29 Mayıs 2020 Cuma

Alexander Sokurov-Aile Üçlemesi üzerine

Doğumdan ölüme yaşam modusunda insanın yolculuğunda, dostluk toplum, evren, kültür, zaman, mutluluk, bilgi ve ölüm tanımlamalarının kökeninde "sevgi" vardır. Bütün bu kavramların ya da gerçeklerin karşımıza çıkaracağı sorunlar da sevgi ile çözümlenmiştir. Sevgide açıklanamayan o güç insanın özsel var olma temeline iner. İnsanin varlığını sürdürebilme moduslarında geçen, sevginin büyümesi ve gelişmesi, zirvede yoğunlaşıp karşılıklı enerji akımına dönüşmesi üstün idrak yeterliliği gerektirir. Sevginin sanatsal olduğu gerçeği, yaşamın en derinine yerleştirilmesi gerekliliği bir olgu olmaktan çok varlığın ispatına işarettir.

Varlık modusunda, dünyevilik, hergünkücülük  söz konusuyken, sevgiden söz ederken, "vermek" kavramı ile ne kadar iç içe olduğunu görürüz. "Sevmek" ve "Vermek" birbirlerini tamamlayarak derinlik katarlar. Her düşünce duygular tarafından desteklendiğinde bir başka anlam kazanır. İnsanın yaşamda temel güvencesi, aklın özgürlük yolundaki sürekli gelişimidir. Ruhsal yaşamdaki yüceliş çabasına da gene akıl önderlik eder. Kişiyi "iyi"ye, "doğru"ya, "güzel"e ve "gerçek sevgiye götüren istek de gene aynı faktörlerden beslenir. İnsanın varlığını sürdürmede harcadığı çaba, karşılıklı bir alışveriş olma niteliğini korudukça, bireye olduğu kadar, topluma da yararlı olur; aklın, kuvvetin ve güzelliğin eşit oranda oluşturacağı "üçlü uyum dengesi" ise, akıl ve ruhun ortak birleşimiyle elde edilir.

Aklın özgürce davranış gücünü besleyen temel kaynağı yine sevgidir. Sevginin, her türlü maddesel yarardan arınıp "karşılıksız sevgi" tanımına götüren denge yine kendi özsel durumudur. Carl gustav Jung'un üstünde durduğu "Karşılıksız Sevgi" yorumu insanın genel bir ruh boşluğudur. Freud'a göre sevgi, ruhsal marazın ayrı bir türüdür ve bir bakıma tedavisi mümkündür. Freud, bu görüşte belki de belirli bir açıdan haklıdır; çünkü ortada patolojik bir sevgi türünün de var olduğu bir gerçektir ama sevginin tümü bu değildir. Nitekim maddeye dönük, ruhsal yaşamı tümüyle inkâr eden bazı dogma rejimleri, freud'u bu yorumundan ötürü başa taşımıştır. Freud çapta bir bilginin, herhangi bir yarara dayanmayan karşılıksız sevgiye yöneltmede sakınca görmediği topyekün inkar, dogma düzenlerini başarızlığa uğratacak köprüleri yakıp yıkmakla büyük bir iş görmüştür.

Sevgi kökeninde, tarihin daha eski dönemlerinde Zerdüşt ögretisi sevginin sonsuzluğundan bahseder. Grek kaynaklarına göre, milattan önce 1100 yıllarında yaşadığı varsayılan, Eski İran büyük din yenileyicisi Zerdüşt sevgi için şöyle der: "Başkalarını sevebilmenin sevgisinden daha da büyük sevgi, en uzaktakini ve gelecektekini sevebilmenin sevgisidir: ben sizlere en uzaktakini sevebilmenin sevgisini öneririm. Sevgi sizdeki yeni bir soyluluğun sevgisi olsun".

...."İnsanı, sınırları olmayan bir mekana, hem yanından hem de uzağından geçen büyük insan kalabalığıyla onu kaynaştırmak tüm dünyayla girdiği ilişkiyi göstermek; sinemayı anlamak bu değil de nedir?"...
          Andrey Tarkovski

Sinema temel olarak, hikaye üzerinden anlatısal yapıyı kuran bir disiplindir. Sinema anlatısı, hareketli resim disiplinine farklı bir bakış açısı sunmuştur. Bu iki disiplin arası geçişler, zihnin doğal eğilimine dayanır. Disiplinler arası durumu ve sanat tarihinin dizgisel gelişimindeki organik bağına da işaret eden çift yönlü gelişmelerdir. Disiplinler arası ve farklı disiplinleri, eğilimleri bir arada tutan yapısı, sinemanın güncel sanat mediumu olarak kullanılmanılması da kaçınılmaz olmuştur. Sinema kuramıyla uğraşan ve sinemayı direkt olarak felsefeyle ilişkilendiren düşünürler, sinemanın belki de diğer sanat disiplinlerine göre daha avantajlı yapısını vurgulamışlardır.

19. Yüzyılı şekillendiren, etkili olan görüntü teknolojileri ve fotografik imgelerin yarattığı durum, duygusal anlatı, şiirsellik ve romansal akımın tanımını yeniden yapmıştır. Bütün bu dizgilerin dahil olduğu minimalist bir yapımdan bahsedeceğim.
Yıllarca Tarkovski'nin Rusya'nın film ustası olarak görünen varisi olarak lanse edilen Alexander Sokurov, iki kişilik aile ve sevgi odaklı yaptıği üçleme filmle adından epey söz ettirmiştir. Kamerasını bir sanat nesnesinden ziyade, sevginin ve varoluşun yayın dalgalarına çeviren Sokurov, hareket ve zaman imgelemesini sınırlamadan görsel çeşitliliğin, şiirsel bir temaya dönüştüğü doğaya çevirmiş aynı zamanda.

Alexander Sokurov, Tarkovski ile olan estetik ve tematik paralelliğini ve aynı zamanda onun öğrencisi olduğunu belli ettiği üçlemesinde bolca atıfta bulunuyor. Iki kişilik aile bağlarının ele alındığı filmin birincisi:
Mother And Son(Anne ve Oğul)1997
Genç bir adamın ölmek üzere olan annesiyle geçirdiği son güne, görüntü dokusu açısından gözenekli bir perspektifden bakmamızı sağlıyor. Ölmekte olan anneyle geçirilen dakikalar ve bir oda parçasıdır anlatı başlarda. Anne ve oğulu kadrajına alırken, doğanın kararsızlığını, güzel ve uğursuz bir önseziyle, sevinç ve sevgi duygusuyla içimize sızdırıyor Sokurov. Anne ve oğul arasındaki sevginin bir çeşit dalgalanma senfonisinin verildiği filmde, kameranın zaman zaman odaklandığı o yıkılmış evler; içsel önsezilerimizin kapılarını aralıyor. Pastoral bir görüntüyle, Alexander Dovzhenkon filmlerinin başlangıç sahnelerini andıran film, dünyanın ima edilen yanını aslında ölüm ve sevgi arasında bulunan bağın dokusallığını, doğa üzerinden anlatarak Tarkovski'nin büyük övgüsünü almıştır.



Uzak Doğu'da Budizm'in kurucusu olan Buda(M.Ö. 550-480) insanlık için iki sevgi türü öneriyor; bunlardan birincisi Ragga, ikincisi de Metta'dır. Raga: mala, mülke, dünya nimetlerine, paraya, hayatın öteki zevklerine sahip olabilmenin sevgisidir. Metta ise, başkalarını da yarar ve karşılık beklemeden sevebilmenin sevgisidir ki, Buda tasavvufuna göre, evreni saran bu sevgi, sadece insanin sevebilme gücünden, yani tüm kötülüklerden arınmış saf ve sevgi gücünden beslenmektedir. Buda'ya göre, böylesine bir sevgiyi kendilerini ancak maddeye, kine ve nefrete tutsaklıktan koruyabilmiş olan kişiler elde edebilirler.

Sokurov bu sevgiyi anne oğul arasına ve sanatına öyle bir dokumuş ki, anne ve oğulun aynı rüyaları görmeleri, oğulun söylediği: "dün gece bir rüya gördüm, garipti" cümlesini, pencere ve ağaçları kadrajına alarak, aralarındaki ilişikinin derinliğini ve simbiyotikliğini aynı rüyalar ile anlatımlamış. 
Zamansal ve uzamsal kesinliklerin olmadığı sahnelerde, benzer bir belirsizlik; doğanın temsili ile olduğu gibi, ölüm ve yaşam arasında da durmaktadır. Annenin nefessiz kaldığı anlar ve seyircinin, ölü ya da canlı olduğunu bilemediği o anlar yine belirsizlikler imgeleri. Oğulun dolambaçlı toprak yollarda annesini çıkardığı yolculuklar, kendi içindeki ölüm ve yaşam arasındaki geçişi öneren yollar gibi.



Tarkovski, Zerkalo filminde, bireyin zihninde ve bilincinde olan imajları, sekansları ile kadınları ve çocukları kadrajına alır. Saf sevgi belleği, rüyaların zihne aktarımı ve cinaslarla, kafiyelerle yaratılan ahenkleri bariz bir şekilde görürüz. Bilincin doğumundan itibaren biriktirdiği deneyimlerin etkisiyle şekillendiğini, babanın varlığını ve yokluğunu şiirsel bir temada izleriz. Gerçeküstücülüğe uzak, hayatı sadece akıl yoluyla anlamdırmaya dayanan yaklaşıma meydan okuyan ve bir bekleyişe odaklanan Zerkola filmine paralel giden Sokurov, oğulun hassasiyetini, bilinç aktarımını ve çevredeki canlı doğayla, yaşam ve insanlık duygusunu işlemiş. Bekleyişin, bilinç altında olumsuzluğa götürdügü anların, zihinde deneyimlenen türden muğlaklık yarattığını görürüz.


Doğanın kullanımı filmin en çarpıcı yönlerinden biridir. Varlığı görsel ve işitsel olarak her çerçevede hissederiz. İç mekan çekimlerinde bile yaprakların ve dalların duvarlarda ve yüzlerinde gölgeli yansımasını görürüz. Beyaz bir bulutun sürekli kadraja girdiğini görürüz, uzun çekimler, denizde yaklaşan tek bir gemiyi fotoğraf karesi gibi algılama, karanlık bir önsöz gibi kullanılan dış sesler; Solaris'teki Tarkovski'nin Solaris gezegenine dünyevi nitelikler verdiği yerde, Sokurov doğayı yabancı hissettiriyor. 
Sokurov bir röportajında film için şöyle der:
"Görsel olan basit (ayrıntılı ve özenli olsa da) basit aynalarla, özel camların yanı sıra aynalar, büyük camlar ve ince boya fırçaları kullanılarak yapıldığı ile ilgilidir. Post prodüksiyonda görüntüye hiçbir şey yapılmadı, bu ahlaki bir pozisyona eşittir. Niyetim, film görüntüsünün düzlüğünü ön plana çıkarmak. Üç boyutlu bir alan değil, bir yüzey, bir resim istedim. Sonunda dürüst olmak istedim ve üç boyutlu bir alan ya da uzamsallık üretebileceğini savunuyorsa film sanatının bir yalan olduğunu söylemek istedim."  Sokurov, Alman romantik manzara ressamı Caspar David Friedrich'in etkisinde kaldığını da kabul etmiştir. Anne ve oğulun anlatıldığı bu filmde zaman kavramı yoktur. Zamansızlık duygusunu, doğaya ve uzun olarak kadrajına aldığı ağaçlarda daha çok hissederiz.

Filmin son sahnesinde verilen, kadraja yakınlaştırılan annenin yaşlanmış eli, elinin üzerine konan bir kelebek ve oğulun o kelebeğin ne kadar zamandır yaşadığını bilmemesi, bizim o sahnede annenin yaşayıp yaşamadığını bilmememiz; oğulun, annesine söylediği o cümle "bekle beni... Dediğimiz yerde" bütün bu bilinmezlik ve saf sevgi belleği Sokurov anlatısıyla işliyor içimize.


Sokurov'un üçlemesinin ikinci filmi:
Father And Son( Baba ve Oğul)2003
Sevginin tek düze ilintisini, tedirgin edici dış ses ve rüya boyutlarıyla ele alır Sokurov.
Tarkovski Offred filminin başında bir baba oğul ele alır. Fedakarlığın, teslimiyetin ve oğulun sorgulanması arasında kalırız. Teslimiyet, sorgulamaların, kelimelerin bittiği yerde başlıyor ve anlıyoruz ki söz, sükuta ermedikçe; sorgulama, teslimiyete dayanmadıkça kurban olunmuyor. Duasıyla insanlık için her şeyinden vazgeçen İsa peygamber gibidir Alexander. Çaresizlik ve umutluzluğun duanın ardından ona eşlik eden rüyalarla, ona eşlik eden Maria'nın yardımıyla her şey eski haline döner ve söz verdiği her şeyi yapar; evini küle çevirir, ailesinden vazgeçer, sözsüz kalır.
Sokurov, baba oğul anlatısında Tarkovski'ye paralel oğulun sevgi aracılığında kurban olduğunu görürüz.

İki çıplak bedenle ve yine rüya sahnesiyle başlar film. Rüyadan uyanan çocuk babasına sarılıp, "yetişip kurtarmasaydım, seni öldüreceklerdi" der. Rüya ve bilinç akımına doğayı dahil etmeyi unutmayan Sokurov, rüyasında bir ormanda olduğunu söyleyen Alexei ve aynı rüyanın içerisinde olan babanın; rüya gerçek arası prologla filmin ana hatlarını verir. Baba ve oğul ilişkisinde oluşan ayrılma korkusunu, "Dertler su ile akıp gider, gecenin rüyalarla gittiği gibi. Rüyaların da geceyle gitmesi gibi." sözleriyle bir paronayak haline getirir Sokurov.

İnsan sevgisini her şeyin üstünde tutan Seneca, dinlerin de bu sevgiyi içtenlikle benimseyip savunduğunu söylemiştir. Baba-oğul sevgisini dini bir paradoksa benzetmiştir. İnsan için, sevginin değil de ancak aktif bir iyilik görevinin söz konusu olabileceğini savunan Immanuel Kant, iyiliğin temel kökeni de sevgiden başka bir şey değildir kuramını savunmuştur. Schopenhauer ise, gerçek sevgiyi, insanlığın ortak ızdırabı olarak yorumlamış ve böylesine bir niteliğe ulaşamamış olan sevgiyi "bencillik" olarak tanımlar der. 
*"İnsanlığın ortak ızdırabı sevgidir"*

Schopenhauer'in bu düşüncesini, baba-oğul arasındaki sevginin giderek nasıl ızdıraba dönüştüğünü anlatımlarken, o ince çizgiye misyonlamış Sokurov. 
*"Bir babanın sevgisi cefalıdır, sevgi dolu bir oğul bu cefayı çekmeye hazırdır."*
Alexei babasına ve çevresindeki insanlara sürekli olarak bu sözü tekrarlar. Baba, bütün bu olanların dışında bir gün ayrılacaklarının farkındadır. Filmi yine görsel imgelerle anlatımlayan Sokurov, Andrew Wyeth'in tablolarından yararlandığı atmosferle serimlemiş. 
Filmin bir sahnesinde verilen ve kadraja ayrı ayrı aldığı gövde ve dalları ayrı olan bir ağaç; baba ve oğul bu sahnede karşılıklı  dururlar, biri gövdenin yanındadır birisi dallarının. Kaçınılmaz ayrılığı bu sahnede daha net vermiş Sokurov.


Sokurov üçlemesinin üçüncü filmi:
Aleksandra-2007
Büyükanne ve torun ikilisini ele alan Sokurov yine sevgi ve beraberinde savaş konusuna inmiş. Filmde hiç savaş sahnesi gösterilmeden o soğuk savaşların sonuçlarını görürüz adeta. Saf sevginin işlendiği filmde, bir subay olan torun ve onun ziyaretine giden büyükannenin zaman kavramından uzak bağına odaklanıyoruz.

Tarkovski'nin gerçekle hayali birbiri içinde erittiği filmi Zerkola'ya bolca atıf vardır yine. Zerkola filminde izlediğimiz; bir adamın çocuklara atış talimi yaptırdığı sekans, bu filmde, büyükannenin silah temizleyen çocuklara yaşlarını sorması, onların tüfek temizlerken orada olmamaları gerektiğini söylemesi ve tüfekleri alarak deneme sekansı olarak çıkar karşımıza. Tarkovski filminde o sahne; savaş çağında büyüyen, babasını savaşa gönderen bir çocuğun zihninde mi gerçekleşmektedir, yoksa bir tür iktidar simgesi olan yaşça büyük erkek, çocukları gerçekten savaşta çarpışmaları için mi eğitmektedir sorusuna cevap vermez. Sokurov filminde bu sorulara tekrardan cevap arar ve verdiği sekansla aslında bizi cevaba ulaştırır. Büyükanne üzerinden verdiği bu cevap: *"Tanrıdan ilk ne istenir; akıl, sağlık, güç silahlarda veya insanların ellerinde değildir."*
Büyükannenin söylediği bu sözler, Tarkovski Zerkalo filmine cevap niteliğindedir.

*Carl Gustav Jung*, insan ruhunun alabildiğince ihmal edildiğinden söz eder; madde ve çıkar dünyasının katılığı içinde insan, hiçbir yarardan beslenmeyen karşılıksız, katıksız sevgiden çoğunlukla yoksun kalmanın tehtidi altında bunalmışlığından. Meteryalist psikiyatrilerin söylediği katıksız sevgi ve tereddütsüz sevginin gücü, insanın kendi özsel bilgeliğinden gelir. *"Karşılıksız sevgi"* üzerine en çok söz söyleyen *Freud*, hayatı boyunca sürüp gitmiş olan yalnızlığa, ilgisizliğe katlanmıştır. Babaanne ve torun arasında geçen bir başka diyolog sevgi ve iletişim üzerinedir. Torun, onun anne ve babasına olan sevgisizliğinden bahseder. Bütün düşünürlerin bahsettiği o *"Karşılıksız sevgi"* filmin ana hatlarına böylece hakim oluyor. Filmde konvansiyel bir anlatı yerine, zamansal ve mekansal algının birbirine karıştığı ve zihnin yansımasına dönüşüyor.  Sevginin üst perdeden, savaşın daha sakin verildiği sayısız otobiyografik ögelerinden kendini en yoğun olarak hissetireni yine bu film diyebiliriz.

3 yorum: