6 Eylül 2019 Cuma

Karhozat(Damnation-Lanet) ve Permanent Vacation(Sürekli Tatil) filmleri üzerine

Gündelik süregelen ezberlenmiş yaşamlar, bindiğimiz servisler, evimizde eşyalar, başımızda devlet içinde yasalar.. “İnsanın iki zevki varsa bunun biri kanuna düzene uygun ikisi piçtir” demişti Platon. Ülkemiz şartlarını ele alırsak işin içinden çıkamayız, parantezi açmadan kapatalım. Burjuva sadizminin hüküm sürdüğü kaynağı tinsel bir gelenekten gelmeyen alışılagelmiş yaşam standartları, duvarlar, işimiz, evimiz ,açılan pencereler, görülen manzaralar, kapitalizmin hayatlarımıza sızdığı sokaklar, plazalar, ilkel süreklilikler, geleneksel cinsellikler, bütün bunlar kafamızın içinde ki; alışıla gelmişin dışında özgür bir yol alma diyalektiğine aykırı. Adım adım doğanın sırrına ulaşmak, felsefenin en derinlerine inip varlık ve mana aramak, edebiyatın tinselliğini ruhumuzdan çıkarıp başka ruhlara aktarmak, sözleri olmayan ama bizi dünyanın manası en derin düşüncelerine sürükleyip dansa kaldıran müzikleri keşfetmek, bütün bunları yapabilmek adına delirmek istememiz kaçınılmaz. Dünün dünyasında olanları yanımıza almadan, deneyimsel bilgilerin üstünü çizerek, okuduğumuz ve öğrendiklerimizin sabitlenmiş anlayışında değişiklikler yaparak, yaşamsal körlüklerden uzak bir yol alsak.
“İnsanoğlu özgürlüğe yazgılıdır; çünkü, bir kere dünyaya atıldıktan sonra yaptığı her şeyden sorumludur” demişti Jean Paul Sartre. Özgürlüğün yazgısı içimizde sınırlı kalmadan deliliğe övünsek ve sorumlu olsak. Bir başkasının güdümünde hayatı idame ettirme, günün sonunda kendine ait yaşam alanında aynı sandalye aynı masa, tanıdık yüzler, pencereyi açınca görülen aynı manzara. Konuya paralel olarak sanatla devam edersek; edebiyatın kafası karışık kızı Marguerite Duras hukuk, matematik, ve siyaset alanında eğitim almış olsa da kalemini edebiyata batırıp bu alanda yıllarca sorgulamıştır hayatı. Bir çok roman ve senaryoları dillere pelesenk oldu. Fakat tatmin olmadan ömrü boyunca edebiyatı sorguladı bir nevi yaşadığı dönemsel ülke sancılarından içinde oluşan boşluğu edebiyata buladı. Duras; hukuk, matematik ve siyaset alanlarında başarısız olduğundan değil, belirli bir kalıplaşmış zemine yayıldığı için ve hayatını sorgulama,yeni yerler keşfetme yolunu bu alanlarda bulamadığı için edebiyata ve sinemaya yönelmiştir. Aradığını bulamamış olacak ki edebiyatı sorgulamaya devam etmiştir. Duras ideolojisine göre; yazılması gereken bütün kitaplar yazılmış gibi gelse de yazılmadı, çekilmesi gereken bütün filmler çekilmiş gibi gelse de henüz çekilmedi. İçimizde oluşan sürekli aynı olmak sıkıntısı başka şehirlere, başka ülkelere, başka insanlara kaçma isteği getiriyor. Bu çağın sıkıntılı vebası; yazarı siyasetçi, bilim adamını Cumhurbaşkanı olmaya çağırıyor. Sonuç toplumsal bir can sıkıntısı olarak ayağımıza dolanıyor her eylemimiz.
İçsel dünyamız, içsel sıkıntılarımız bizi fıtratımız gereği felsefik bir zaman makinasına atıyor . Nietzche’nin savunduğu kuram olan, “Nihilizm’  olarak adlandırmak ve bu yolda adımlamak yanlış. Düşünce serisini dışa vurma isteğini hipnotize eder nihilizm.  “Bizim doğrudan ve aracısız olarak algıladığımız her şeyin kendi zihnimizdeki ideler olduğunu, doğuştan düşünceler olmadığını tüm idelerimizin algısal deneyin sonuçları olduğunu, ve bilgimizin duyu deneyi yoluyla sahip olduğumuz idelerden türediğini” savunmuştur George Berkeley ve Locke kuramını benimsemiştir. Nereden çıktı şimdi bu felsefe diyip okumayı bırakanların olacağını bilerek dip not düşeyim:
Olduğumuz yerden, yaşadığımız alanlardan, insanlardan sıkılmamız duygusal algılarımızı ve içsel deliliklerimizin artık ezberlenmiş olmasındandır. Felsefe, edebiyat , matematik bunu ispatlar. Paralel saflarda doğrudan ideler sunarlar. Pozitif argümanları fazlasıyla mevcut.
Paralelde; sanat ve sinemadan devam edelim be bu konuya  aristokrasiden uzak ve oldukça kozmopolit bir dille yaklaşmış iki filme değineceğim.
  Sinemanın manevi çocuğu Macar yönetmen Bela Tarr’ın  1988 yılında çektiği  siyah beyaz,Karhozat( Damnation-Lanet) filmiyle başlayalım.
Öncelikle film hakkında ekşide geçen epey güldüğüm bir yoruma yer vereceğim;
 “Bir varoluş sıkıntısı”
Eh be güzel insan filmi bırak anlamayı anlamaya bakış bile atmamışsın belli ki.
 Evet Béla Tarr Nietzsche’nin Nihilizm kuramını benimsemiş bir herif fakat bu her filminde nihilizm işliyor anlamına gelmez . Bu filmden sadece varoluşsal bir kaygı çıkarmak filmi basite indirger. Filmin tabanında; yukarıda epey yer verdiğim içimize fazla gelen aktaramadığımız ve aynı yerde sürekli olarak tekrar eden hayatımız, dolayısıyla baş karakter Karrer ve aşık olduğu kadın Kerekes üzerinden gözümüze sokuyor  yönetmen. Zira bir sahnede Karrer, Kerekes’ le konuşmasında; “sürekli olarak pencereden bakmaktan bıktım, baktığımda aşağıda kirlenmiş bir köpeği görmekten bıktım” der. Burada bir varlığı sorgulama söz konusu değil, sahip olduğu var olan şeylerin sıkıcılığı ve hep tekrarı olmasıdır.
   Filme gelirsek; Bela tar Stalker tadında palaroidlerle,Tarkovski atamdır demiş ve bolca yağmur sahneleri ve kameranın yerde çamur  ve yansımaları sürekli  kadrajına almasıyla selamını vermiş. Yağmur sesi ve şiirselliğiyle üstümüzde dramatik bir etki yaratan yönetmen ruhumuzu doyuruyor bu sekanslarda. Hızlı sekans geçişlerinin olmadığı filmde zaman aralıklarına sıkılma sıkıştırıyor fakat Béla Tarr burada acaba ne demek istedi bir şey atlarım kaçırırım korkusu izlettiriyor. Filmi bütün olarak ele alırsak ve Béla Tarr tarzı olmayan, anlam bütünlüğünü kendi Zihnimizde yaratırsak film sıkıcı değil.
Film Karrer karakteri üzerinden felsefik bir zemine yatırılmış. Karrer diyaloglarıyla felsefeyi parmak uçlarında seyircinin haz noktasına değdiriyor.İster istemez steril hayat tarzımıza, tinselliği dini doktrinlerden uzak kapalı perde, felsefeyi açık perde sokuyor.
  Baş karakter Karrer; Macar bir kasabada hayatını idame ettiren evli bir kadın olan Kerekes’e aşıktır. Fakat imkansızlığını bildiği ve saplantının bir şeye bağlanmanın delilikten korkmak olduğunu savunan Karrer için çelişkiler burada başlar. Sürekli yaşadığı hayatın aynı olmasından yakınan Karren saplantılı ve bir şeylere sürekli bağlı kalmanın verdiği içsel sıkıntıları Kerekes’e açar.
 “Sürekli olarak aynı pencereden bakıyorum, aynı kirlenmiş köpeği görüyorum artık sıkıldım, gidelim benimle gel gidelim''
 Benim için filmin en can alıcı sahnelerinden birisi; Karrer eski bir ilişkisinden bahsederken söylediği şey:
“Bana çok bağlıydı, bağırıyordum kavga ediyorduk ben ona bağlı değildim ve bağlanmakta istemiyordum. Sürekli onu görmek istemiyordum ama o bana bütün bunlara rağmen bağlıydı. Öyle ki; bir kavga anında ona bağırdım gitmesini söyledim ama o kalkıp yemeğimi ısıttı” Kadınların her şeye boyun eğmeleri, erkek ne yaparsa yapsın kabullenmeleri ve kadın erkek eşitliğini kendi elleriyle
yok etmeleri ülkemizde de epey büyük bir sorun.
Bağlanmaya karşı olan ve bunu “Delilik korkusu bir şeylere sadık kalma anlamına gelebilir. Henüz bir şeye bağlı değilim”  diyerek ifade eden Karrer için çelişkiler hayatını zindana çevirmeye başlamıştır. Zira Kerekes’e olan saptlantılı aşkı onu dahada içinden çıkılmaz bir hale sokmuştur. Yaşam alanı Titanik adında bir bar ve evinden ibaret olan Karrer hayatının kararını vermek durumundadır.
  Filmin bir diğer can alıcı sahnesi yine Karrer’in Kerekes’e söylediği sözlerdir:
 “Bir şeyin farkına vardım. Seninle dünya arasında ulaşılmaz, garip, boş bir tünelin olduğunu fark ettim. Kimse o yolu biliyor mu, bilmiyorum. Tünelin başında yalnız başına duruyorsun, çünkü bir şeyler biliyorsun ben bile isimlendiremiyorum;  daha derin, daha merhametsiz bir şey... Asla anlayamadım. O dünyaya asla yakın olamayacağımı anladım. Sadece yasını tutarım, ışık ve ılıklıkla saklanmış dünya... Oranın acısını çekemem. Ne inanacak ne vazgeçecek yetim yok. Çünkü bu isim konulamaz dünya hakkında hiç bir bilgim yok.” Karrer karakterinde varoluşsal bir kaygıyı değil de aksine dünyanın ona sunduğu dar alanda alışılagelmiş sıradan hayatını sorgulama deliliğe övgü görebiliriz. Sıradan dünyada delirmek o kadar da sıradan bir eylem olmuyor bazen.  Karrer’in içinde bulunduğu sıkıntıyı sahip olduğu şeylerin sürekliliğine bağlarken, Kerekes karakteri üzerinde varoluşsal sancıları görebiliriz. Bela Tarr Karrer ve Kerekes cinsel sahnelerde kendine özgü sinematografisiyle geleneksel sevişmeler işlemiş.  Kerekes karakterinin, Karrer’in tam aksine sadakatsiz yaklaşımı ve sürekli olarak kocası ve Karrer arasında gidip gelmesi varolluşsal kaygılarını yansıtıyor.
Filmin son can alıcı sahnesi; Tarkovski filmlerinde bolca gördüğümüz köpek üzerinden kimlik arayışı ve sahip olduğu korkuların üstüne gitmek adına bolca mesaj içerir. Yine Tarkovski’ye selam görürüz bu sahnede.
Karrer’in düşünceli bir şekilde ilerlerken bir köpekle karşılaşması ve köpek taklidi yaparak köpeği geri kışkırtması filmin son vuruş noktasıdır.
   Film  Bela Tarr’ın Macar etkisidir üzerimizde. Edebiyatta, Macar yazar Mikes etkisi neyse Bela
Tarr sinemada odur.
Bela Tarr sanatsal bir kaygı dışında dünyaya olan bağlılığımız ve tinsellikten uzak, insanlara,
eşyalara, yaşadığımız eve körü körüne bağlanmanın sıkıntılarını taşıdığı bu filminde daha çok hayranı olduğu Franz Kafka’ya sadık kalmış. Bela Tarr filmlerini izleyenler, pencere takıntısını bilirler. Her filminde o pencere orada olacak ve o penceren hayatı sorgulayan bir karakter olacak; hiç diyalog olmasa da olur. Karakterin yüzüne ve pencereye odaklanan kamera bize aktarır bunu. Franz Kafka’nın, Bir Köy Hekimi adlı kısa öyküsünde pencere ve pencereden bakan at geçer; okuyunca daha iyi bağlam kurabiliriz. Zira Bela Tarr’ın Franz Kafka hayranlığını bilenler filmde Karrer karakterinde Emin’im Franz Kafka bulacaklardır.
 “Kafka’nın kutuplaşmış dünyası ve çoğu zaman kararsızlık, çelişki, suçluluk ve umutsuzluk dolu duygularıyla ilgili olarak verilenlerin ışığında, hem kişisel, hem edebiyat hayatında pencerenin neden önemli bir simge haline geldiği kolaylıkla anlaşılabilir.”
  Yine bu filme paralel giden bir başka filme değinmek istiyorum:
 1980 yapımı Permanent Vacetion (Sürekli Tatil) jim Jarmusch filmidir. Yönetmenin ilk filmi olmakla birlikte mezuniyet mastır tezi olma özelliği taşır.
Kısıtlı imkanlarla çekilen film görüntüsü kalitesi olarak çok iyi değildir fakat içerik imkanları kısıtlamadan hayatımızı sorgulatıyor. Günümüz imkanlarında bolca çekilen ve gösterime girdiği salonlarda imha edilen filmlerin aksine parayla ulaşamayacağımız arşivlik bir film.
Kültür endüstrisi, üzerine Max Horkheimer ve Theodor Adorno “Aydınlanmanın Diyalektiği” kitabına göz atabilirsiniz, bunun üzerine bir çok makale mevcut benimde esinlendiğim makaleler olmuştur.
Walter Benjamin’in “Sanat demokratikleşiyor” yazısına göz atabilirsiniz yine. Benjamin’in Theodor’la mektuplaşmalarında, Adorno’nun Benjamin’e verdiği cevap ; “Kitleye bu kadar güvenme, çünkü kitle ne kadar devrimci görünürse görünsün içine iktidar sinmiştir.” Buradan yapacağımız çıkarım, halkla iktidar arası düşüncelere sıkışmış, yayınlanmış belki yayınlanamamış, yasaklanmış bir çok sanat filmi var. Bu en çok bizim ülkemiz için geçerli galiba.
Sanatta kaygının labirentlerine kuşatıcı bir dille inmiş yönetmen. Kısa metrajlı filmlerde yönetmenin hayatını yakalayabiliyoruz.
Filmde; Charlie Parker hayranı olan Allie, yaşadığı yere ait olamama ve bağlanma sorunu çekmektedir. Sürekli bir gezi halinde olan ve bir yerde çok fazla kalamayan Allie iletişim konusunda sürekli olarak kendini sorgular. Akıl hastanesinde yatan annesi dışında bağlılığı olan bir şey yoktur. Filmde yer yer savaş sonrası psikolojisi bozulan bir akıl hastasına yer verilir. Allie’de savaş
konusunda takıntılıdır.
Filmin başlangıç sahnesinde kendisini anlatır Allie;
 “Hikaye dediğiniz nedir ki zaten? Olsa olsa, şu noktalarını birleştirince, tanıdık bir şeyin resmini ortaya çıkardığımız türden bir çizim olabilir. Benim için işler böyle yürür. Bir yerden, bir insandan kalkar; bir başka yere ya da bir başka insana giderim. Ve işin doğrusu, aslında fazla bir şey de değişmez. İnsanların kendi küçük rollerini oynamalarını  izledim.”

Allie; insanlara, eşyalara bağlanmayı reddeder kendi benliğinde. İnsanların sıradan dünyası onun dünyasını bozar. Eşyalara bile alışılıp bağlanıldığına değinir.  Bu filmde de bir pencere sahnesi ve Allie anlamsız bir şekilde dışarıyı izler. Daha sonrasında anlamsızca dans etmeye başlar. Kendi
içindeki ritime insanların uymadığının dansıdır bu.

 Filmin en vurucu sahnelerinden birisi;  Allie bir çatıya çıkar ve elinde silah varmış gibi yaparak, “Bu silah benim kanuni gücüm” diyerek, savaş psikolojisine ve kendi varlığına bir gönderme yapar.
 Filmin son sahnesinde Allie; bu her hangi birine nasıl anlatılır bilmiyorum ki, ben her hangi bir yerde sürekli kalacak biri değilim. Bir işim olsun, bir evim olsun, vergi ödeyeyim istemiyorum. Şimdi uzaklaşıyorum, oradayken bulunmak istediğimden. Ben dünyada turistim. “
 Yönetmenin ilk filmi olmasına rağmen ,  varoluşçuluğa, belirli bir yönetime, geleneksel normlara çivilenmiş ve pas tutmuş hayatlarımızı sorgulatıyor.

İyi okumalar. Çay içmeyi unutmayın okurken :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder