21 Ağustos 2019 Çarşamba

Edebiyat’ta Evrensellik ve Ecrıre Pour Exıster (Özgürlük Yazarları) üzerine

Edebiyat ve sinema biraz özgürlük işi bana kalırsa. Bağımsız salt düşünceden ibaret ama ideoloji taşıma zorunluluğu olması gerekir diye düşünüyorum. Hiçbir ideolojik çağrışım yapmayan şiirler, kitaplar ve filmler de var elbet. Fakat okuyucuyu ya da izleyici anlam ve afarotik anlam kaygısı taşır bu tür eserlerde ve yapımlarda. Dünya çok gürültülü yaşadığımız çağ popüler kültürün alkış seslerinden ibaret. Her dilden, ırktan fikirler yeşertmeyi başarmak zor fakat imkansız değil.

Bu düşünceye hizmet edercesine çekilmiş bir filmden bahsetmek istiyorum biraz: Ecrire Pour Exister (Özgürlük Yazarları) 2007 yapımı Richard Lagravenese filmidir. Öncelikle Ölü Ozanlar Derneği gibi bir filmin yanında esamesi bile okunmaz diyebilirdim; ama konu sadece edebiyat olsaydı. Salt edebiyat anlayışını ve edebiyatın fundametal yapısını bir kenara bırakarak yapılmış bir film. Bir edebiyat öğretmeninin altı ahşap, üstü cam ikiye ayrılmış hayatını anlatıyor ve iki bölmenin ayrı müdavimleri var elbet. Etkin edilgenliğin çizgisinden çıkmak isteyen genç edebiyat öğretmeni Erin, ideolojisi olan amacı sadece öğrenci yetiştirmek olmayan idealist bir öğretmendir.  Onların da fikirlerinin bir ideolojilerinin olduğunu onların bütün zıt yaklaşım ve tavırlarına inat onlara kabul ettirmeye çalışır. Bu bağlamda savaşması gereken sadece öğrenciler değil okul yönetimidir aynı zamanda. Mesleki gerekliliği kuralları kendi kafasında yıkmış olan Erin önce okul idaresinden başlar fikirlerini aşılamaya. Filmin en etkileyici sahnelerinden biri bu konuşmadır kuşkusuz. Farklı ırklardan ve farklı sebeplerle bir araya gelmiş bu öğrencilerden umudu kesmiş olan idareci, Erin’e onları yola getirmenin çok mümkün olmadığını söyler fakat Erin karşısında ki bu sabit iktidar fikrini hemen al aşağı eder sözleriyle. Onlara hukuk okumayı çok istediğini ama okumadığını öğretmenliği tercih ettiğini söyler. “Hukuk okusaydım ve bir çocuğun hayatını mahkemede savunsaydım; işte o zaman savaşı kaybetmiştim fakat asıl savaş burada bu okulda bu sınıfta verilmeli”  der.
Fikir dünyasının içinde ufağın ufağı, her bireyin kendi fikir dünyasının olduğunu bize açıkça verir filmde. Çaresizlikten yola çıkıp barışa işaret eden bir savaş doğrultusunda bir eşitlenme yaratmaktır tek amacı bu idealist öğretmenin. Dünyada en önemlisi dünyada ırkçılıkla ilgili olup bitenlere ilişkin görüşlerinin, düzeyi olumsuzlara stabile olmuş okul yönetiminden farklı olsun ister. Sabit fikri değil de, toplu üretilen her fikri fikirselleştirmek her yazarın her edebiyatçının olduğu kadar Erin’inde hayalidir, ideolojisidir.


Erin’in başlangıç aşaması çok zorlu olsa da amacına ulaşacağını bilmenin umudunu film boyunca görmek mümkün gözlerinde. Hoşgörü ve kendi yöntemleri doğrultusunda önce empati ve kitap okuma alışkanlığı kazandırmakta başlar bu güzel savaşına. Farklı ırklardan farklı sebeplerle gelen öğrencilerin hayata dair fikri olmadığı gibi yapılan ırklar arası savaşa destekleri adeta devrim niteliğindedir. Fakat Erin’in tek devrimi onların bu düşüncelerini edebiyatla ve yazma alışkanlığıyla yok etmektir. Topluma hatta bütün dünyaya özgür yazarlar kazandırmaktır. Her öğrencinin empati yapabilmesi ve anlayabilmesi açısından Anne Frank okumalarını istemiştir. Burada filmi izleyenler Erin’in kitap hakkında hiç bir bilgi vermeden kitapla ilgili soruları yanıtlamaması, sonuna kadar okuyun demesi öncelikle öğrencilerin sabrını, Anne Frank hikayesinden empatiyi, savaş hakkında ve ırklar arası kavgalar hakkında kesin bir sonuca varmalarını istemesindendir.  Bütün bunların  yanı sıra Erin’in mücadele etmesi gereken ve ideolojisi ve İdealleri konusunda desteğini hiç hissetmediği eşi ve babası vardır.  Başarısız bir sınav olacağını söyleyip dururlar Erin’e. Erin amaçları doğrultusunda ve öğrencilerini daha motive görmek adına farklı aktiviteler düzenlemek ister, bunun için gerekli parayı toplamak için de pazarcılık yapacağını eşine söylediğinde, eşi şiddetle karşı çıkar. Ben daha önce sütyen satan öğretmen görmemiştim der ve Erin ben ilk olurum diyerek dediğini yapma yolunda ilk adımı atar.

Filmin bu sahnesinde ülke şartları geldi aklıma; bizim ülkede ideolojik bir amaç için değil ekonomik şartlar için pazarcılık yapıyor öğretmenler. Hayatta kalabilmek adına limon satıyor, okul çıkışı başka bir işe koşuyor, atanamayınca intihar ediyorlar.

Filmin sonunda Erin ikiye ayrılmış hayatında eşini kaybetmiş ama asıl amacına ulaşmıştır. Özgür yazarlar yetiştirmiş ve bu ideolojisini evrenselleştirmek için daha büyük ideoloji kaygısına düşmüştür. Edebiyat özgür olmalı, edebiyat özgür bırakılmalı ve evrenselleştirilmelidir.

Yazma konusunda, edebiyat konusunda; bir emniyet kemeri olmadan, yön çağrışımı ve herhangi bir uyarı levhası olmadan yazmak mümkün olmalı. Tarih boyunca, siyasi fikirlere birilerinin tarihten getirdiği örtülü geleneklere göre yaşadık ama manasını kaç dilde sorduk kaç ırkta hissettik? Birileri senin kaleminden çıkanları okuyacaksa bu evrensel olmalı en başta özgür olmalı; tepkilerin evrenselliği kalemin gücünü belirler. Bir fikri bir ideolojiyi milletler arası bir düzeyde dengede tutmak elbette zor fakat bu  zemini oluşturmak, doğru yanlış idealitesini düze çıkarır.

Düşüncelerimizi serptiğimiz zemin, sabit bir fikirden geleneksel örtülerden ve iktidari dayatmalardan ibaret ise kayıp düşmemiz kaçınılmaz. Bahsettiğim tamamen edebiyatın özgürlüğü ve evrenselliğidir.
Özgürlük kadar iddialı bir sözcük daha yoktur, fakat sanat ve edebiyat bütün sınırlarını zorlamalı bu konuda. Eleştirel akıla açık olmalı yazılan anlatılmak istenen ama ne yazık ki seküler olamıyoruz bu konuda. Okumak, yazmak, özgürleştirmek elzem değil benliğimizde, ya da mümkün değil yönetimlerde. Bugün baktığımızda dünya klasiklerini belirli sayıda okumuş birinin çok rahat çıkarımlarına rastlayabiliyoruz, popüler kültürün hüküm sürdüğü her mecrada. Büyük bir gururla ve övünerek söylüyorum dünya klasiklerinin neredeyse hepsini okudum. Ama Suç ve Ceza okumadan Raskalnikov’un suçlu mu uçsuz mı olduğunu bilemezsiniz, Babalar ve Oğullar'ı okumadan Bazarov’u anlamanız imkansız, Kafka’nın Dönüşüm ve Ceza Sömürgesi okumadan onun bakış açısını görmeniz imkansız. Özgürlüğün saplantılı başlangıcı okumak olmalı, okumak evrensel olursa; yazmak evrenselleşir edebiyat evrenselleşir ve dolayısıyla özgürleşir. Aristoteles’e göre “yazar sayısı kadar üslup vardır” yine Buffon “üslup yazarın ta kendisidir” der. Yazmanın, okumanın evrenselleşmesin, nereden geldiğinin kimin kaleminden hangi üslupla çıktığının bir önemi olmamalı. Bozkırın şairi de evrenselleştirebilir, Fransa’nın en romantik şairi de Yunan felsefecisi de. Kent şairleri taşradaki insanın yaşamını ve sesini şiirlerine yansıtıp dolayısıyla yönünü evrensele çevirebilir. Dolayısıyla Afrikalı bir yazar bir şair oradaki bir çocuğun açlığını belirli bir algoritması olmadan özgürce evrenselleştirebilir. Bir başka ülkenin bir başka ırkın acısının, sevincinin sığınma evidir edebiyat.

Yaşadığımız koşullarda evrenselleştirmek ve özgürleştirmek biraz duyarlı olsada; koşulları çözebilecek ideolojide şair, yazar, genç yeteneklerin yetiştirilmesi gerekiyor. Edebiyat biraz toprak gibidir, yazmak biraz toprak gibidir, verim almak için beklemeyi evrenselleştirmek mesele. Sistematik bir linç var yazma ve okuma konusunda, en azından bizim ülkemiz de bu böyle. Özgürlük çok uğramıyor hayatımıza hele ki böyle durumlarda.. Dostoyevski’nin Ölüler Evinden Anılar kitabını anlamak için; cezaevine girip tecrübe etmek gerekiyor bizim ülke de. Özgürlüğü tercih etme imkanının açıklığı, iyiliği ya da kötülüğü tercih etme açıklığını da içerir. Dünya düşüncelerine hakim olmayı bırakalım bakış bile atamıyoruz bu konuya, bu fikri mümkün kılmak şöyle dursun, mümkün kılmaya yönelik bütün yetileri zedeleyen bir tutum söz konusu. Yine de bu doğrultuda ilk adımları yazmakla, okumakla edebiyatla başarabileceğimiz fikrine stabilize ediyorum umudumu.
 
Yazmak özgür bir eylemdir ama okumak daha özgür bir eylemdir. Özgürlükle kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder