21 Ağustos 2019 Çarşamba

Edebiyat’ta Evrensellik ve Ecrıre Pour Exıster (Özgürlük Yazarları) üzerine

Edebiyat ve sinema biraz özgürlük işi bana kalırsa. Bağımsız salt düşünceden ibaret ama ideoloji taşıma zorunluluğu olması gerekir diye düşünüyorum. Hiçbir ideolojik çağrışım yapmayan şiirler, kitaplar ve filmler de var elbet. Fakat okuyucuyu ya da izleyici anlam ve afarotik anlam kaygısı taşır bu tür eserlerde ve yapımlarda. Dünya çok gürültülü yaşadığımız çağ popüler kültürün alkış seslerinden ibaret. Her dilden, ırktan fikirler yeşertmeyi başarmak zor fakat imkansız değil.

Bu düşünceye hizmet edercesine çekilmiş bir filmden bahsetmek istiyorum biraz: Ecrire Pour Exister (Özgürlük Yazarları) 2007 yapımı Richard Lagravenese filmidir. Öncelikle Ölü Ozanlar Derneği gibi bir filmin yanında esamesi bile okunmaz diyebilirdim; ama konu sadece edebiyat olsaydı. Salt edebiyat anlayışını ve edebiyatın fundametal yapısını bir kenara bırakarak yapılmış bir film. Bir edebiyat öğretmeninin altı ahşap, üstü cam ikiye ayrılmış hayatını anlatıyor ve iki bölmenin ayrı müdavimleri var elbet. Etkin edilgenliğin çizgisinden çıkmak isteyen genç edebiyat öğretmeni Erin, ideolojisi olan amacı sadece öğrenci yetiştirmek olmayan idealist bir öğretmendir.  Onların da fikirlerinin bir ideolojilerinin olduğunu onların bütün zıt yaklaşım ve tavırlarına inat onlara kabul ettirmeye çalışır. Bu bağlamda savaşması gereken sadece öğrenciler değil okul yönetimidir aynı zamanda. Mesleki gerekliliği kuralları kendi kafasında yıkmış olan Erin önce okul idaresinden başlar fikirlerini aşılamaya. Filmin en etkileyici sahnelerinden biri bu konuşmadır kuşkusuz. Farklı ırklardan ve farklı sebeplerle bir araya gelmiş bu öğrencilerden umudu kesmiş olan idareci, Erin’e onları yola getirmenin çok mümkün olmadığını söyler fakat Erin karşısında ki bu sabit iktidar fikrini hemen al aşağı eder sözleriyle. Onlara hukuk okumayı çok istediğini ama okumadığını öğretmenliği tercih ettiğini söyler. “Hukuk okusaydım ve bir çocuğun hayatını mahkemede savunsaydım; işte o zaman savaşı kaybetmiştim fakat asıl savaş burada bu okulda bu sınıfta verilmeli”  der.
Fikir dünyasının içinde ufağın ufağı, her bireyin kendi fikir dünyasının olduğunu bize açıkça verir filmde. Çaresizlikten yola çıkıp barışa işaret eden bir savaş doğrultusunda bir eşitlenme yaratmaktır tek amacı bu idealist öğretmenin. Dünyada en önemlisi dünyada ırkçılıkla ilgili olup bitenlere ilişkin görüşlerinin, düzeyi olumsuzlara stabile olmuş okul yönetiminden farklı olsun ister. Sabit fikri değil de, toplu üretilen her fikri fikirselleştirmek her yazarın her edebiyatçının olduğu kadar Erin’inde hayalidir, ideolojisidir.


Erin’in başlangıç aşaması çok zorlu olsa da amacına ulaşacağını bilmenin umudunu film boyunca görmek mümkün gözlerinde. Hoşgörü ve kendi yöntemleri doğrultusunda önce empati ve kitap okuma alışkanlığı kazandırmakta başlar bu güzel savaşına. Farklı ırklardan farklı sebeplerle gelen öğrencilerin hayata dair fikri olmadığı gibi yapılan ırklar arası savaşa destekleri adeta devrim niteliğindedir. Fakat Erin’in tek devrimi onların bu düşüncelerini edebiyatla ve yazma alışkanlığıyla yok etmektir. Topluma hatta bütün dünyaya özgür yazarlar kazandırmaktır. Her öğrencinin empati yapabilmesi ve anlayabilmesi açısından Anne Frank okumalarını istemiştir. Burada filmi izleyenler Erin’in kitap hakkında hiç bir bilgi vermeden kitapla ilgili soruları yanıtlamaması, sonuna kadar okuyun demesi öncelikle öğrencilerin sabrını, Anne Frank hikayesinden empatiyi, savaş hakkında ve ırklar arası kavgalar hakkında kesin bir sonuca varmalarını istemesindendir.  Bütün bunların  yanı sıra Erin’in mücadele etmesi gereken ve ideolojisi ve İdealleri konusunda desteğini hiç hissetmediği eşi ve babası vardır.  Başarısız bir sınav olacağını söyleyip dururlar Erin’e. Erin amaçları doğrultusunda ve öğrencilerini daha motive görmek adına farklı aktiviteler düzenlemek ister, bunun için gerekli parayı toplamak için de pazarcılık yapacağını eşine söylediğinde, eşi şiddetle karşı çıkar. Ben daha önce sütyen satan öğretmen görmemiştim der ve Erin ben ilk olurum diyerek dediğini yapma yolunda ilk adımı atar.

Filmin bu sahnesinde ülke şartları geldi aklıma; bizim ülkede ideolojik bir amaç için değil ekonomik şartlar için pazarcılık yapıyor öğretmenler. Hayatta kalabilmek adına limon satıyor, okul çıkışı başka bir işe koşuyor, atanamayınca intihar ediyorlar.

Filmin sonunda Erin ikiye ayrılmış hayatında eşini kaybetmiş ama asıl amacına ulaşmıştır. Özgür yazarlar yetiştirmiş ve bu ideolojisini evrenselleştirmek için daha büyük ideoloji kaygısına düşmüştür. Edebiyat özgür olmalı, edebiyat özgür bırakılmalı ve evrenselleştirilmelidir.

Yazma konusunda, edebiyat konusunda; bir emniyet kemeri olmadan, yön çağrışımı ve herhangi bir uyarı levhası olmadan yazmak mümkün olmalı. Tarih boyunca, siyasi fikirlere birilerinin tarihten getirdiği örtülü geleneklere göre yaşadık ama manasını kaç dilde sorduk kaç ırkta hissettik? Birileri senin kaleminden çıkanları okuyacaksa bu evrensel olmalı en başta özgür olmalı; tepkilerin evrenselliği kalemin gücünü belirler. Bir fikri bir ideolojiyi milletler arası bir düzeyde dengede tutmak elbette zor fakat bu  zemini oluşturmak, doğru yanlış idealitesini düze çıkarır.

Düşüncelerimizi serptiğimiz zemin, sabit bir fikirden geleneksel örtülerden ve iktidari dayatmalardan ibaret ise kayıp düşmemiz kaçınılmaz. Bahsettiğim tamamen edebiyatın özgürlüğü ve evrenselliğidir.
Özgürlük kadar iddialı bir sözcük daha yoktur, fakat sanat ve edebiyat bütün sınırlarını zorlamalı bu konuda. Eleştirel akıla açık olmalı yazılan anlatılmak istenen ama ne yazık ki seküler olamıyoruz bu konuda. Okumak, yazmak, özgürleştirmek elzem değil benliğimizde, ya da mümkün değil yönetimlerde. Bugün baktığımızda dünya klasiklerini belirli sayıda okumuş birinin çok rahat çıkarımlarına rastlayabiliyoruz, popüler kültürün hüküm sürdüğü her mecrada. Büyük bir gururla ve övünerek söylüyorum dünya klasiklerinin neredeyse hepsini okudum. Ama Suç ve Ceza okumadan Raskalnikov’un suçlu mu uçsuz mı olduğunu bilemezsiniz, Babalar ve Oğullar'ı okumadan Bazarov’u anlamanız imkansız, Kafka’nın Dönüşüm ve Ceza Sömürgesi okumadan onun bakış açısını görmeniz imkansız. Özgürlüğün saplantılı başlangıcı okumak olmalı, okumak evrensel olursa; yazmak evrenselleşir edebiyat evrenselleşir ve dolayısıyla özgürleşir. Aristoteles’e göre “yazar sayısı kadar üslup vardır” yine Buffon “üslup yazarın ta kendisidir” der. Yazmanın, okumanın evrenselleşmesin, nereden geldiğinin kimin kaleminden hangi üslupla çıktığının bir önemi olmamalı. Bozkırın şairi de evrenselleştirebilir, Fransa’nın en romantik şairi de Yunan felsefecisi de. Kent şairleri taşradaki insanın yaşamını ve sesini şiirlerine yansıtıp dolayısıyla yönünü evrensele çevirebilir. Dolayısıyla Afrikalı bir yazar bir şair oradaki bir çocuğun açlığını belirli bir algoritması olmadan özgürce evrenselleştirebilir. Bir başka ülkenin bir başka ırkın acısının, sevincinin sığınma evidir edebiyat.

Yaşadığımız koşullarda evrenselleştirmek ve özgürleştirmek biraz duyarlı olsada; koşulları çözebilecek ideolojide şair, yazar, genç yeteneklerin yetiştirilmesi gerekiyor. Edebiyat biraz toprak gibidir, yazmak biraz toprak gibidir, verim almak için beklemeyi evrenselleştirmek mesele. Sistematik bir linç var yazma ve okuma konusunda, en azından bizim ülkemiz de bu böyle. Özgürlük çok uğramıyor hayatımıza hele ki böyle durumlarda.. Dostoyevski’nin Ölüler Evinden Anılar kitabını anlamak için; cezaevine girip tecrübe etmek gerekiyor bizim ülke de. Özgürlüğü tercih etme imkanının açıklığı, iyiliği ya da kötülüğü tercih etme açıklığını da içerir. Dünya düşüncelerine hakim olmayı bırakalım bakış bile atamıyoruz bu konuya, bu fikri mümkün kılmak şöyle dursun, mümkün kılmaya yönelik bütün yetileri zedeleyen bir tutum söz konusu. Yine de bu doğrultuda ilk adımları yazmakla, okumakla edebiyatla başarabileceğimiz fikrine stabilize ediyorum umudumu.
 
Yazmak özgür bir eylemdir ama okumak daha özgür bir eylemdir. Özgürlükle kalın.

7 Ağustos 2019 Çarşamba

Bağımsız Sinema ve El Norte Filmi Üzerine

Bağımsız sinema kültürünü az çok hepimiz duymuşuzdur. Bağımsız sinema denildiğinde ise bunu salt film festivallerinde özel bir hayranlık güdülerek izlenen filmler olarak algılamak yerine, ticari kaygıdan uzak, tamamen hayata dair olayların, toplumsal ve sanatsal kaygıların güdüldüğü, bütçesinin dahi filmi yönetenler tarafından karşılandığı film örneklerini aklımıza getirmeliyiz. Keza bu filmlerin belli festivaller döneminde, kısa süreliğine sinema salonlarında gösterilmesinin sebeplerinden birisi de budur. Tanıdık simaların pek fazla yer verilmediği, oyunculuk kabiliyeti gayet yeterli olan fakat henüz yıldızı parlamamış aktör ya da aktristlerin yer aldığı örnekleri aklımıza getirebiliriz. Çoğu zaman TV'de izlediğimiz bir dizide pek de gözükmeyen, neredeyse figüran sayılabilecek bir oyuncun bahsi geçen filmlerde baş rolde olması ya da önemli bir karakteri canlandırması da bunun kanıtlarından biridir. Zira pek çok bağımsız sinema örneğinde bunu görürüz.

74 yapımı Alice in the Cities (Alice Şehirlerde), tıpkı fotoğraf karelerini andıran sahneleriyle, sekanslarda anlatılanın içimize işlemesi adına kullanılan enfeks müzikleriyle, gayet sıradan bir yolculuğu anlatırken yer verdiği eşsiz diyaloglarıyla tamamen sanatsal kaygılar güdülmüş mükemmel bir bağımsız sinema örneğidir. Alice, tanışmış olduğu kız çocuğuyla atıldığı bir yolculukta Almanya'nın ve New York'un günlük yaşam akışını, hayata dair kısa detaylarını gözler önüne serer. Filmi izlerken, adeta onlarla beraber tren yolculuğuna çıkarız. Küçük bir kafetaryaya oturur siparişimizi veririz, kalacak yer ararız. İçimizdeki kasveti, aniden aklımıza gelen sevimli esprilerle dağıtırız. Filmdeki karakterlerle beraber o atmosferi hissederiz. Tüm bunları izlediğimizde, günlük hayatla sanatın kesiştiği pek çok noktayı yakalamış oluruz. 

2000 yapımı Memento (Akıl Defteri) de keza büyük bir prodüksiyonla ya da dev bir bütçeyle çekilmemiş olup, oldukça fazla ses getirmiştir. Psikolojik-gerilim filmi olup, yalnız yaşayan ve hem kendini, hem amacını, hem de geçmişini arayan yalnız bir adamı tüm çıplaklığıyla ve rahatsız edici öğeleriyle ele alır. Film boyunca ana karakterle beraber geçmişi öğrenmeye çalışırız, nerede olduğumuzu anlamaya çalışırız ve hatta kim olduğumuzu çözmek için zihnimizi yorarız. Christopher Nolan gibi usta bir yönetmenin elinden çıkan bu film belki de yıllar sonra dev prodüksiyonlarla ve bütçelerle yapmış olduğu filmlerin bir provası olmuştur. 

Önceki yazılarımızdan birinde bahsetmiş olduğumuz Pi filmi de keza bağımsız sinema örneklerinden biridir. (Filmin anlattıkları, çıkarımlar ve olay sarmalı için filmi izlemenizi ve yazımızı incelemenizi öneririz.)

İlerleyen zamanda, hakkında daha fazla detay vereceğimiz "Sarhoş Atlar Zamanı" da İran sinemasının önde gelen örneklerinden biri olup, kırsal yaşamı, töreleri, toplumsal örtmeleri, hatta kendi yaşadığımız coğrafyadaki çocuk gelin örneklerini gösterir. Maalesef kaçakçılıkla hayatını idame ettirmek zorunda kalmış, tahsil yapmamış köylünün çekmiş olduğu acıları ve bu acıların tüm sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik sebeplerini adeta bir belgeselmiş gibi gözler önüne serer. Belki bir doğu gezisine çıksak, İran-Irak sınırı arasındaki bir kasabada ve hatta Kars-Iğdır arasındaki köylerde bir süreliğine hayatımızı sürdürsek benzer olaylara şahit oluruz. Sanatın en gerçekçi yönleri öyle ele alınmıştır ki, pek çoğumuz filmdeki engelli çocukla beraber ağrılarımızı hissederiz, atlarla beraber sarhoş oluruz ve belki de filmdeki aileyle beraber bir yer sofrasına oturup yemek yeriz.

Yine aynı şekilde bağımsız sinema örneği olan 1983 yılında çekilmiş, İngiltere-Abd ortak yapımı El Norte filmini daha kapsamlı ele alalım. Filmin yönetmeni Gregory Nava'dır. 

Bir aile hikayesinden yola çıkarak aileden sadece iki kardeşin kaldığı film; bize John Steinbeck'in Gazap Üzümleri tadı veriyor. Öyleki iki sahnesinde direk Gazap Üzümleri alıntısı vardır. Buna ileride değineceğiz. Meksika'nın bir köyünde yaşayan aile oldukça zor şartlar altında, sistemin, yönetimin bütün baskısını üstlerinde hissederek hayatta kalmaya çalışırlar. Başlangıç sahnesinde baba karakterinin oğluna verdiği öğüt aslında bugün bile mutlaka her evde duvarlar içerisinde sessizce fısıldanan şeylerdir. 

"Zenginler için bir çiftçi iş yapan bir çift koldur sadece." Çok geçmeden bunu diyen baba, sisteme karşı duruşunu sergilerken askerler tarafından öldürülüyor. Sonrasında filmdeki ağıt sahnesi acının dini, dili, ırkı olmadığını, oradaki kadının İspanyolca ağıtındaki acıyı bütün dillerde anlayabiliyorsunuz. Oysa Gazap Üzümlerindeki gibi; "Ölmeye sıra gelmeden önce yaşamaları şart." değil mi? deyiveriyorsun. Bir dua patlatırsın, bütün dertleri sinek kağıdına yapışan sinekler gibi o duaya yapışır, dua uçar gider, dertleri de birlikte götürür ama öyle değil. Oradaki dua hiç bitmiyor. 

Buradan sonrasında aileden sadece iki kardeş kalır ve köyden ayrılarak Kuzey'e doğru bir yolculuğa çıkarlar. Bu filmin üçüncü bölümüdür. Meksika'dan Los Angeles'a kaçak olarak yola çıkarken kanalizasyon sahnesi ve farelerle olan savaşları filmin sonunda, savaşın fareler tarafından kazanılacağını anlatır. Los Angeles'a vardıklarında köy yaşamından kentleşmeye adapte olmaya çalışırken oluşan ruhsal değişimlerin psikolojisini tamamen hissedebiliyorsunuz. Gazap Üzümleri alıntısından bahsetmiştik zira. İki kardeşin Los Angeles'ta kaldığı evde kız kardeş karakterinin ilk defa sifon görmesi ve bu tuvaletlerde sifon var diyaloğunun birebir aynısı Gazap Üzümleri'ndeki anne ve kız arasındaki diyalogda geçmektedir. Okuyanlar, filmi izlediklerinde bu detayı rahatlıkla yakalayabilir. Filmin en can alıcı noktalarından birisi kız kardeş karakterinin çalıştığı evde teknolojiye ayak uyduramaması ve evin hanımıyla olan diyaloğudur. Çamaşırı elleriyle yıkaması hanımın dikkatini çeker ve onun elleriyle yıkamasını istemez, bu eziyete göz yumamam der. Alışılagelmedik bu durum kızın psikolojisini derinden etkiler. Köy yaşamında gördüğü hakaret ve zorluklardan sonra bu şekilde bir yaklaşım kıza oldukça tuhaf geliyor. Kızın buradan sonra zaten psikolojisi bu durumu kaldırmaz ve farelerin kazanmış olduğu zaferin belirtileri sağlığında kendini gösterir. Aynı anda kardeşi bir başka kadının aslında kendisine yardım ederken, onu hor görmesiyle karşı karşıyadır. Erkek kardeş karakterine yardım etmek isteyen bu kadın onun başka bir ülkeye gidebilmesi için ona uçak bileti alacaktır. Oradaki kadının konuşması aslında onları hiçbir zaman kabul etmediklerini, köyden kent yaşamına hiçbir zaman ayak uyduramadıklarını iki cümleyle çocuğun yüzüne vurur. "Meksika'nın köyünden gelip Los Angeles'ın kapısını bulduysan pek ala havalimanının kapısını da bulabilirsin."

Filmi hafızalarımıza kazıyan psikoloji; yoksulluğun, mülteciliğin bir yere ait olamamanın bize hissettirdikleridir. Mültecilik, kendi topraklarından istemeyerek vazgeçen insanların, farklı bir ülke ya da şehirde hayatta kalmaya çalışırken karşılaştıkları zorluklarla birlikte gelen psikolojik savaş "gantomakhia peri tes ousias" a girişmekten, kendilerini muaf sayan bu insanlar bu psikolojiyi yaşamaya aslında bir nevi mahkumdurlar. Filmin son sahnesinde kız kardeşin son nefesinde erkek kardeşe söyledikleri "bizim asla bir evimiz olmayacak, bize ait bir toprak olmayacak, bu insanlar bizi hiçbir zaman sevmeyecek" cümleleri insanlara bir sitem niteliğindedir. Son sahne hakkında zaferi fareler kazandı dışında çok da spoiler vermeyelim. Filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ederiz. 








6 Ağustos 2019 Salı

Léon (Sevginin Gücü) Üzerine

1994 yapımı Léon the Professional'ı neredeyse hepimiz izlemişizdir. Ülkemizde doksanlı yıllarda TV'lerde bazı yerel kanallar tarafından sürekli gösterilmiş, pek çoğumuzu ağlatmış ve sevgiye hatta aşka olan farklı bakış açısını en enteresan yönleriyle akıllarımıza kazımıştır.

Peki neydi filmde anlatılan aşk? Neden Türkçe'ye çevrilirken "Kiralık Katil Leon" yerine (İngilizce'den bire bir çevirdiğimizde böyle bir mana çıkar keza) "Sevgi'nin Gücü" diye çevrilmişti? Film isimlerini çevirmede pek başarılı olduğumuz söylenemese de; şüphesiz Leon bir istisnaydı.

Filmde Mathilda (Natalie Portman), henüz ergenliğe yeni adımını atmış, kendi bedenini dahi yeni keşfeden bir kız çocuğunu canlandırmaktayken, kendisinden yaşça büyük Leon'a tutkuyla sarılmakta, ona olan aşkını itiraf etmektedir. Filmin en can alıcı sahnelerinden birinde Leon, Mathilda'ya (Natalie Portman) uyumasını söylediğinde, Mathilda belki de asla hafızalarımızdan çıkmayacak şu sözü söyler.

"Uyku umrumda değil Leon. Ben aşk istiyorum ya da ölüm."

Mathilda'nın Léon'a olan aşkının arkasında yatan neydi peki? Bunun cevabını vermeden, daha doğrusu arayıp da üzerinde konuşmadan önce genel olarak hepimizin ömründe en az bir kere tattığı "aşk" kavramını konuşalım.

Çocukken aşık olmuşuzdur mutlaka. Ya bir akranımıza, ya da kendimizden yaşça büyük bir tanıdığımıza mutlaka aşık olmuşuzdur. Hiç olmadıysa hepimizin bir bakkal amcaya, doktor ablaya aşık olma hakkı vardır. Aslında psikanalistlerin söylediğine göre bu aşk değil, hayranlık duygusudur. Kendimizden üstün, farklı ya da başarılı bulduğumuz bir karşı cinse içten içe beslediğimiz kişiye aşık olduğumuzu hissederiz. Bu öğretmenimiz, komşumuz belki de sıra arkadaşımızdır. O kalp çarpıntısını mutlaka hissetmişizdir.

Mathilda'da aslında Léon'u zihnine onun tüm kötülüklerine karşın "iyi adam" rolüyle kazır. Kara film kategorisine sokabilecek durumda olduğumuz Léon -keza geçimini suikast yaparak sağlayan bir adamın ana karakter olduğu bir filmdir- aşkın ne yaş ne de başka bir sınır tanımadığını gösterir. Çocuk yaşta yetim kalan Mathilda, Léon'un belki onu sahiplenmesini, çaresizliğini ve yalnızlığını onunla paylaşmasını, intikam almak başta olmak üzere yanlış olanlardan kendisini uzak tutmasını Léon'la birleştirir ve buradan "aşk" duygusuna ulaşmıştır şüphesiz. Ergenliğe yeni adımını atan bir kızın yolunun Léon ile kesişmesi onu aşkla tanıştırır. Léon'un Mathilda'ya olan düşkünlüğünü de filmde görürüz ve Mathilda'ya olan hissinin aşk mı, baba şefkati mi, acıma duygusu mu ya da hiç sahip olamadığı aile hayatı mı veya başka bir şey mi olduğunu asla tam olarak bilemeyiz. Bunu belki de karakteri canlandıran Jean Reno dahi veremez. Filmde karakteri oynamaktan ziyade canlı canlı yaşayan Jean Reno'nun bile Léon'un Mathilda'ya olan hislerinin tam olarak ne olduğunu bildiğinden emin değilizdir keza.

Filmle ilgili başka bir noktaya daha değinecek olursak, özellikle film son on yıl içinde tekrar TV'lerde gösterildiğinde bazı sahnelerin kesildiğine şahit oluruz. Burada bahsettiğimiz ise, aşırı şiddet içeren sahneler değil, aslında son derecede masum olan Léon ve Mathilda'nın aynı yatakta uyuma sahnesidir. Bu sahne keza defalarca pedofiliye yorulmuş, sapıklık olarak nitelendirilmiştir. Oysa filmin tek bir sahnesinde bile Léon Mathilda'yı bir cinsel obje olarak görmemiş, aksine onu kollayıp korumaya çalışan bir karakter olarak hafızalarda yer edinmiştir.

"Bazı gerçekler vardır, bıçağın ucu kadar sıcak."

Diego, Frida Kahlo'ya gönderdiği mektubunda bu cümleyi kullanmıştır. Gerçekten de Diego haklıdır. Bazı gerçekler bıçağın ucu kadar sıcaktır ve parmağımızın ucunu bile değdiremeyiz. Canımız yanar. Bu gerçekler, tabu olarak kabul ettiğimiz hemen her şeyin bizatihi kendisidir aslında. Tüm bu gerçeklerin sakıncalı yönlerini ele aldığımızda, tabu olarak gördüğümüz ve hatta meydana getirdiğimiz gerçeklerdir. Şunu kendimize cesurca soralım o halde. Léon'un Mathilda'yı gerçek bir aşık olarak sevme hakkı yok mudur? Mathilda'nın duygularına karşılık verme hakkı yok mudur? Onunla başka bir münasebette bulunması (cinsellik gibi) elbette iğrenç ve hatta mide bulandırıcı bir gerçekken; keza tüm etik anlayışı, ilahi ya da ilahi olmayan din öğretilerinin ve hatta dinden, etikten uzak en ilkel kabilelerin, kısaca insan doğasının bile asla kabullenmeyeceği bir gerçekken, saf ve masum bir aşk Léon için imkansız mıdır? Önümüzde yatan, bize bakan ve kendine çeken bir gerçek vardır. Bu tabulaştırdığımız aşk, yaş farkı, meslek, yaşam tarzı, düşünce tarzı gibi pek çok ayrımın önüne geçebilir mi? Bunların cevabını aramak, en iğneleyici sorularını sormak da bizzat bize düşer. Kendimize karşı cesur olup bunları sormak çok da zor olmasa gerek.

Sahi, maddi kaygılar, statü kaygıları, gelecek kaygısı gibi içinde bulunduğumuz hastalıklı çağı, adeta derin bir kaygı bozukluğu zehirlerine bulanmış bir havuzda yüzen zavallı insanlarla dolduran o karanlık ve puslu atmosferi yok edecek ne olabilir? Bizi kalp çarpıntılarıyla kuşatan, çevremize karşı daha az duyarlı hale getiren ve bedensel zevkler yerine ruhumuzu okşatma peşinde koşturan şey; yani aşk belki de bizim en etkili panzehirimizdir.

Son olarak şunu belirtmek gerekirse; filmi pedofili olarak görenler ve eleştirenler tekrar izleyip Léon'un gözünden Mathilda'ya bakabilirler. Siz ne derseniz deyin kült olmuş bu film, 2019 yılında ilk kez izleyip pedofili tanısı koyan genç üniversiteli arkadaşımıza ithafımızdır...

Entel Lümpenleri Niçin Öldürmeliyiz?

Az çok hepimiz Şükrü Erbaş'ın "Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz" şiirini biliyoruzdur. Zira şiir yazıldığı dönemde olumlu olumsuz büyük ses getirmiştir. Şiir Melih Aşık'ın Açık Pencere isimli köşesinde yayınlandıktan sonra dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in cevap olarak "Süleyman Demirel Şiir Eleştirisi" başlığı altında, bizzat Süleyman Demirel tarafından kendisine faks geçilmiştir.

Şiire günümüz toplumunun gözünden bakarsak ve Süleyman Demirel yerine günümüz iktidarını ele alırsak, Süleyman Demirel kadar şiiri ironik bulacak bir iktidara sahip değiliz. Keza tekrardan Şükrü Erbaş'ın Süleyman Demirel'e karşı tez olarak yazdığı ve görüşlerini bildirdiği yazıyı okumanızı tavsiye ederim. Bir kısmını buraya bırakıyorum.

Bu şiir benim başımın belası bir şiir. Tarihsel ya da sosyolojik açıdan dünya kadar söz söylenebilir. Şiirde söylediklerimin dışında -şiirin açıklaması olarak değil elbette- çok kısa şunları söyleyebilirim: "Ben kaba bir dünyada yaşamak istemiyorum. Benim geleceğimi ufukları eşiklerinden öteye varamayanlar belirlesin istemiyorum. Bencilliğinden başka erdemi olmayan insanların dünyamıza iyilik ve güzellik katacağına inanmıyorum. Felsefeyi, sanatı, bilimi bilmeyen, küçümseyen; dinini mülke; mülkünü dine dönüştüren insanları sevmiyorum. Ne yazık ki ülke, tenha kasabalardan ışıklı kentlere kadar, bu düzeysizliğin egemenlik alanı haline geldi. Gerisinde bu bakışın yattığı bir şiirdir "Köylüleri Niçin Öldürmeliyiz?". Kendim için onlar için insan onuruna yakışır bir yaşama biçimini tersinden söyleyen bir dili, kurgusu vardır. Sevmediğimiz değil sevdiğimiz insanlar bize dert olur değil mi? Yargılanan aslında feodalizm, gelenekler.

Dönemin şartlarında şiir oldukça sert tepkiler alsa da; ironiyi anlamayanların kaçırdığı pek çok nokta vardır. Örneğin Şükrü Erbaş şiirinde köylüleri iktidarın oy deposu olarak tanımlamıştır. Fakat günümüze geldiğimizde kırsal değil, kentsel kesimde hayatını idame ettiren ve bugün kalburüstü sayılabilecek olan doktorluk, avukatlık, mühendislik, akademisyenlik ve hatta ceo'luk gibi görevlerde bulunan insanların da iktidarın oy deposu haline geldiğini görüyoruz. Karşı tez olarak, ülkenin doğu kesiminde hayatını sürdüren, ötekileştirilmiş etnik kökenlerin ağalık, beylik sisteminin devam ettiği bir ortamda, sanayileşmenin hiçbir şekilde olmadığı yerlerde bu oy depolaşması hala mümkün. Burada biz buna, psikoloji açısından bakarsak öğrenilmiş çaresizlik diyebiliriz. Hatta kitlesel bir durum söz konusu olduğu için, bunu sosyolojik olarak da aynı şekilde değerlendirebiliriz. 

Şükrü Erbaş'ın şiirine günümüzden zıt bir şekilde bakalım. Köylüler yerine tahsil görmüş, köylülere göre medenileşmiş, sanayinin ve teknolojinin bütün imkanlarını kullanabilen insanları ele alalım. Şükrü Erbaş ne diyordu? "Ben kaba bir dünyada yaşamak istemiyorum." Eminim bu şiiri bugün yazmış olsaydı ironik değil de bütün çıplaklığıyla bu dediğimiz kesime ithaf ederdi. Eğitimin cahili olmuş, sosyalleşmeyi okuyup ama okuduğunu anlamamaktan, öğrenip ama öğrendiğini paylaşmaktan yoksun bir zümre var. 

Zira Paulo Coelho'nun Zahir kitabında geçen Lütuf Bankası tanımlamasına katıldığım bazı yerler var. Lütuf Bankası; günümüzde iktidara yakın iş adamlarına güzelleme yaparak ileride bunun karşılığını nasıl alırım diye yatırım yapanların bulunduğu bir topluluktur. Paulo Coelho'ya göre bu Lütuf Bankası'dır. Sözde bu okumuş eğitimli insanlar kendilerinden daha az tahsil görmüş kişilere bilgi aktarımı yapmak yerine, giderek onları yozlaştıran bir tutum sergilemektedirler. Yukarıda Şükrü Erbaş'ın aslında yargılanan gelenek dediği şey burada eğitim sistemini tamamen yanlış anlamış kişilerdir. Düşünce ve ifade özgürlüğünün zaten oldukça kısıtlı olduğu ülkemizde geriye doğru bir kavimler göçü söz konusudur. Eğitim sadece yozlaştırmıyor, kölelik sistemine geri götürüyor sanki. Toplumsallaşmalarda eğitim seviyesi ne kadar önemliyse, aldığı eğitimin bilincinde olup bunu aktarabilen, eleştiriyi bilginin otoritesine sabitlemeden, ideolojisi sadece öğrenmek olmayan, öğrendiklerini aktarmak olan insanların olması hepimiz açısından ve ülkenin geleceği açısından önemli fakat böyle bir toplumsallaşma yok denilebilecek kadar az. İnsanlar kişisel olarak lütuf bankasını kullanmaya devam ettikleri sürece aslında Şükrü Erbaş'ın ironiyle yaklaştığı köylülerden daha tehlikeli bir toplum gelmekte. Modern çağın linçleri kültürel linç, eğitimsel linç, psikolojik linç, bunlar ne yazık ki daha büyük yobazlık ve gelecek toplumlara kalan kötü bir mirastır. 

Eminim günümüzde Şükrü Erbaş'ın şiirini toplum olarak ele alsaydık, ahlaki bir linçle başlardık. Elbette yazmak kimsenin tekelinde değil ama günümüz toplumunun ihtiyaçlar hiyerarşisinde gereklilik açısından ilk sıradaymış gibi gelirdi. Topluma dayatılmış normlar ve islami değerler çerçevesinde değerlendirirdik. 

Aynı şiire günümüz iktidarının gözünden bakarsak bu ironiyi anlamamız pek mümkün görünmüyor. Zira her gün kalemi kırılan akademisyenlerin, yazarların, gazetecilerin olduğu bir ülkedeyiz. Kalemi kırılan bir yargıcın kalemini kıran da bir yargıçtı. İktidar eminim eleştirdiğimiz bu sözde eğitimli oy depolarını kaybetmek istemezdi. "Bir şeyin en iyi koruyucusu, en iyi bekçisi, o şeyin en usta hırsızdır da." Devletin, daha doğrusu iktidarın bulaşıcı olan bu hastalığı ne yazık ki ciddi anlamda yayılmış durumda. "Doğru olmayan doğru olandan daha iyi yaşıyor durumda." Diğer taraftan bu toplumu değil de Şükrü Erbaş'ın dediği gibi köylüleri ele alırsak yine burada "Doğruyu eğriyi kendi kendine ayıramayıp hakime yargıca başvurması, adaleti başkalarından beklemesi, toplumsal kurallarda aykırı bir şey olması gerekir felsefi açıdan bakarsak. Ama ne yazık ki bunlara başvurmak zorundalar. Devletin köylüleri veyahut okumamış, eğitim seviyesi geride kalmış toplumları ötekileştirip oluşabilen kaosları sadece o toplumların üstüne yıkarak o toplumu giderek büyüyen bir canavara dönüştürmektedir. Asıl canavar bu toplumların ürettiklerini sömürerek sanayi ve tarım alanında sözde okumuş eğitimli insanların ağzından pazarlayıp kazanç elde eden devlettir. Burada Platon'un Devlet kitabından örnek verebiliriz. "Bir çoban için en kötü, en tehlikeli şey nedir? Sürüleri korumakta kendine yardımcı olan köpeklerin kötü yetişmiş olması, açlık ya da kötü huyları yüzünden sürüye saldırmaları, köpekken kurt olmaları değil mi?"  Yani bu insanları bu hale getiren tamamen devletin kendisidir. Kanuna saygısızlık buradan başlayıp yavaş yavaş gelenek, göreneklerimize sızıyor, daha sonra daha da güçlenerek insanlar arasındaki davranışlara geçiyor, oradan da küstahça devletin anayasasına. Yani baştan eğitimli, aldığı eğitimi yerinde kullanabilen, bildiklerini paylaşan bir toplumdan oluşan bir devlet olsaydı bu kaos aslında bir düzen olmuş olurdu. 

Bu devleti meydana getiren ve Şükrü Erbaşın da dediği gibi köylüleri oy deposu haline getiren monarşi ahlakıyla yetişmiş sözde eğitimciler ve eğitim sistemidir. "İnsan denen yaratığı eğitimle aydınlanmış ve aydınlanmamış olarak düşün. Bunu şöyle bir benzetmeyle anlatayım. Yeraltında mağaramsı bir yer, içinde insanlar, önde boydan boya ışığa açılan bir giriş. İnsanlar çocukluklarından beri ayaklarından boyunlarından zincire vurulmuş bu mağarada yaşıyorlar. Ne kımıldanabiliyor ne de burunlarının ucundan başka bir yer görebiliyorlar. Öyle sıkı sıkıya bağlanmışlar ki kafalarını bile oynatamıyorlar. Yüksek bir yerde yakılmış bir ateş parıldıyor arkalarında. Mahpuslarla ateş arasında dimdik bir yol var. Bu yol boyunca alçak bir duvar, hani şu kukla oynatanların seyircilerle kendi arasına koydukları ve üstünde marifetlerini gösterdikleri bölme var ya, onun gibi bir duvar." Platon'un Devlet kitabından bu bölümü örnek gösterilerek, devleti ve sözde eğitim almış iktidar yanlısı toplumu mağara olarak düşünebiliriz. 

Zorba'nın kalabalıkları yutturduğu parlak görünüşün arkasındaki gerçeğe ulaşmalı. Alışılagelinmedik özgürlük sadece bizi devlete zincirler. Yalnız elleri ayaklarıyla çalışabilen insanlar bu özgürlüğü asla farkedemezler. Birilerinin dayattığı bu özgürlüğü farkettiklerinde ise içlerindeki hayvanı dizginleyemezler ve buradan kaos doğar. Bizim ülkemizin kaosu özgürlüğüdür. Oy deposu da entel lümpenleridir.