşılaştıktan sonra tamamlayamadığı kelimelerin tekrar arayışına girer. evrensel bir dil yakalamaya çalışan yönetmen, tıpkı yeni dil öğrenmeye başlayan birinin bunu hep kendi anadilini tercüme edip durması gibi kelime avına çıkar. Bu yeni dilin ruhunu özümseme ve kendisini bu dille özgür bir şekilde ifade edebildiğini söyleyebiliriz. Hegelci kavramı benimseyen yönetmen, diyalektik imge dediğimiz karşıt sanatın ve düşüncelerin birleştirilerek yeni bir dil yaratma arzusunu Aleksandra üzerinden vermiş. Seyircinin istek imgesine göz ardı etmeyen yönetmen, ölümden önce bir günü nasıl geçirdiniz sorusunu seyirciye yöneltmiş. Dili, diğer toplumsal ve duyusal faaliyetlerle birlikte ele alan yönetmen, kelimeleri ancak pratik bir yaşam biçimiyle iç içe geçtiklerinde dünya ile başa çıkabilecek bir dil meydana getiriyor. 



Mülteci bir çocuğun hayatını kurtardıktan sonra kendi sahip olduğu hayatın bütün alanlarını sorgulayan Alexandra, modernizmi temsil eden ve  ölmüş olan eşiyle de bütün hayatını sorgular. Yarım kalmış bir şiiri tamamlamaya çalışan Alexandra, aynı zamanda kendi hayatında yarım kalmış hikayesini tamamlamaya çalışır. Mülteci çocukla beraber Kelime satın alma oyunu oynayan Alexandra, edindiği bu kelimelerle yarım kalan şiiri tamamlamaya başlar. Yönetmenin bu Kelime satın alma oyunu ile beraber vermiş olduğu mesajlarda özellikle kültürün güzelliği sahip olduğu dil ve yaşamsal unsurların hayata daha olgun daha zinde ve renkli bir tür şiir olarak yükselişe geçilmesini işaret eder. Dilin yaşamsal özünün yağmalandığı birçok toplumda; insanlar yeni bir dil yaratmak için hislerin nesilden nesile aktarılmasını sağlamak için şiir ahengine uyum sağlamışlardır. Alexandra'nın yarım kalmış bir şiiri tamamlamaya çalışırken, kendi hayatına verdiği değer de aynı anda sorgulanır. Herder'e göre yaşamı sağlığına kavuşturacak şey sıradan halkın hayatıdır; sanki orta ve üst sınıflar uygarlığı temsil ederken, halk da kültürü yansıtmaktadır. Alexandra'nın mülteci çocukla bir düğüne katılması ve burada başka ülkelerin insanlarından Kelime satın alması, bir nevi aynı dilin altında toplanan evrensel mesajıdır. Yönetmen, uygarlığın içsel eleştirisi olarak kültürel romantik popülizmine doğumdan ölüme Alexandra üzerinden evrensel bir mesaj iletir.



İnsan yaşamı, varoluşçulukta net bir cevaba ulaşamazsa da bütün tanımların birleştiği noktadan insanın kendi özüne, bugün ve yarın gelecek içinde soyut kavramların içine düşerek anlam aramaya çalıştı bir gerçektir. Özgürlük yolunda kendini seçmenin,  toplumsal bir sorumluluk olarak bağlanmasını, varoluşçuluk öğretisinin özellikle sanatta yararcı bir noktaya gelmesini yönetmen dolaylı bir yolla serimlemiş. İnsan her şeyden önce kendisini anlamsız bir varlık, boş bir hayat karşısında bulur çünkü bir varlık yaratılmamıştır hiçbir sebebe dayandırılamayacağı için de gereksiz fazla ve saçmadır.  Bu durumla karşı karşıya gelme insanda bir irkilme ve tiksinme halini ortaya çıkarır. Sartre, buna "bulantı" adını verir. İnsan, bir  taraftan varlığın bütün ağırlığını kendi omuzlarında hissetmekte diğer taraftan ise onu bir saçmalıktan ibaret olduğunu kavramaktadır. O halde bu insan kendi evrenini ve kendi değerlerini kendisi yaratmak ve ona kendine özgü proje çerçevesinde bir anlam kazandırmak zorundadır. Bu noktada yönetmen, Alexandr'nın yeni bir anlam arayışında karşısına mülteci çocuğu çıkarması tekrar doğum doğum sonrası bireyselliği ön plana çıkarır. Yabancılaşma, acı çeken bir ruh,  mutsuzluk ve anlam arayışı bütün bunları bir çocuk ruhunda birleştiren yönetmen,  Alexandra'yı tekrar sonsuzluktan önceki güne götürür. İçine aldığı bütün özgür ifadelerin kapalı kavramlar olarak verilmesine karşı çıkan yönetmen, seyirciye bolca açık alan bırakmış.