7 Ağustos 2019 Çarşamba

Bağımsız Sinema ve El Norte Filmi Üzerine

Bağımsız sinema kültürünü az çok hepimiz duymuşuzdur. Bağımsız sinema denildiğinde ise bunu salt film festivallerinde özel bir hayranlık güdülerek izlenen filmler olarak algılamak yerine, ticari kaygıdan uzak, tamamen hayata dair olayların, toplumsal ve sanatsal kaygıların güdüldüğü, bütçesinin dahi filmi yönetenler tarafından karşılandığı film örneklerini aklımıza getirmeliyiz. Keza bu filmlerin belli festivaller döneminde, kısa süreliğine sinema salonlarında gösterilmesinin sebeplerinden birisi de budur. Tanıdık simaların pek fazla yer verilmediği, oyunculuk kabiliyeti gayet yeterli olan fakat henüz yıldızı parlamamış aktör ya da aktristlerin yer aldığı örnekleri aklımıza getirebiliriz. Çoğu zaman TV'de izlediğimiz bir dizide pek de gözükmeyen, neredeyse figüran sayılabilecek bir oyuncun bahsi geçen filmlerde baş rolde olması ya da önemli bir karakteri canlandırması da bunun kanıtlarından biridir. Zira pek çok bağımsız sinema örneğinde bunu görürüz.

74 yapımı Alice in the Cities (Alice Şehirlerde), tıpkı fotoğraf karelerini andıran sahneleriyle, sekanslarda anlatılanın içimize işlemesi adına kullanılan enfeks müzikleriyle, gayet sıradan bir yolculuğu anlatırken yer verdiği eşsiz diyaloglarıyla tamamen sanatsal kaygılar güdülmüş mükemmel bir bağımsız sinema örneğidir. Alice, tanışmış olduğu kız çocuğuyla atıldığı bir yolculukta Almanya'nın ve New York'un günlük yaşam akışını, hayata dair kısa detaylarını gözler önüne serer. Filmi izlerken, adeta onlarla beraber tren yolculuğuna çıkarız. Küçük bir kafetaryaya oturur siparişimizi veririz, kalacak yer ararız. İçimizdeki kasveti, aniden aklımıza gelen sevimli esprilerle dağıtırız. Filmdeki karakterlerle beraber o atmosferi hissederiz. Tüm bunları izlediğimizde, günlük hayatla sanatın kesiştiği pek çok noktayı yakalamış oluruz. 

2000 yapımı Memento (Akıl Defteri) de keza büyük bir prodüksiyonla ya da dev bir bütçeyle çekilmemiş olup, oldukça fazla ses getirmiştir. Psikolojik-gerilim filmi olup, yalnız yaşayan ve hem kendini, hem amacını, hem de geçmişini arayan yalnız bir adamı tüm çıplaklığıyla ve rahatsız edici öğeleriyle ele alır. Film boyunca ana karakterle beraber geçmişi öğrenmeye çalışırız, nerede olduğumuzu anlamaya çalışırız ve hatta kim olduğumuzu çözmek için zihnimizi yorarız. Christopher Nolan gibi usta bir yönetmenin elinden çıkan bu film belki de yıllar sonra dev prodüksiyonlarla ve bütçelerle yapmış olduğu filmlerin bir provası olmuştur. 

Önceki yazılarımızdan birinde bahsetmiş olduğumuz Pi filmi de keza bağımsız sinema örneklerinden biridir. (Filmin anlattıkları, çıkarımlar ve olay sarmalı için filmi izlemenizi ve yazımızı incelemenizi öneririz.)

İlerleyen zamanda, hakkında daha fazla detay vereceğimiz "Sarhoş Atlar Zamanı" da İran sinemasının önde gelen örneklerinden biri olup, kırsal yaşamı, töreleri, toplumsal örtmeleri, hatta kendi yaşadığımız coğrafyadaki çocuk gelin örneklerini gösterir. Maalesef kaçakçılıkla hayatını idame ettirmek zorunda kalmış, tahsil yapmamış köylünün çekmiş olduğu acıları ve bu acıların tüm sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik sebeplerini adeta bir belgeselmiş gibi gözler önüne serer. Belki bir doğu gezisine çıksak, İran-Irak sınırı arasındaki bir kasabada ve hatta Kars-Iğdır arasındaki köylerde bir süreliğine hayatımızı sürdürsek benzer olaylara şahit oluruz. Sanatın en gerçekçi yönleri öyle ele alınmıştır ki, pek çoğumuz filmdeki engelli çocukla beraber ağrılarımızı hissederiz, atlarla beraber sarhoş oluruz ve belki de filmdeki aileyle beraber bir yer sofrasına oturup yemek yeriz.

Yine aynı şekilde bağımsız sinema örneği olan 1983 yılında çekilmiş, İngiltere-Abd ortak yapımı El Norte filmini daha kapsamlı ele alalım. Filmin yönetmeni Gregory Nava'dır. 

Bir aile hikayesinden yola çıkarak aileden sadece iki kardeşin kaldığı film; bize John Steinbeck'in Gazap Üzümleri tadı veriyor. Öyleki iki sahnesinde direk Gazap Üzümleri alıntısı vardır. Buna ileride değineceğiz. Meksika'nın bir köyünde yaşayan aile oldukça zor şartlar altında, sistemin, yönetimin bütün baskısını üstlerinde hissederek hayatta kalmaya çalışırlar. Başlangıç sahnesinde baba karakterinin oğluna verdiği öğüt aslında bugün bile mutlaka her evde duvarlar içerisinde sessizce fısıldanan şeylerdir. 

"Zenginler için bir çiftçi iş yapan bir çift koldur sadece." Çok geçmeden bunu diyen baba, sisteme karşı duruşunu sergilerken askerler tarafından öldürülüyor. Sonrasında filmdeki ağıt sahnesi acının dini, dili, ırkı olmadığını, oradaki kadının İspanyolca ağıtındaki acıyı bütün dillerde anlayabiliyorsunuz. Oysa Gazap Üzümlerindeki gibi; "Ölmeye sıra gelmeden önce yaşamaları şart." değil mi? deyiveriyorsun. Bir dua patlatırsın, bütün dertleri sinek kağıdına yapışan sinekler gibi o duaya yapışır, dua uçar gider, dertleri de birlikte götürür ama öyle değil. Oradaki dua hiç bitmiyor. 

Buradan sonrasında aileden sadece iki kardeş kalır ve köyden ayrılarak Kuzey'e doğru bir yolculuğa çıkarlar. Bu filmin üçüncü bölümüdür. Meksika'dan Los Angeles'a kaçak olarak yola çıkarken kanalizasyon sahnesi ve farelerle olan savaşları filmin sonunda, savaşın fareler tarafından kazanılacağını anlatır. Los Angeles'a vardıklarında köy yaşamından kentleşmeye adapte olmaya çalışırken oluşan ruhsal değişimlerin psikolojisini tamamen hissedebiliyorsunuz. Gazap Üzümleri alıntısından bahsetmiştik zira. İki kardeşin Los Angeles'ta kaldığı evde kız kardeş karakterinin ilk defa sifon görmesi ve bu tuvaletlerde sifon var diyaloğunun birebir aynısı Gazap Üzümleri'ndeki anne ve kız arasındaki diyalogda geçmektedir. Okuyanlar, filmi izlediklerinde bu detayı rahatlıkla yakalayabilir. Filmin en can alıcı noktalarından birisi kız kardeş karakterinin çalıştığı evde teknolojiye ayak uyduramaması ve evin hanımıyla olan diyaloğudur. Çamaşırı elleriyle yıkaması hanımın dikkatini çeker ve onun elleriyle yıkamasını istemez, bu eziyete göz yumamam der. Alışılagelmedik bu durum kızın psikolojisini derinden etkiler. Köy yaşamında gördüğü hakaret ve zorluklardan sonra bu şekilde bir yaklaşım kıza oldukça tuhaf geliyor. Kızın buradan sonra zaten psikolojisi bu durumu kaldırmaz ve farelerin kazanmış olduğu zaferin belirtileri sağlığında kendini gösterir. Aynı anda kardeşi bir başka kadının aslında kendisine yardım ederken, onu hor görmesiyle karşı karşıyadır. Erkek kardeş karakterine yardım etmek isteyen bu kadın onun başka bir ülkeye gidebilmesi için ona uçak bileti alacaktır. Oradaki kadının konuşması aslında onları hiçbir zaman kabul etmediklerini, köyden kent yaşamına hiçbir zaman ayak uyduramadıklarını iki cümleyle çocuğun yüzüne vurur. "Meksika'nın köyünden gelip Los Angeles'ın kapısını bulduysan pek ala havalimanının kapısını da bulabilirsin."

Filmi hafızalarımıza kazıyan psikoloji; yoksulluğun, mülteciliğin bir yere ait olamamanın bize hissettirdikleridir. Mültecilik, kendi topraklarından istemeyerek vazgeçen insanların, farklı bir ülke ya da şehirde hayatta kalmaya çalışırken karşılaştıkları zorluklarla birlikte gelen psikolojik savaş "gantomakhia peri tes ousias" a girişmekten, kendilerini muaf sayan bu insanlar bu psikolojiyi yaşamaya aslında bir nevi mahkumdurlar. Filmin son sahnesinde kız kardeşin son nefesinde erkek kardeşe söyledikleri "bizim asla bir evimiz olmayacak, bize ait bir toprak olmayacak, bu insanlar bizi hiçbir zaman sevmeyecek" cümleleri insanlara bir sitem niteliğindedir. Son sahne hakkında zaferi fareler kazandı dışında çok da spoiler vermeyelim. Filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ederiz. 








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder