28 Eylül 2019 Cumartesi

Bağımsız Sinema ve Au Hasard Balthazar(Rastgele Balthazar) filmi üzerine

Sinema ve sanat üzerine oluşturulan pazar ve tüketici toplumu; Entelektüel bir kesim demeyelim daha çok sanatın inceliklerine önem veren ve kendi bireysel görüş alanına katkı sağlamasından yana olan bir kesim. Büyük garantili kazançların güvenilir sağlayıcılarına çok hitap etmeyen sanat filmleri özellikle 1940’larda ayrı bir pazar sağladı kendine. Bağımsız sinemada bir köleleştirme sistemini değil, köleleştiren sistemin karşısına koyabileceğimiz düşünce minvali mevcutlaştırdı. Bağımsız yapımların en alt noktasını oluşturan sıradan olma ve toplumun en alt ama eğitimli kesimine hitap etme çabası, bugün ayağımıza kadar her şeyi teknoloji yardımıyla getiren büyük bütçeli filmlerin, sinema salonlarında imhasına şahit olduğumuz yapımlardan çok farklı bir arşivde yer aldılar. Kent salonlarının çok azında gösterime giren bu filmlerin izleyicisi de bir o kadar azdır. Konu bakımından sistem karşıtı, insanların köleleştirilmesi en çokta kadınların köleleştirilmesini hedef almış yapımlar mevcuttur. Şirket politikasından uzak, sinema endüstrisinden bağımsız, konu ve dolayısıyla seyirci istismarı yapmayan bu filmler; tamamen dünyada olup bitenlerin sinematografik politikası kıvamındadır. Yapılan filmlerin yararlığından çok maddi getirisine bakılan bu dönemde ve ulaştığı kitle bakımından pazar değerini kaybetmeye başlaması sanat filmlerine yönelimi arttırmaya başladı. Alt düzey bağımsız sinemanın 1940’lardaki yolu, varoluşlarının hassas bir şekilde, risk almış büyük bütçeli film pazarında seyirci ve gişe eritiminden geçip, günümüze daha anlamdırılmaya ve konusu bakımından kitle zeminine dokunan bir başarıya ulaşmıştır. Şirket politikasının dışına çıkan bu filmler; yönetmenin belirli bir kitlenin bakış açısına odaklanıp, sanatsal kimliğe ve toplumun bireysel kimliklerine odaklanmıştır. Varlığa, var olma çabasına, insanın kendi varlığına ulaşma çabasına, belirli zamanlarda eşyalara, hayvanlara belirli bir duygu misyonu yükleyen yönetmenler amacına yıllar sonra ulaşıyor. teknolojisinin imkanlarını günümüzde fazlasıyla kullanan yapımcı ve yönetmenler; üretimde sıkıntılarını, bütçe yüksekliği ve görsel şölenlerle salonlara taşımakta. Reklam ve son teknoloji ürünleriyle haşır neşir olan yapımcı ve yönetmenler sinema endüstrisindeki yerini sağlamlaştırdı.

 Bağımsız sinemanın durgun yönetmeni; Kant’nın Transcendental düşünce kuvamını fimlerine yansıtmaya çalışan ve sürekli olarak görünmeyenle bağlantı kurmaya çalışan ve filmlerinde bir tekrarın söz konusu olmadığı Bresson’un yine estetik bir zemine başarılı bir şekilde yaydığı fimi; Au Hasard Balthazar(Rastgele Balthazar)
Kadraj dışına bırakılan diyaloglar, kayboluş ve yitip giden hayatlar üzerine imgeler ve perde-ekran- sesler üzerinde arayış içinde geçen bir hikaye. Aynı zamanda, Bresson minimalizm anlayışı ve karakter üzerinden anlatısı psikolojik bir labirente sokuyor filmi. Film eleştirmeni Andras Balint Kovacs; Bresson tarzını anlatırken üç farklı özelliğini anlatır. İlki kadraj dışı yoğun kullanımı, ikincisi üst seviyede azaltılmış anlatı yapısı ve üçüncüsü de üst düzeyde sakin oyunculuk tarzıdır. Filmde Marie ve bir eşek üzerinde parelel ilerleyen Bresson; kırdan şehire gelen Balthazar ve Marie’nin hikayesini, aile ve toplum içinde ötekileştirme psikolojisinde ortak bir paydada buluşturmuş. Toplumda; kadın ve hayvanlar üzerine olan dışlama ve ötekileştirmeyi sessiz bir dille işleyen Bresson vurgulamaları ses ve görüntü ayrımlamarıyla yapmış. Marie ve Balthazar’ın çocukluklarının huzurlu geçmesi ve büyüdükçe varlığın arayışı ve sorgulamaya geçen psikolojik yaşam savaşı verirler. Fakirlik ve kendi varlığını ispatlamaya çalışan bir baba, bir tarafta Marie’nin çocukluk aşkı jacques. Jacques’in gidişiyle hayatı daha sessiz bir hal alan Marie için savaşı burada bitmez. Balthazar’dan ayrı kalmak zorunda kalan Marie kendi içindeki sessizliği varoluşsal bir boşluğa bırakır. Babasının gururu karşısında hep savunmasız kalan Marie, babasının başlattığı bu sessiz savaşın bir parçası olmaktan mutsuzdur artık. Toplumsal bir sorun üzerinden, baba karakterinin kalesini ahlak ve gurur yapmış yönetmen. Benliğinde dışlanmış bir psikolojik savaş veren babanın tek olumlaması toplumsal saygınlık kazanmaktır. Toplum tarafından fark edilmek ve fakirliğinin bir utanç olmadığını, yaşayarak ve gururunu koruyarak bu saygınlığın temel niceliğine kavuşmak.
Marie; zengin ama babasının aksine hayatı gururu ve saygıdan yana değil, para ve güçten yana kullanan bir adamın yanına sığınır. Bu karakter için varlık; kelimeler ve konuşmak değil, güç ve karşılıklı alışveriştir. Marie için varlık; merhamet ve huzurdur. Acı ve mutluluğun paylaşılmasını gerektiğini söyleyen Marie, Balthazar’ın da yeni sahibiyle huzurlu bir hayat sürmesini diler. Bresson’n Yaptıklarıma bir anlam yüklemeye çalışmam sadece minimalist oyunculuklarla sessizliği sunarım” sözlerini, Baldhazar üzerinden veriyor. Marie’nin erkek arkadaşı Gerard, bir sahnede Baldhazar’ın kuyruğunu yakmaya çalışır fakat yaklaşan bir arabayı görünce vazgeçer. Bunu daha sonra kimsenin olmadığı bir ortamda gerçekleştirir. Bresson’un Tanrı’nın varlığına dair bu sessiz göndermesi; Yaptıklarınızı kimse görmese bile Tanrı görür. Marie ve Balthazar’ın, gördükleri işkenceler karşısında bu kadar sessiz kalmaları ve sonuç olarak yine aynı acılara çıkmaları Bresson’un insanlığa ve Tanrı’ya ince bir göndermesi adeta.
Anlatılanın belirlenim kazanamadığı sahnelerde, sessizlik-görüntü geçişleriyle, kendiliğinden anlaşırlılığa sürükleyen yöntemiyle Bresson; Kant’ın deyimiyle “Sıradan aklın örtük yargıları” formülasyonunu kullanmış. Her soru sorma bir arayıştır. Her arayış, aranılanlardan önce kendi öncel kılavuzuna sahiptir. Soru sormak, varolanı nedenliği ve şöyleliği içinde bilmek için arayışta bulunmaktır. Bresson varlığın manasını sessiz ve derinden işlediği filmde; Balthazar’ın sıradan bir eşek olmadığını bize, sarhoş olan sahibini eve götürürken anlatır. Derdini anlatamayan, gördüğü eziyetler karşısında sessiz kalan ve gittiği her yerde aynı acılara maruz kalan Balthazar’ın sonunun yine kırlarda bitmesi, Bresson’un bir nevi kendi varlığına göndermesidir. Marie karakteri üzerinden ahlak felsefesine değinen Bresson; Marie’nin yanında kaldığı zengin adamla olan sahneleri kapalı perde vermiş bize. Seyirci anlayış sezgilerine bırakılan sahnelerde cinsel bir birleşim oldu mu, olmadı mı sorguluyoruz. Marie’nin son sahnede erkek arkadaşına ağlayıp, sana her şeyi anlattıktan sonra yine beni sevecek misin, benimle evlenmek isteyecek misin demesi bir nevi anlaşılır kılıyor. Marie ve Balthazar’ın, başladıkları yere dönmeleri ve ne yaparlarsa yapsınlar aynı acılardan geçmeleri psikolojik bir zeminden, varoluş ve Tanrı’nın varlığına kadar anlaşılırlık yetisi bırakmış. Her zaman doğru olan bir yoruma tabi tutma eğilimimiz olsa da anlaşılırlık niceliğinin içine düşüyoruz. Dünya dahilinde bütün varolanlar, ahlak-acı-yaşam-kendi varlığının niceliğinin hareket noktası olarak yaşamaya devam etmeyi seçer. Daha güzel bir dünyayı kendi varlığımızın bakış içine taşıyamadığımız için, karşılaşılan her şeyi kabullenmek özümsüzlüğü gösteriyoruz. Bir başkalarının çektiği acıya kayıtsız kalmamız belki de bu yüzden. İnsan kendi kabullenişine dünyanın acısını sığdırıyor.

27 Eylül 2019 Cuma

The Fountaınhead(Hayatın Kaynağı)1949- filmi üzerine

Varlığın temel kategorilerinden biri olan kalite, yetkinliği ve üstünlüğüyle insan hayatında ki yerini almıştır. Yaşamı kaliteli bir hale getirmenin ilk adımı; insanın kendi fikirlerine ve ideallerine sahip olmasıdır. Tanrı ve insan arasında ince çizgilerle belirlenmiş kuralların dünyaya çizimi fikirlerle yapılmıştır. Kaliteli yaşam koşulları ve kalitenin hayatımızı etkileme yöntemleri üzerine bir çok düşünür kendi ütopyasını yansıtan fikirlerini yazmışlardır. “Sorgulanmamış yaşam, yaşamaya değmez” diyen Sokrates başta olmak üzere, kendi çağına karşı çıkan felsefesiyle ünlü Nietzsche; insanın kendi hayatının kalitesini belirlemesinden yanadır zira Tanrı’nın öldüğüne inanır. Konfüçyüs öğretisi şöyle der; “Çürük bir elmas, çizik olmayan bir çakıl taşından daha iyidir” Buda felsefesi; Herhangi bir şey öyle duyduğunuz için öyle olmak zorunda değil, duyduğunuz şeylere ne kadar çok kişi inanıyor olursa olsun, koru koruna inanmayın” der. Aristoteles öğretisi; “Aynı fikirler bu dünyada bir değil, iki değil sayısız defa boy gösterirler dolayısıyla bir çok kişinin yaşamı, isteklerini doyurma yollarını aramakla geçer” der. Helenistik felsefenin önemli düşünürlerinden Epikuros’a göre; hayattan haz almanın sırrı Tanrı’dan korkmamak ve yarattıklarından korkmamaktır. “Tanrı bir köşede seyircidir” Tanrı figüründen ve kaidelerinden uzak insan hayatında mutluluğun yolunu bulmuştur Epikuros’a göre. Seneka felsefesine göre; insan hayatı şiir, tiyatro ve duygusallık üzerinedir. Senaka için insanın başlıca davranış ilkesi istençtir, ancak insanın bir de duygu yanı vardır, onu da istencin ışığında görmek gerekir. Rönesans felsefesinin önemli düşünürlerinden Montaigne’ye göre; insan hayatında cinselliği sorgulayarak başlar. Montaigne’nin Hümaizm kavramını insan saygınlığını ifade etmek için kullanır. Tanrı merkezli anlayışın terk edilerek, insan merkezli bir anlayışın hakim olması anlamında kullanılır. İnsanlığın temel inceleme konusunun evrenin yapısı ve işleyişinden ziyade, insan olması gerektiği görüşünü benimsemiştir. Dercartes’in Rasyoneliziminden ve Humeun empirizminden esinlenerek Transsendental epistemolojik idealizm kuvamını geliştiren Kant, yükselen bilim felsefesi dışında insan yaşamında ahlak ve özgürlüğe değinmiştir. Kant’a göre; evrensel ahlak yasası mümkündür ve her insan kendi ahlakını kendisi belirler. Her insanın yasası kendi içinde olmaktır bununla birlikte özgürlük ortaya çıkar. Aydınlanma düşüncesinin ideallerine göre yetiştirilen Goethe; insan hayatında şiir ve edebiyata önem vermiştir ve dolayısıyla insanın kendi fikirlerine. Bütün kültürsüz insanların ilgisi malzemeye yöneliktir işleme tarzına değil. Hakiki sanatta anlatımın, insan hayatında didaktik bir amacı olamaz. Ekoloji felsefesinin kurucu isimlerinden olan Hans Jonas; insan yaşamında sınıfsız toplum idealini, üretim araçlarının gelişmesiyle varılacak bir nokta ve üretim araçlarının gelişmesinde barbarca bir sanayileşme olarak kabul eder. İnsan yaşamında Kapitalizmin yıkıcılığını Marx’ın bütün kuramlarında görebiliriz. Bu kuramların sertliği insan yaşamında vurgunun da sertliğini belirler. Marx Kapitalizm üzerine pozitif görüşlerin, bugün varolan üretim güçlerini sabitleştirme fikriyle dalga geçer ve yok olacağını ileri sürer. Kapitalist ekonomiye eleştirici, doğa karşısında ki yıkıcılığına da eleştiri boyutu taşır. Bütün bu düşünürlerin kuvamlarını harmanlayıp, fikir minerali yaparak, Ayn Rand’ın 1943 yılında kaleme aldığı, Hayatın Kaynağı kitabından uyarlama bir film ele alacağım. Dünya sinemasında, izlenmesi gereken 15 felsefi yapım arasında gösterilen film; Kapitalizmin sınırlarını zorlamış ve sanatı filozof bir şahsiyet muhatabıyla serimlemiş.
The Fountaınhead(Yaşamın Kaynağı) 1949-King Vidor. Ayn Rand felsefesi filmde beş ana karakter üzerinden veriliyor. Howard Roark, Rand’in idealist kişiliğini temsil eder. Sadece kendi fikirlerine ve ideallerine bağlı bir mimardır. İdealleri uğruna ve kendi çizimleri üzerinde değişiklik yapılmasını reddettiği için okuldan atılır. Hayranlık duyduğu Henry Cameron’un yanına gidip çalışmak ister fakat Henry; bu idealist, kollektif beyin düşüncesinden uzak mimara, ideallerinden vazgeçmesini bunun hiç bir getirisinin olmadığını ifade eder. “Geçmişle yaşama ve ben ölünce bütün çizimlerimi, geçmişimi yak” der.Yönetmen Henry karakteriyle goethe’nin söylediği: “Kim geri dönüpte geçmişine şöyle bir bakma cesareti gösterse arkada pişmanlık duyacağı ve bir yere kadar alt üst olmuş bir yaşam görecektir. Çünkü istediği ve yaptığı şey çoğu kez yanlış; dileği ve özlemi ise kusurludur” sözlerini bütünleştirir.
Üretip, kendi yaşam standartlarımızı kendi yaşam üslubumuzu kendimiz belirleriz. Kollektif bir düşünce sistemi yoktur. Ortak bir düşüncede buluşma vardır. Buna kapitalizm müdahale ederek kışkırtma politikası uygular. İnsanın kendi çıkarlarını gözetirken aynı anda toplum çıkarlarını gözetebilir mi? karekter üzerinden anlatırken açık bir kapı olarak bırakmış yönetmen. Sürekli savaş halindedir insan kendisiyle, bilgiyle, öğrenmekle ama aynı zamanda bütün bunları aşabilmek için hayatın kendisiyle uzlaşmak durumundadır.
Bir diğer karakter Peter keating; okulu birincilikle bitirmiş olan bir mimardır ve Howard’ın arkadaşıdır. Howard kadar başarılı olamayan Peter, Guy Francon tarafından idare edilen mimarlık firması Francon-Heyer’de çalışmaktadır. Yeteneksiz olan Peter’in çalışmaları toplumsal bir övgüsellikle yüceltilir. Howard; toplumun istediği şekilde kendi ideallerini değiştirmeyi kabul etmediği için, bir granit taş ocağında çalışmaya başlar. Toplumdan kaçmış tamamen kendi dünyasına çekilmiş olan Dominique’yle karşılaşır. Güzelliği, iyiliği ve doğruluğu çok zıt tabanlarda işlemiş yönetmen Dominique karakterinde. Horatius’un; “Düşünme cesaretini göster, gir bu yola çekinmeden; iyi yaşamayı sonraya bırakan, yolunda bir ırmağa rastlayıpta akıp geçmesini bekleyen köylüye benzer. Oysa ırmak akıp gidecektir hiç durmadan.” Sözlerinin misyonunu Dominique karakterine yüklemiş. Toplum değerleri, kendi varlığına olan sorgulamaları ve kaçtığı yerden çok uzakta bu taş ocağında karşılaştığı Howard’a aşık olur. Karşılıklı olan bu hisleri iki tarafta cesaret edip dile getirmez. Howard bir gece Dominique tecavüz eder ve taş ocağından ayrılır.
Filmin devamında; Dominique, Peter Keating ile evlenir. Şehirde Howard’ın yaptığı ünlü bir bina için karalama kampanyası başlatılmıştır Mimari eleştirmeni ve sosyalist olan Elssworth Toohey; “Toplumu kışkırtarak başlayacağız, yükselen binalar, zenginler ve varoş fakir halk. Zengini suçlayarak başlayacağız, zengini suçlaman her zaman güvenlidir.” Karalama kampanyasını anlatan Elssworth; “üç bölümden oluşacak, Kötü sanatla ilgili entelektüel bir bölüm-yıkılan kirişlerle ilgili ürpertici bir bölüm-fakirlerle ilgili acıklı bir bölüm. İstisnasız herkesi kışkırtacağız. Kim savunmak ister ki altı üstü bir bina.” Yönetmen Elssworth karakterine; Shopenhauer’in “İnsan istediğini yapabilir ama istediğini isteyemez” sözlerini misyonlamış. Var olan her şeyde etkin olan yaşam, ne kapsamı içinde ne de belirdiği tarz ve biçimlerde bir kerede toptan kavranabilir. Programlı ve zamanlı bir biçimde insanın hayatının pazarlığı ve ideallerin pazarlığı bilinçsiz bir toplumla çok kolay yapılabilir.
Devamında Dominique; Başarılı fakat yayın ahlakını tamamen toplumun isteğine göre yürüten bir gazetenin sahibi olan Gail Wynand ile tanışır. Gail, Dominique aşık olur ve Peter Keating’den onu bir nevi satın alır ve boşanmalarını sağlar. Gail Wynand Dominique ile evlenir ve şehir dışında inşa ettireceği eşsiz bir mimari için Roark’ı seçer. Roark’ın Dominique ile olan geçmişinden habersiz olan Gail, Roark’la arkadaşlığını ilerletir.
Mimari konusunda başarıyı bir türlü yakalayamayan Peter Keating, halk evi projesi olan Cotlant Evlerinim çizimi için Roark’tan yardım ister. Roark bunu tek bir şartla kabul eder: çizim üzerinde asla değişiklik yapılmayacaktır. Gail ailesiyle çıktığı yat tatilinden dönen Doark projesi üzerinde değişiklik yapıldığını görünce deliye döner ve Dominique’nin yardımıyla binayı havaya uçurur ve teslim olur. Bu olayla beraber yükselmek için eline iyi bir fırsat geçen Toohey kışkırtma eylemlerine devam eder. “İnsanların yaşanmasına, sadece başkalarına hizmet etmesi koşuluyla izin verilebilir. Toplumun ihtiyaçlarının tatmininde kullanılan bir araçtan fazlası olmamalı. Fedakarlık çağımızın kanunudur. Gücün ne olduğunu sanıyorsun; kuvvet, silahlar, para. Ruhlarını ele geçirmeden insanları kölelere çeviremezsin. Kendi başlarına düşünme ve hareket etme yetilerini öldürmelisin. Birbirilerine bağlayıp birleşmeyi, anlaşmayı, itaat etmeyi öğretmelisin. Böylece boyunlarına tasmayı takabilirsin. Neden mükemmelliği eleştirip senin gibi bir vasatlıkları övdüğümü sanıyorsunuz? Mükemmel insanlara hükmedilemez, eğer bir insanın kişisel değer duygularını öldürürsen, itaat edecektir. “ Burada bizim ülkemize dönelim; Bireysel görüşleri yok etmede, mükemmelliği kişisel değerlerden başlayarak yok eden diktatör üsluplu bir devletimiz mevcut. Kapitalizm bir tüccar topluluğudur. Savaş alanlarında ticaret gelişmez. Bizim ülkemizde savaşlara karşı çıkmaktan önce devletçiliğe karşı çıkılmalıdır. İnsanlar devletçilik için ve devletçiliği destekleyen bireyler için kurban oldukları sürece ve Kabile inancını muhafaza ettikleri müddetçe barışı sağlamaları imkansız. Kendisini yetiştiremeyen bireylerin oluşturduğu toplum, kültür ve eser mirasçılığından ziyade diktatörlük mirasçılığına övünmekte. Çağdaş varoluşun karmaşıklığında öğrenim almış fakat eğitilmemiş, becerileri olan fakat kültürü yetersiz kalmış kişiler toplum için tehlikenin ta kendisidir. Yaşam kalitesinin ve mükemmelliğin mevcudiyeti ancak ve ancak eğitimle olur .
Filme devam edelim: Roark’ı savunan bir başka kişi de Gail olur. İlk defa prensiplerini sorgulayan Gail’e “popüler olmayan bir mesele, herkes için tehlikeli bir iştir, intihardır” diyenlere, Gail; bir kez olsun inandığım şeyler için savaşacağım. Hayatımda ilk defa herkese karşı tek başıma duracağım. Bir insan özgürlüğünü, haklarını, bütünlüğünü, görüşlerini, düşünce hürriyetini feda edebilir mi? Bunlar bir insanın en yüce varlığıdır. Peki ne için feda etmeli? kimin için? Asıl feda edilmesi gereken özdür. Bir insanın özü, onun ruhudur. Bir insanda asıl saygı duymamız gereken şey o feda etmediği özüdür. Peki bunu nerede bulabiliriz? tabiki Howard Roark gibi bir adamda.” der. Filmin son sahnesinde Roark; kendi özünü ve insanların bencilliğini vurgular. “Kamuya hizmet etmeyen birinin yaşamaya hakkı var mıdır? diyen iddia makamına, Roark cevap verir: “Binlerce yıl önce birisi ateş yakmayı keşfetti. Herhalde insan kardeşlerine ateş yakmayı öğretti diye, o ateşte yakmışlardır onu. Ama adam onlara akıllarına gelmeyen bir hediye bırakmış, karanlığı yeryüzünden kaldırmış. Yüzyıllar boyu ortaya çıkan bazı adamlar, yepyeni yollara doğru bazı adımlar atmışlar, bunu yaparken de vizyonlarından başka silaha sahip olmamışlardır. Büyük yaratıcılar, düşünürler, sanatçılar, bilim adamları, mucitler, kendi çağlarının insanlarına karşı tek başlarına durmuşlardır. Her yeni gelen düşünceye karşı gelinmiş, her yeni icad kınanmış ama emanet vizyonlara sahip olmayanlar yollarına devam etmişlerdir. Mücadele etmiş, acı çekmiş, bedel ödemişlerdir ama kazanmışlardır. Hiçbir yaratıcı, kardeşlerine hizmet düşüncesiyle harekete geçmemiştir çünkü kardeşleri, onun sunduğu hediyeyi reddetmişlerdir. Tek gerçeği kendi amacı olmuştur. Kendi gerçeğini her şeyden ve herkesten üstün tutmuştur. Diğerleri ona katılsa da, katılmasa da bütünlüğünü kendine yegâne sancak edinerek yoluna devam etmiştir. İnsan ancak kendi zihniyle var olabilir. Dünyaya silahsız gelir. Tek silahı kendi beynidir ama zihin bireyin sahip olduğu bir şeydir. Kolektif beyin diye bir şey yoktur. Düşünebilen insan, kendi kararlarına göre hareket edebilmelidir. Mantık yürütebilen zihin, herhangi bir zorlama altında çalışamaz. Başkalarının ihtiyaç, amaç ve düşüncelerine boyun eğmez. Feda edilebilecek bir nesne değildir. Yaratıcı kendi düşünceleri üzerinde yükselir, asalak ise başkalarının düşüncelerini takip eder. Yaratıcı düşünür, asalak kopyalar. Yaratıcı üretir, asalak yağmalar. Yaratıcının derdi doğayı fethetmektir, asalağın derdi ise insanları fethetmektir. Yaratıcının bağımsızlığa ihtiyacı vardır, ne hizmet eder ne de hükmeder. İnsanlarla hür iradesiyle ve gönüllü tercihiyle mücadele eder, asalak ise güç arar. Tüm insanları ortak harekette ve ortak kölelikte birleştirmek ister. İnsanın, diğerlerinin düşündüğü gibi düşünen, hareket ettikleri gibi hareket eden, benliği olmadan yaşayan, kendinden başka herkesin ihtiyaçlarına koşan, hizmet eden i, başkalarının kullanımı için bir ihtiyaç olduğunu iddia eder.” diyerek savunmasını yapan Roark suçsuz bulunur ve serbes kalır. Film; konusu, edebi yanı ve felsefi ağırlığıyla kapitalist kesime kesinlikle darbe niteliğindedir. Kapitalizmin ve sömürgeciliğin devam ettiği ülkeler açıklamalı bir cevap niceliği taşıyor. İnsanların önce zihnilerini ve benliklerini köleleştiren devlet ve sistemleri, kapitalizmin hayatımıza akışını böylelikle sağlıyor. Goethe’nin “Hayatın biçim kazansın, düşüncen hayat, canlandırıcı gücün hep üretici gücün olsun” sözünü filmin genel bireysel düşünce zeminine oturtabiliriz.
Üretme özgürlüğünün oldukça kısıtlandığı ülkemizde kitap mutlaka okunmalı ve bu film izlenmeli. Fimde bahsedildiği gibi; Promete ateşi hediye ettiği insanlar tarafından yakıldı. Edison ampulü icat ederken, karısı tarafından toplum ve ailesi ile ilgilenmeyen, anti-sosyal bir kişi olmakla suçlandı. Galileo 'dünya dönüyor' dediği için bizciler tarafından işkencelere uğradı. Bireysel akıl, kalabalıkların onaylamadığı bu büyük güç, her çağda saldırıya uğradı. Kalabalıklar, yaratıcı bireye saldırırken ellerindeki silahı hep iyilik, fedakarlık, hayırseverlik kurşunları ile doldurdular. Ve hep yaratılan değerleri bölüşmek ve paylaşmak istediler. Mesela televizyon seyrettiler, fakat televizyonu icat eden adamın adını hiç öğrenmediler. Otomobile bindiler ama Ford'un servetinden şikayet ettiler. İnterneti kullandılar ama Bill Gates'i çok para kazanmakla suçladılar. Tükettiğimiz her türlü zenginliği, paranın bir oyunu olarak ele almayı tercih ettiler. Sistem, kapitalizm, tüketim toplumu gibi adlar takıp eleştirdiler. Türkiye’de eğer The Fountainhead (Hayatın Kaynağı) iyi okunmuş ve anlaşılmış olsaydı; hiçbir devlet gücü ve diktatörlük bu kadar içimize sızmazdı. Türkiye, siyasal İslamcıların cenneti olmak yerine,eğitimli,kültürlü insanların ülkesi olurdu.

25 Eylül 2019 Çarşamba

Just Cause(Gizli Gerçek) ve The Life Of David Gale(Ölümle Yaşam Arasında) filmleri üzerine

Devletler; içinde yönetimler, içinde otoriteler, içinde yasalar, yasaların dişlerine takılan insanlar. Devletlerin muazzam gücünü, hukukun kurallarıyla insanların içine sızdırdığı dayatma. Problemleri çözücü idare gibi gözüken hukuki mekanizmalar ne yazık ki yanlış bir işleyişle insan hayatı alabiliyor. Kanun koyucu devletlerin yönetim şekli; Monarşi, Oligarşi, Demokrasi, Otoriter Yönetim, Teokrasi ne olursa olsun insan hayatına dokunulmazlığın üstünden geçmiştir. Yasaları uygulamada zoraki bir güce sahip olan yönetimler, çoğu zaman belirli bir otorite sağlamak için; suç ve suçlu potansiyelini aza indirmek amaçlı ölümle sonuçlanan cezalar getirmişlerdir. Hukukun teknik sınırları içinde hala devam eden devletler mevcut, en az talep eden devletler kadar. Hukukun bu kadar insan hayatının içinde olması ve insan hayatına bu kadar kasıtlı algoritmalar sunması hala demokrasinin geçerli olduğu Devletlerde tartışma konusu. İnançlar üzerinden bakıldığında; devlet ve yasalarında ölümle sonuçlanan cezalara ilk olarak orta çağda Hristiyanlık karşı gelmiştir. Bu düşünce karşıtı görüşlerini ortaya koyan ilk düşünürlerden birisi Tomas Morüs’tür. Ölüm cezasının suçluları suç işlemekten alıkoymadığını, dolayısıyla faydasız olduğunu ileri sürmüştür. Birçok din adamı, felsefe ve bilim adamları da karşı görüşlerini; kalıplaşmış, skolastik düşünceden uzak bir şekilde ortaya koymuşlardır. Ölüm cezasının Kanuni bir hükmünün bulunmadığını sadece vücudun ortadan kaldırılmak kolaylığı olduğunu savunmuşlardır. Ölüm cezası karşıtlığıyla bütün asırlara fikir olan Cesare Beccaria “Suçlar ve Cezalar Hakkında” eseriyle bunu daha da güçlendirmiştir. “İnsanlara, kendileri gibi olanları öldürme cüretini veren nasıl bir hukuktur?” Sözleriyle düzenin kalıplaşmış ve Demir’den olan yargılarına epey radikal bir çıkış yapmıştır. Fransa, İngiltere ve Amerika’da, Beccaria fikirlerini benimseyen ve destekleyen filozoflar olmuştur yine. Ölüm cezasına karşı devrimsel nitelikte çalışmalar yapan Beccaria düşüncesinin Fransız ihtilali söz konusu olmasa bütün Avrupa devletlerinde ölüm cezasının ilga edilmesi mümkün olabilirdi. İhtilalden sonra uzun bir süre felsefe, hukuk ve yönetimde epey ilga etme mevzusu etkisini sürdürmüştür. Ölüm cezasının ilgası taraftarlarından, “Ölüm Cezası İlgası Meselesi” müsabakasına 31 eser sunulmuştur ve bu eserlerden Paris kraliyet mahkemesi avukatlarından Ch. Lucas’ın eseri birincilik kazanmıştır. Lucas’ın eserinde; hala bugün ölüm cezasının devam ettiği devletlerde ve talep eden devletlerde ilga meselesini savunanlara öncülük edenlere, öncülük eden sözleri; “cinayetlerin önlenmesi için en iyi çarenin, maddî refahın artıp yayılması ve kültür seviyesinin yükselmesi, en tesirli ceza sisteminin ise, en şiddetli cezaları ihtiva eden ceza sisteminin değil, mutedil ve fakat her suç işleyenin mutlaka ceza göreceğini telkin edebilen ceza sisteminin olduğu neticesine varmakta ve bu iki husus için de, yani suçların önlenmesi ve işlenmiş olan suçların müessir bir şekilde tecziye edilebilmesi için ilk yapılacak şeyin, bir infaz rejiminin tespiti ile ölüm cezasının ilga edilmesi olduğunu söylemektedir” Kanunların kuvvetlerinin dayanağının belirli bir dogmatik düzenden gelmediği gibi sonradan dini kaynaklardan beslendiğini birçok yönetimlerde görebiliriz. Suçun kaynağı, suçu işleyenin psikolojik düzeyde incelenmesi, suçun başlangıç aşamasına inilmesi bütün bunlar adaletin temini değil ne yazık ki. Ölüm cezasının caydırıcı olmadığını daha kültürel bir yapılaşmayla aşılanabileceği ve suçun zemin psikolojisine inilebileceği aşikârdır. Hukukun mevcudiyeti ölüm cezasına bağlı olmamalı. Orta çağ ve orta çağ Avrupa’sında ölüm cezasıyla sonuçlanan davalar oldukça fazla. 1744 yılında bu sonuçlar, Hümanitaire felsefesinin tesiri ile Rus imparatoriçesi Elizabeth tarafından kaldırılmış, daha sonra 1864 te 2. Katerina tarafından tekrar getirilmiştir. 1- Tarih sırasıyla, 1847 de, şimalî Amerika devletlerinden Michi- gan, 1852 ve 1853’te, yine şimalî Amerika da Rhode-Island ve Wiscou- sin, 1854 te İsviçre’nin Neuchâtel kantonu, 1859 da Toskana, 1862 de Yunanistan, 1863 te Romanya, 1864 te Venezüella, 1867 de Portekiz, 1868 de Saksonya, 1869 da İsviçre’nin Zürich kantonu, 1870 te Hollanda, 1871 de İsviçre’nin Tessitı ve Cenevre kantonları, 1872-1873 te Bale kantonu, 1874 te Soleure kantonu ve onu takiben 20 Mayıs 1874 tarihli İsviçre federal esas teşkilât kanunu, 1876 da şimali Amerika devletlerinden Maine, 1880 de CostanRica, 1889 da İtalya ve Guatemala, 1890 da Brezilya, 1892 de Nicaragua, 1894 de Honduras, 1902 de Norveç, 1921 de İsveç, 1922 de Avusturya’nın Queensland Eyaleti (61) 1930 da Danimarka, 1932 de İspanya ve 1941 de Yeni Zelanda ölüm cezasını ilga etmişlerdir. Fakat daha sonra yönetim şekilleri ve otorite odaklı idam cezası tekrar gelmiştir belirli ülkelere. Hukuken ilga edilememiş olsa da idam cezasını uygulanmayan ülkeler mevcut bugün. Devletler; içinde hukuku ve yönetim şekliyle ölüm cezalarında masum insanların hayatlarına mal olmuştur. Suçun olay örgüsüne odaklanıp, halk tarafından tepelenen kişinin masum olma ihtimali her zaman vardır. Olay sarmalında sağlıklı bir yürütme başarmak ne denli mümkün bilemeyiz.

 Buna örnek iki filmden bahsedeceğim; Just Cause (Gizli Gerçek-1995 Arne Glimcher) klasik film yapımının pek çok kuralını bozan yasalar ve vicdan arasına sıkıştırılmış sorgulamalarla ilerleyen film konusu bakımından 90’lı yılların zorlu şartlarına rağmen sinemada aynı konuda kutuplaşmanın tamamen dışına çıkmıştır. Yasalarda boşluklar ve bu boşluklardan sızan haksız yargılanmalar üzerine yapılmış arşivlik bir eser diyebiliriz. Sinema endüstrisinin tamamen dışında popüler alkış kültüründen uzak bir konu. Ana akım konu bakımından felsefi bir marjinallik taşımakla beraber yukarıda bahsettiğimiz bugün hala belirli ülkelerde devam eden ve birçok ülkenin gündeminde olan idam cezasıyla sonuçlarını ters köşe bir şekilde işlemiştir.
Saygın ve idealist bir hukuk profesörü olan Paul Armstrong özgürlükçü düşünceleriyle idam cezasına son derece karşıdır. Bir panel de idam yasası üzerine yaptığı konuşma fazlasıyla dikkat çeker. “Tüm çabalara rağmen bu adalet sistemi en az 23 masum insanın ölmesine neden olmuş ve beyazları öldüren siyahları, siyahları öldüren beyazlardan yedi misli fazla idam cezasına çarptırılmıştır.1890’ dan 1990’lara bir yüzyılda çok yol kat etmişiz” devamında profesöre sorarlar “bu katillerin kurbanlarını neden anlatmıyorsunuz biz idam cezasını toplumun intikamı olarak algılıyoruz” Bu cümleyi ele alarak kendi ülkemizi örnek gösterebiliriz son yıllarda ülkemizde meydana gelen olaylar tecavüz, kadın cinayetleri, çocuk istismarları vb. olaylarda idam cezası gündeme geliyor. Toplum bunu bir intikam projesine dönüştürebiliyor. Profesöre karşı konuşmasını devam ettiren Vali:” Bu bir anlamda göze göz dişe diş felsefesiydi” diye devam eder. Profesör itiraz eder “Hayır işkenceyi işkenceyle ölüme ölümle cevap verecek hiçbir Tanrıya ve devlete inanmam mümkün değil.” Panel sonrası yaşlı bir kadının getirdiği mektup profesörün tekrar avukatlığa dönmesine sebep olur. Bu kadın, küçük bir kıza tecavüzden yargılanan idam mahkûmunun büyükannesidir ve Paul’dan yardım ister. Yaptığı araştırmalar sonucunda mahkûmun masumiyetine inanan Paul verdiği savaşında içgüdüsel egoistliğiyle idamı engeller ve mahkûmun serbest kalmasını sağlar. Yönetmen filmin sonunda aslında başta verdiği mesajı tekrarlamıştır. Seyirciye doyurucu bir son vermek yerine tamamen ters köşe bir finalle asıl vermek istediği mesajı net bir şekilde vermiştir. Paul, kurtardığı mahkumun aslında suçlu olduğunu öğrendiğinde vicdanı ve idealleri uğruna başka bir vicdan azabıyla karşı karşıya kalmıştır. Burada yönetmen tamamen, duygusallık yasal bir boşluktan geçip bir başkasının hayatını kurtarabilir aynı anda bir başkasının vicdan azabını alabilir üstüne diyerek, asırlardır devam eden idam cezalarında toplumsal çıkıntıların önemine değinmiş. Suç ve suçlu arasında bağı, toplum yüksek sesle dile getirip dişe diş, kana kan sloganlarıyla yükseltince idam cezası toplumun intikamı haline gelmiştir. Daha önce bahsettiğimiz ünlü düşünürlerin de dediği gibi; kültürel bakımdan gelişmiş toplumlar bunun caydırıcı bir ceza olmadığının bilincinde. Kültürel açıdan gelişmek suç ve suçlu oranını düşürecektir.

 Aynı konu üzerinden giden bir diğer filmimiz: The Life Of Davıd Gale(Ölümle Yaşam Arasında)2003-Alan Parker filmi. Alen Parker, idam cezasını ve sonuçlarını açık bir dille ele almış. İdam cezasıyla yargılanan kişiler üzerinden giden film aslında tek taraflı gidiyor. Bir tarafı ele almasıyla oldukça cesaret isteyen bir yapım olmuş. “Bu ceza adil değil, bazen masumları da kendine kurban seçebilir” Suç ve yargı üzerinden ilerlediği filmde ters köşe bir senaryoyla Parker, The Green Mile, Dead Man Walking filmlerinin aksine sadece mahkum odaklı yapmıştır. Seyircinin vicdanına dokunmak isteyen Parker başlarda bunu başarsa da filmin sonunda ben ne izledim diyebiliyoruz. İdam karşıtı saygın bir profesör olan David Gale’nin hayatı öğrencilerinden biriyle yaşadığı yasak aşk sonucu alt üst olur. İdealist bir felsefe adamı olan Gale’nin en büyük amacı idam cezasını durdurmaktır. Fakat bunun amacın kurbanıdır aynı zamanda. Öğrencisiyle yaşadığı yasak sonucu tecavüzle suçlanan Gale, aklanır fakat mesleğinden ve oğlundan olur. Buraya kadar hantal bir hikaye görürüz. Ticari istismar olarak tanımlayabiliriz hatta. Liberal bir görüşün dikte edildiği Gale; “yasaların Tanrı’sı devlettir” diyerek otoriteye karşı duruşunu gösterir. Yakın arkadaşı ve ölümcül bir hastalığı bulunan Harraway da bu savaşın bir parçasıdır. Yıllarca ölüm cezasıyla yargılanan masum insanların hayatını kurtarmak için uğraşmış ve idam cezasının kalkması için mücadele eden liberal bir idealisttir. Fakat aksiliklerin yakasını bir türlü bırakmadığı Gale, bu defa da yakın arkadaşına tecavüz edip öldürmekle suçlanır ve yıllardır savaşını verdiği ölüm cezasına çarptırılır. İdamına üç gün kala, tecavüz vakaları üzerine çalışmalarıyla ünlenmiş idealist bir gazeteci olan Bitsey Bloom’dan röportaj talep eder. Üç gün süren bu röportajda sürekli olarak Bitsey’in önyargılarını görüyoruz. Yönetmen gayet net bir şekilde, suça sahip ararken ön yargılarınızdan kurtulun diyor. “Siyasi görüşün, suç işleme potansiyeliyle bir ilgisi yoktur” diye açık bir dille servis etmiş. Ön yargıyla kurulmuş toplulukları hedef alan Parker, hırs ve reddettikleri masum olma olasılığını, önyargılı bir karakter olarak gösterdiği Bitsey üzerinden veriyor. Yargısal bir istismarı ve en önemlisi toplumun istismarını göz önünde bulundurmuş. Yargısal bir çeşitlendirme örneği gibi sunduğu filmde, bir suçlunun masumiyetine kendi önyargılarında ulaşan bir gazeteci, hedef alınan otorite, ve din üzerinden inişli çıkışlı yorumlar görüyoruz. Kalıplaşmış ve tekdüze haline gelmiş yasaların doğru bir düzende doğru bir işleyişle ilerleyebilmesi tamamen toplumun elindedir belki de. Bunu Gale’nin sokakta sarhoş bir halde, yoldan geçenlere Sokrates ve savunmasını okumasıyla daha net vermiş yönetmen. Hayatının kalan üç gününde yaptığı röportaj ve gazetecinin geriye dönük araştırmalarının sonucunda tamamen bir ters köşeyle karşılaşıyoruz. Her şeyin bir kurgu olduğunu, Gale ve yakın arkadaşı Harraway’ın planladığını anlıyoruz. Son günlerini yaşayan Harraway gönüllü olarak ölmeyi kabul ediyor. Sağlığında başaramadığı amacına ölümüyle ulaşıyor. Her şeyini kaybetmiş olan Gale buna razı geliyor ve plana dahil oluyor. Sonuç olarak yargı ve idam cezası kaçınılmaz. Bütün bunları öğrenen gazeteci, ön yargılarına yenik düştüğü için vicdan azabıyla, son bir hamleyle kurtarmak için koşuyor fakat Gale toplumun linç çığlıkları eşliğinde idam ediliyor. Gale’nin suçsuzluğu ölümünden sonra anlaşılıyor. Masum insanların da canını alabilir dediği yasaya dikkat çekmek adına kendini feda ediyor anlayacağımız. “Kimse kimsenin kişisel acılarının içine girmek istemiyor” Parker, basit bir kurguyla daha iyi bir film olabilirmiş mantalitesini bir kenara bıraktırıp, günümüzde hala tartışılan idam cezasına başarılı bir gönderme yapmış. Bu tür filmlere başarılı bir gönderme yapan Steven Broidy “Herkes pasta yemeyi sevmez. Bazı insanlar ekmeği sever, hatta belli sayıda insan taze ekmekten çok bayat ekmeği sever” diyerek ulaşılmaya çalışılan amacı ve kitleyi işaret etmiş. 


Yukarıda uzun uzun yazdığımız ülkeler cezalar ve iki film üzerinden diyebileceğimiz, ana akım bir konudan uzak ön yargılardan uzak yasaların olmasıdır. Devlet yasaları, devleti halk belirler. Günümüzde, özellikle ülkemizde son zamanlarda bir çok kötü olay vuku bulmuştur. İdam cezası isteği halk tarafında yüksek sesle talep edilmektedir. Fakat idam cezasının caydırıcılığının olmadığını bir çok hukuk adamı beyan etmekte anlatmaya çalışmakta. Bilinçli bir halk; kendine benzeyeni değil, benzemeyeni de aşabilendir. Siyasi görüşlerine bile göre halk tarafından tepelenen suçlular var, suçun çeşidi ne olursa olsun önyargılarımız bizi suça sürükleyebilir bu mantalitede. Eğitim seviyesinin daha düşük olduğu toplumlarda yargı en çok başvuruyu alıyor. Doğruyla eğriyi kendi kendine ayıramayıp, hakime, yargıca başvurması, adaleti başkalarından beklemesi, hukuki kavramları daha çok içimize sokmuştur. Mahkemelerde davalı ya da davacı farketmez yetkilerin sınırlarını belirleyen devleti yine bu eğriyi doğruyu seçemeyen halk meydana getirmiştir. Kendi oluşturduğu devletin yasalarının, kendi hayatına bu kadar girmesi ve kirletmesi ne denli doğrudur. İdam cezası isteyenler yine bu topluluklardır. Bir çok insanın suçsuz yere yargılandığı bu dönemde, halkın bunu istemesi kendi kalemini kırması denektir. Adaletten ayrılmayalım fakat devletin içimize bu kadar küstahça sızmasına izin vermeyelim. Hayatımız, kanun ve vicdan arasında sıkışıp kaldığı an ve bir masumun hayatına kıyıldığı an bunun dönüşünün olmayacağı kesindir. Toplumun seviyesini; eğitimi ve kültürü, devleti bu eğitimli ve kültürlü toplum, yasaları bu eğitimli ve kültürlü toplumun seçtiği devlet belirlerse eminim ölüm cezalarının gereği yoktur.

17 Eylül 2019 Salı

Ingmar Bergman-Oda Üçleme filmleri üzerine

Dünyada; bütün toplumlarda Kültürel açıdan, dini açıdan bir sıkışmışlık olan varolluşsal sancılar yüzyıllardır çeşitli kaynaklarda; edebiyat, felsefe, dini kitaplarla tartışılmıştır. Çoğu kez belirli bir otoritenin karşısında durmak için bu kaynaklar kullanılmıştır. Her şeyin bir pay almak üzerine kurulu olduğu bu düzende; dil-tarih, tarih,din, dil-din, duygular ve dinler minvalinde çeşitli idealar mevcut. Tanrının adaletsizliğinin, devletlerin ve yönetenlerin içine kaçtığı bu çağda hala devam eder. Bir çeşit akıl hamallığı yapan, felsefe, edebiyat, hatta  sinema varoluşsal yetileri eleştirel bir çerçevede portreler. Aydınlanma ve ahlaki açıdan; bütün toplumların yüzyıllardır süregelen dini otorite ve geleneklerine ters ideler fazlasıyla mevcut.  Bugün bütün dinlerde ticari bir amaç, özgürlük ve özgünlük adı altında otoriteye karşı belirli nosyonlarla inançlar ticari kaygılara dönüşmüştür ve dolayısıyla varoluş tezleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Tanrının varlığını sorgulama bireysel düzenekte; yine edebiyat, felsefe ve sinema aracılığıyla diplomatik yaklaşımlarla başlanıyor. Modernlik, çağdaşlık, rasyonalite gibi nitelendirmelerle, bilim adamları, din adamları aracılığıyla topluma sürülmektedir. Bütün uygarlık ve kültürlerde ilk başta yaradılış sorgulanmıştır, dini açıdan bu geniş zamanda felsefi bir boyut alıp varlığın manasının zeminlerinde Holist kuramına uygun incelemeler mevcuttur. Teizm karşıtı kuramlar oldukça fazladır bu konuda. Yine Tanrı’nın varlığının bilinmediği, evrenin yapısının bilinmediğini ileri süren felsefe kuramı Egnostisizm üzerine bir çok makale mevcuttur.

Dini açıdan doğru rasyonel bir temel oluşturmak insan psikolojisi açısından kendi varlığını sorgulayarak başlar, insan önce kendini sorgulayarak daha sonra sahip olduğu hayatın yaratıcısını sorgulamaya başlar. Aydınlanma çağı filozofları felsefik bir zemine yatırıp çeşitli ayrıştırmalarla ayrıntılı yazmışlardır. Sosyo-psikolojik açıdan baktığımızda; her insan tinsel açlıkla(sevgi-aşk) dini açlığı(inanış-sorgulama) kendi varlığının manasına bunu sorar. Karşılıklı bir alışveriş haline dönüşen tinsel ve dinsel konular insan ruhunun temelinde varoluşsal kaygıları somut olmayan  bir bağlama sürükler. Din adamları bunun en güzel bağlayıcıları, felsefe adamları evrenselleştirip, bilim adamları cevapsız kalan yerleri pazarlık konusu yapabilmektedir.

Dini yaklaşımlarda nihai bir ahlak geleneği üzerinden gidilmiştir. Ahlaki beceriler, somut ahlaki kurallar. Humeun’un felsefe ve din, ahlak ve din konusunda çalışmalarında Dercartes’in aksine şüpheli yaklaşımlarını görebiliriz. İnsan doğası gereği, kendi varlığı diğer varlıklara beslediği duygu ve Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu üzerine gel gitlerle yaşar. Buna örnek zemin sağlayan bir üçleme filmden bahsedeceğim:
Ingmar Bergman Oda üçlemesi:
1-Sasom i en Spegel-Aynadaki gibi (1961)
2-Winter Light- Kış Işığı (1963)
3-Tystnaden-Sessizlik (1963)
Yönetmen; sanat, sevgi ve inanç üzerinden müthiş bir delegasyon oluşturmuş.
“Kapı açıldı ama gelen Tanrı bir örümcekti”
Bergman üçlemenin ilk fimi olan Sasom i en Spegel- Aynadaki gibi filminde bir ailenin 24 saatlik hayatını konu almıştır. Aşk, aile bağları, ensest ilişki ve inanç konularını trajedik bir zemine yatıran Bergman kullandığı metaforlarla ruhsal bunalımı yansıtıyor. Yedinci Mühür filminde olduğu gibi İncilden esinlenmeler görmemiz mümkün. Bu sıkışmışlıklar arasında delirme noktasına gelen genç kadın Karin; babası Davie, erkek kardeşi Minus ve eşi Martin’le birlikte Baltık denizinin kıyısında yaşar. Filmde kendisini sanata ve edebiyata adamış olan baba karakteri ve yine kitaplarında Tanrı’nın çok geçmesi sorgulanır Martin tarafından. Sen sadece Tanrı’yı bu işe alet ediyorsun inanmıyorsun der. Sanat için edebiyat için Tanrı’yı kullandığını ifade eder. Baba sanata ve edebiyata olan ilgisini ailesine verememesinin sıkıntısını kendi içinde yaşamaya başlar. Babayla aralarında iletişim sorunu olan Karin ve Minus’un zaman zaman ensest yaklaşımlarını görürüz. Minus içine kapanık bir karakter olarak yansıtılır ve Tanrı’nın varlığına inancı yoktur. Babasıyla iletişim kuramadığını aktarır abla karakterine: “
“Bir kerecik olsun babamla konuşabilsem. Ama o kendi kabuğuna çekilmiş herkes gibi.”

Tanrı’nın varlığını sorgulamaktan çok; aşk, sevgi ve aile bağları üzerine yoğunlaşan Bergman kendi içimizde ruhsal sıkıntılarımıza ayna tutmuş filmle birlikte. Martin karakteri üzerinden sürekli olarak iyi kalmanın; umut etmenin, inancın da  ötesinde kötülüğe dönüşebileceğini; Karinle aralarında geçen diyalogda verir:
“Seni hastalığına rağmen çok seviyorum” der karısına ve Karin “sevmek yetiyor mu” diye karşılık verir.
Karin; babasıyla iletişimi zayıf, kocasına karşı duygularını sorgulayan ve kardeşiyle zaman zaman ensest bir yakınlık kuran bir genç kadındır. Boşluğunu Tanrı’nın geleceğine inandığı duvarlarla doldurur. “Duvardan geçebiliyorum, oraya geçtiğim zaman beni dinliyorlar ve anlıyorlar. Babam ya da sizler gibi hastalığıma vermiyorlar anlattıklarımı. Bekliyorlar ve gelecek inanıyorlar Tanrı gelecek, orada kimse huzursuz değil” diyerek manevi bir boşluğu  ve varoluş boşluğunu görürüz Karin karekterinde. Kardeşine duvardan geçebildiğini  ve orada özgür olduğunu anlatır. Yine Minus karakteri “Her insan kendi içinde tutsak değil midir” diyerek, konuşamamanın, bağ kuramamanın altını çizer. Bergman aile bağlarını ve önemini iki kardeş üzerinden mistik bir yapıda kendine has sinematografisiyle dramatik bir dille anlatmış.
Baba kız arasında geçen bir diyalogda:
Karin- “bir insan iki dünyada yaşayamaz birini seçmek zorundadır. İnsanın kendi karmaşasını görüp anlaması korkunç bir şey” diyerek duygusal bağlar ve Tanrı’nın varlığı arasında sıkışmış ve onu delirme noktasına getirmiş sancılarını dile getirir. Boş bir odada ona ayna olan duvar; içsel sıkışmışlıklarını, babasından eksik olan sevgisini, eşine olan duygularının bitmesini kardeşine olan karmaşık duyguları arasında bir kriz geçirir ve Tanrı’nın geleceğini söyler. Sonunda “Kapı açıldı ama gelen Tanrı bir örümcekti” diye olanları ailesine anlatır. Karin için buradan sonrası hastaneye yatırılmaktır. Bütün bunların arkasından kendisini sorgulayan baba ve erkek kardeş arasında geçen diyalog Bergman’ın belkide sinemaya, inançlara, aşka sevgiye, aile bağlarına, topluma büyük bir göndermesi olmuş. Tanrı/baba ve oğul üzerine:
“Gerçeklik paramparça oldu baba, her şey mümkündü baba her şey. Bu durumda artık yaşayamam” der ve baba karakteri yaşayabilmesi için Tanrı’nın varlığına ihtiyacı olduğunu söyler.
Minus; bana Tanrı’nın varlığını kanıtlanabilir misin? diye sorar ve Bergman baba karakteri üzerinden
dersimizi verir.
“Kanıtlarım, ama sözlerimi çok iyi dinlemen gerekir” diyen babaya Minus; dinlerim buna çok ihtiyacım var diyerek aile bağlarında ki zayıflığa, babasından gördüğü eksik sevgiyi ve içsel yalnızlığını dile getirir. Bütün ailelerde Hatta toplumlarda sıkça karşımıza çıkan bu sorunu çok güzel bir şekilde sunmuş yönetmen. Hepimizin kaçtığı bir duvar, içsel savaşlarımızı yansıttığımız bir ayna, Tanrı’yı beklediğimiz ya da Tanrı’nın var olma ihtimaline sığındığımız bir köşemiz vardır.
“Sana kendi inancımdan bahsedebilirim. Aşkın insan dünyasında gerçekten var olduğunu biliyorum. İnanmak ve teselli bulmak. Aşk Tanrı’nın varlığını mı kanıtlar yoksa Tanrı’nın kendisi midir bilmiyorum. Boşluğumu ve bu pis umutsuzluğumu bu düşüncede dinlendiriyorum.” Bunun üzerine Minus; o zaman baba Karin Tanrı tarafında sarılmış çünkü biz onu çok seviyoruz”

Bergman sevgi ve Tanrı üzerine bir sıkışmışlığı yine salt düşüncede aşk olan bir zemine yatırmış. Yamuk bir tekne ve içine sığınan Karin üzerinde filmde karaktere yüklenen duyguyu bütünleştirmemiş mümkün. Tanrı’nın varlığını sevgi olarak anlayabileceğimiz muhteşem bir yapım.

Bergman’in Oda üçlemesinin ikinci filmi olan 1963 yapımı Kış Işığın’da yine sevgi ve Tanrı konusu baş karakter tomas üzerinden sirayet etmiş. Yedinci Mühür ve üçlemenin diğer filmleri gibi yine Tanrı, din ve varoluş labirentinden ilerliyor. Varolluş sancıları çeken ve inancını kaybetmiş bir rahibin İsveç taşra hayatını anlatıyor.
Baş karakter Tomas; eşini kaybettikten sonra Tanrı’ya olan inancınıda kaybetmiştir. Bergman’ın kendi hayatımdan kesitlerle pişirdim dediği bu üçlemede, sevgi ve iletişim eksikliğinin, insanlar üzerinde ve İnançları üzerinde değişimlerini ağdalı bir dille vermiş. nevrotik karakterler üzerinden sevginin gücünün Tanrı olduğu labirentinde ilerliyor. Tinsel eksiklerin ve iletişim eksikliğini bize; Çocuk/kul Tanrı/baba şeklinde veriyor üçlemede. Birinci filmde baba ve çocuklar arasındaki iletişim eksikliğine değinen Bergman, aslında Tanrı’ya ulaşmak isteyen Karin babasına ulaşmak istemektedir. Başta değindiğim gibi insan önce kendi varlığını sorgulamaya başlar sonra boşluğu sevgiyle doldurmak ister.

Bergman’ın bir ateist, filozof ya da bunların hamallığını yapan edebiyat ve felsefe üzerinden değil de bir din adamı üzerinden konuyu ilerletmesi sinema açısından tamamen kendi dünyasına verdiği bir mesajdır. Nevrotik bozuklukları olan Tanrı ve varoluş üzerine sorgulamalar yapan karakterlerde, varoluş sorgulamalarının ailede başladığını, sevginin ve iletişimin önemli olduğunu yansıtması, gerçeklik algısını oldukça üst seviyede tutuyor.
Kış Işığı filminde inanç sistemini sorgulayan ve bu sorgulamada savaşlar üzerinden oldukça açık mesajlar veren Bergman; Dostoyevski’nin; bir köpek tarafından ısırılan küçük kız çocuğuna, “İsa kadar acıyor mu canın ya da bir insan ısırığı kadar ? bence bir savaş kadar acımasız değildir” sözlerinin altını çizmiş ve kiliseye gelen inançlarını kaybetmek üzere olan bir çift
üzerinde vermiş selamını.
Kiliseye ibadet için gelen genç çift Jonas ve Karin, Tomas’a sorarlar; “Neden yaşamaya devam
etmeliyiz?” Jonas; Çin’de yaşanan savaşa değinir orada olanlara, zulümlere ve yardım ister. İnancımı
kaybetmek istemiyorum. Tanrı varsa neden orada değildi? diye inancını ama şüphelerinin olduğunudile getirir. Jonas karakterinde inancı ve şüpheyi işleyen Bergman, Tomas karakterinde İnancını tamamen  Nihilizme yöneltmiş bir nevrotikliği işler. Belirli imgeler üzerinden giden Bergman; kilisede ilahi çalan karakter üzerinden, yukarıda belirttiğim dinin ticarete dönüşmesine gönderme yapar. Karakter ilahi çalarken aynı anda saatine bakar bir an önce bitmesi için.
  Tomas ve onunla sevgi bağı kurmaya çalışan Marta’nın yine bu labirentte kaybolduklarını ve Tomas’ın varoluş kaygılarından iliskilerinin bir bağlılığa dönüşmediğini görürüz. Tomas karakterinin Fideizm üzerinden değil de akıl yoluyla Tanrı’nın varlığını araması, dini ve Martay’la olan bağını belirsiz bir zemine yayıyor. Bunu daha iyi anlayabilmemiz için “Len Terâni ve Araf-143 teki kıstasa bakmanız gerekir. Film üzerine ve kıstaslar üzerine bir çok makale mevcuttur. Daha ayrıntılı bakılabilir.
Marta’nın Tomas’a yazdığı mektup; Tomas’ın inancını sorgular niteliktedir ve yine bir sevgi arayışı görürürüz.
“Sana gerçekten duanın gücüne inanıp inanmadığını sormuştum. İnandığını söylemiştin.” Sevgi zeminine dua aracılığıyla vurgu yapan yönetmen yine Marta üzerinden Tomas’ın Tanrı’yı akıl yoluyla ulaşmaya çalıştığını vurgulamıştır zira elleri yara içinde olan Marta, Tomas’tan dua etmesini istiyor ve Tomas bu isteğini isteksiz bir şekilde kabul ediyor. Bunu filmin sonunda İsa’nın çektiği fiziksel acılara vurgu sahnesinde daha iyi anlıyoruz. Bergman yine ağdalı bir anlatımla Marta üzerinden İsa’nın çektiği acıların çok abartıldığına uzanmış. Tomas’ın dua ederken tiksinmesi ve duayı bırakmasını; Marta “ ben senin tepkini anlıyordum ama sen beni hiç anlamadın” diyerek vurgular. Marta karakteri üzerinden duygusal noksanlığa ve Tomas’ın nihilist ve nevrotik davranış bozukluklarına değinen yönetmen Tanrı’nın kalpte yaşadığını vurgulamış ve Tanrı sevgidir mesajını bir kez daha vermiş. Marta mektubuna şöyle devam eder; “Tomas; senin imanına asla inanmadım. Zira dini sıkıntılar yüzünden hiç eziyet çekmedim. Hristiyan olmayan ailem birliktelik ve sevincin sıcaklığıyla karakterizeydi. Tanrı ve İsa ise sadece müphem varlıklardı. Ve benim için senin imanın belirsiz ve nevrotikti. Ama ben tam tersi bir şey yaptım yaralı ellerim ve senin sevgin için dua ettim ve bu sonbaharda kabul etti.”
Marta karakterinin sevgiye bağlılığını Tanrı olarak gösteriyor Bergman ve yaralarını İsa.
Tomas; kiliseye gelen Jonas be Kari’ne Tanrı’ya inanmadığını söyler. Ve bunu Marta’ya ağlayarak itiraf eder ve şu sözleri söyler:
“Bir fani umudu taşıyordum, her şeyin bir yanılsama, uydurma olmadığına dair ama artık bitti. Özgürüm artık özgürüm.”
Kilisede verdiği vaazları isteksizce verdiğini ve ailesinin isteğiyle Rahib olduğunu söyler.
“ Eğer Tanrı yoksa bu gerçekten bir fark yaratır mı”
Filmin sonunda Jones karakterinin intihar ettiğini görürüz.
Ve son sahnede Tomas’la diğer rahibin konuşması aslında bugün bile hala bütün dinlerde, ırklarda
tartışma konusudur; “İsa’nın yaralarını çok abartıyorlar, İsa’ya yapılanları çok abartıyorlar, İsa
fiziksel acıya yapılan bir vurgu. Bende çok acı çektim benim de yaralarım var.”
“Tanrı sevgidir ve sevgi Tanrı’dır”
“Sevgi Tanrı’nın varlığının kanıtıdır”
“Sevgi insanlık için gerçek güçtür”
Bergman üçlemede geçen diyaloglarda; Hannah Arendt siyasi makalelerinden ve felsefeyi reddede
n tezlerinden esinlendiğini söylemiştir.
İçe bakış bir varoluş kaygısını tembel bir inanca indirgeyen Bergman bu ikilemin tepe noktasına yine Tanrı ve sevgiyi koyar. Bu ayrı algıları alıp aslında basit bir düzenekte uyum içerisine sokar. Bu zıtlıkların labirentine şüpheciliği yerleştirir. Bütün bu algılar arasında tek gerçek şeyin sevgi olduğunu ve varlığı desteklediğini anlatır.

Üçlemenin son filmi olan; Tystnaden-Sessizlik daha çok imgeler üzerinde. İlerliyor. Fazla diyaloğun olmadığı filmde yine bir aile dramı işlemiş Bergman.

  İki kız kardeş olan Ester ve Anna üzerinden ahlak, sevgi ve varoluş kaygıları işlenmiş. Üçlemenin ilk iki filminde dini bir labirentte ilerleyen Bergman; Sessizlik filminde ahlak değerleri ve arzular üzerine yoğunlaşmış. Üçlemenin ikinci filmi olan Kış Işığı filminde; rahip üzerinden ezberlenmiş dini ahlak değerlerine değinen yönetmen bu defa iki kız kardeş üzerinden veriyor mesajını. Ruhsal yönden yıkılmış ve hiçlik bilinciyle savrulan iki kardeş üzerinden diğer iki filme göre iletişimsizliği daha net anlatıyor. İnanç üzerinden gittiğinde, Ester aklı, Anna bedeni temsil ediyor. Bedensel güzelliğe ve arzulara kendini kaptıran Anna; küçük oğlu Johan konusunda da oldukça zayıftır sevgi be iletişim konusunda. Sürekli olarak Ester’in ezberlenmiş ahlaki duvarlarına çarptığından yakınır. Beden ve aklın bir sevgi bütünlüğü olmadan sadece yıkıntılı bir hayatı meydana getireceğini vurgulamış yönetmen. Bergman yine İsa ve çektiği acılar üzerinden giderek bolca imgelere yer vermiş. Ester üzerinden ruhani acılara ve amansız hastalığının verdiği acılara değinirken, ruhani acının daha çok yıkımsal olduğunu ve boşluğa savunduğunu vurgulamıştır. Bir sahnede; Anna hiç tanımadığı ve dilini bile bilmediği bir adamla sevişirken onun yaralarını öper. Orada Ester’le yaptığı tartışmada onun ahlaki gelenekçiliğine kızar. Ester durumunu filmin son sahnesinde şöyle açıklar; “babam da aynı hastalığa yakalandı ve hastalığına şu adı verdi, Euphoria” der. Acı çekme ve iletişimsizlik üzerine; ışık-karanlık, ses-sessizlik zıtlıkları üzerinden imgelemiş Bergman.

Bergman; kendi hayatımdan kesitlerle pişirdim dediği üçlemede, başta sevgi, Tanrı, din, ahlak kavramlarını anlatırken kesinlikle zıtlıklar üzerinden ilerlemiş. Ahlaki gelenekler, dayatılmış normlar, toplumun en küçük parçası olan aile bağları ve iletişim konularını şeffaf bir zemine sermiş. Bu kavramlarda holizmden (tümcülükten) uzak duran Bergman, bellli bir model oluşturmadan, özgün, özgür üslubuyla farklı noktalardan bakış atmamızı sağlıyor. Kesin kavramlar üzerinden ilerlemeyen, dini çizgilerden belirli açıda uzak ama sevgi yoluyla değinen Bergman aslında; dini araç olarak kullanan ve sürekli olarak İsa’nın çektiği acılara değinen gelenekçi kesime savaşlar ve bireysel
karakterler üzerinden gönderme yapmış. Telafi mantığıyla aslında akıl yoluyla hiç bir şeye ulaşamayacağımızı sevgi yoluyla ulaşabileceğimizin altını çizmiş. Felsefi boyutta Septisizm üzerinden ilerleyen Bergman, ahlak konusunda yine Hume’undan serpmeler yapmıştır.
Of the Understanding - Anlayış Yetisine Dair ’ ve ‘Of the Passions - Tutkulara Dair ’ 1739 üçüncü bölüm olan ‘Of Morals - Ahlaka Dair ’  özellikle okumanızı tavsiye ederim.
Yine daha iyi anlayabilmek adına; Blaise Paskal- Düşünceler, Irvin Yalom-Varoluşçu Psikoterapi kaynaklarına göz atabilirsiniz.

7 Eylül 2019 Cumartesi

MIHLI

Ben, ayinini bekleyen bir kilise, İçinde ibadet edilmeyi bekleyen bir cami. Kafamda ki denize indim, dalgalardan süzüldüm. Ruhumdaki kiliseye girdim içinde ayinler, içinde pişmanlıklar. Papazına  küsmüş kilise, kilisesine küsmüş inançlılar... Günahkar girdim camiye, İçinde ahlaklar, içinde ayetler, içinde sesler, ağlamalar, eskimiş duvarları, içimdeki  kiliseyi unutturuverdi hemen. Kafamın içinde denizler, kafamın içinde ayinler, kafamın içinde ki camiler eskimiş. Orada biri ağlıyordu, ölen kimdi neden ölmüştü hiç bir fikri olmayan meraklı gözler, oradaydı ama ağlayan kişinin bütün hayatıydı belli. Durup baktı kalabalığa, öylece ölüme ağladı. Belli çok yolu düşmüştü bu ölümlere. Kalabalığın içinden sıyrılıp sokak başında ayakkabısı eskimiş kız çocuğundan aldığım mendili uzattım. Sormadım kimdi ağladığınız ölüm diye, uzattı elini kalktı öylece. Çok uzak olmayan belediyenin koyduğu banklardan birine oturduk, elinden tuttuğu küçük kız çocuğu aramıza ilişti. Başladı anlatmaya, ben sustum o anlattı. Mıhlı; evet, tam olarak adı buydu ne için neden koymuşlardı bilinmez ama adı Mıhlıydı. 

İnançlı çok insanın uğrak yeri olmuş Mıhlı. Sanki mitolojik bir geçmişi vardı ama; siz bilmiyorsunuz der gibiydi duruşu. Yaşlanmış kollarında, binlerce çocuk uyuturdu sanki öyle yorgun öyle durgun, dökülen dallarına kimsenin uzatamadığı ateşin, kendi içinde yanmasının  gururunu yaşar gibiydi. İhtiyarların anlata anlata bitiremediği, yaşayan anne babaların çocuklara yaklaşılması korkunç bir canavar gibi anlattığı ama çocukların bin bir merakla yaşlanmış dallarından inmediği bir masaldı. Ama ben ona bir anlam yükleyecek olsam, bir isim verecek olsam; Tanrı derdim. Tanrı kollarını uzatmış üstümüze. Uzandım öylece, hangimiz daha yaşlıydık bunu sessizce tartışırdık, dallarında uyuyan çocuklar uyanmasın diye. Çok üşüsemde mi yanmazsın sen? Gözlerim yarı açık, göz kapaklarım çocuklara uyum sağlar gibi süzülüyor ama; direniyorum düşünmek istediklerim var uzun uzun. Birden babam geliyor gözümün önüne,  çok uzun denemeyecek ama kısa da olmayan boyu, çocukluğumda ki gibi simsiyah saçları, bizi her zaman korkuya kaçıran sert çizgileri, bakıyor öylece bana. Düşünüyorum; neden beyaz değil saçların?  çizgilerin yumuşamıştı sanki diyorum. Babam hala siyah, hala siyah bakıyor. Geldin mi oraya, der gibi bakıyor. Sert çizgilerine bakarsan; hala çocukluğumdaki yaşta babam ve senden hiç bir halt olmaz der gibi bakıyor yine. Siyah saçları yine korkulara götürüyor,açmak istemiyorum göz kapaklarımı, yine beyaz görmek istiyorum şefkate götürsün istiyorum beyaz saçları. Göz kapaklarım hala direniyor, rüyamı görüyorum diye sorguluyorum bir an kendimi. Rüzgar hafif bir sallıyor uyuyan çocukları, göz kapaklarımda bir çocuk düştü düşecek ama direniyor. Kendi çocukluğuma baş kaldırıyorum adeta, babama baş kaldırıyorum, babamın siyah saçlarına baş kaldırıyorum.  Hayatımın paranoyak penceresiydi o, açsam mı, açmasam mı, atlasam mı, atlamasam mı dediğim. Göz kapaklarım hala direniyor, göz kapaklarımda ki çocuk uyan diyor,  babam tam karşımda saçları hala siyah, yüzünde hala çizgiler hadi yeter diyor 
artık yeter nedir bu senden çektiğimiz. Baş ucumdaki 
canavar, benim için; Tanrı, öylece susuyor uyandır artık çocuklarını uyandır artık beni. Kurtar beni, içimde ki korkudan, kurtar beni babamdan. Aklıma birden daha önce tanrıya gelip dua edenler geliyor; elleri yaralı kadınlar, yüzleri yaralı çocuklar, çevresinde attıkları üç turdan sonra tanrının gövdesine çakıverdikleri paslı bir çivi yani mıh. Mıh diyorduk biz çiviye. Sonrasında; Tanrının etrafına bozuk paralar atıyorlar, bizim sonradan toplayıp ama; ya ölürsek diye günlerce kabusuna yattığımız paralar. Bu öylesine uydurulmuş bir masal olmaktan çoktan çıkmıştı, yıllardır hiç kimse onun dökülen dallarını almaya yakmaya cesaret edememişti, günahtı bu, büyük günah onların inancında. Onların tanrısı; tanrınında tanrısı olan tanrı helak ederdi yoksa onları, bu öylesine bir inanç olmuştu ki, Tanrının köklerinden de yaşlı bir inanç. Benim için Mıhlı; Tanrının yeryüzüne düşmüş gölgesiydi sanki, gölgesi kadar güzel olmayan inançlar, onu bir canavar, bazen yaralara çare ilahi bir ağaç yapıyordu. Tanrı uyandır beni artık gözkapaklarım çok ağırlaştı. Tanrı uyanmak şöyle dursun; üzerime örtmüştü dallarından birini sanki daha bir ağırlaşmıştım. Karşımda babam, babamın siyah saçları hala duruyordu. O yerde misin diyordu, ama; siyah saçlı babam diyordu bunu. zihnim bulanık, zaman tamamen bir karmaşaydı kafamda artık. Ya annem?annem kaç yaşındaydı, beyaz saçlarıyla? Annem demek istedim babama, annem nerede? Zihnim, garip bir zamana sürüklüyor beni ama babam bu defa beyaz saçlı oluveriyor, annem küçük kardeşimin ağlamasına uyanıyor başlıyor ağlamaya eşlik ediyor kardeşime, kardeşim gibi
açlığa değil, benim yokluğuma benim çaresizliğime ağlıyor. Bense; hastane odasında, kolumda serum baba diye ağlıyorum, odada ki adama babam gelsin nerede babam? diyorum. Çok acıktım babam gelsin. Sonradan öğrenmiştim; babam hastalığıma efkarlanıp, bir meyhanede oturmuş içmişti. Bir kadın gelmiş masasına “Boşuna efkarlanıyorsun; bir gün öyle bir şey olacak ki, keşke o hastanede ölseydi bu çocuk diyeceksin, ama en çok da bu çocuk senin başını dik tutacak.” diyivermiş. Bu hikayeyi ilk dinlediğim andan itibaren, gerçekleşecek hissi, yıllarca hem keder hem umut olmuştu bana. Orada; babamın hiç tanımadığı o kadının sözlerini aklına kazıması ve sürekli cebinden çıkarıp göstermesi gerçekleşeceğine inanıyor gibi gelmişti bana ama kötü olanların. Bazen, mahcubiyet görürdüm babamın gözlerinde, yüzünde, anlayamazdım. Göz kapaklarım direniyor hala, ağlamaya devam ediyorum hastane odasında, hiç tanımadığım o adam bakıyor anlamsızca bana. Yan tarafta yatan kızın babası belli, ama çok şefkatli davranmıyor, belki de  babası değildi. Bana bakmaya devam ediyor, pis bir suratı var; rüyalarımda gördüğüm canavarlara benziyor. Bir an kesiyorum ağlamayı, korkuyorum yataktaki kız öylece uyuyor. Annemin yüzünde ki morluklar geliyor sonra gözümün önüne, annemin morlukları hep geçerdi ama içime işleyen morluklar geçmezdi. Babamın, içip geldiği akşamların morlukları, yemek biraz sofraya geç geldi diye sinirlenmelerinin morlukları, siyah gömleğim neden 
yıkanmadı diye, hesap sormaların morlukları. Babamın, 
beyaz saçlarında huzur vardı. Siyah saçlı babamın 
korkularını unutturmuştu. Babam, beyaz saçlı olunca biz 
baba kız olmuştuk. O kadının, söylediği lanette olmuştu; 
üzmüştüm babamı çok üzmüştüm, keşke ölseydin demişti. Babamın beyaz saçlarının sorumlusu bendim, ama babam bize çocukluğumuzu borçluydu. Yıllarca yaşadığımız babasızlığı, annemin morluklarını, kardeşlerimin açlıktan ağlamalarını babamın beyaz saçları kapatmıyordu. Çok ölüme ağladım ben, sizin bu uzaktan bakıp merak ettiğiniz ağacın dalları çok ölüm gördü, babamın beyaz saçlarını da gördü.” 

Öylece anlattı hikayesini bu elmacık kemiklerinin çıkıntısı hüzünlerini yansıtan genç kadın. Kalkmak istediğim banktan elmacık kemiklerine zincirlenmişim gibi kalkmak istemedim, anlat biraz daha anlat demek geldi içimden ama acelesi vardı sanki . Saati bir yere yetişmeyi çoktan geçmişti belli. Bir eli pamuk şeker bir eli uçurtma olan, elbisesinin kıvrımları avuç içlerime benzeyen kız çoçuğunu da alıp öylece giderken ekledişimdi çocukluğuma dair hatırladığım tek şey elimde kırmızı bir elmayla okuldan döneceğimi bilen kardeşimin camdaki Sevinci.

Zaman ayna olmasın istedim o giderken, avuç içlerimden kıvrımlı bir elbise diktim oracıkta. Yaşadıkları tecrübe olmasın ki; hatırlamak zorunda kalmasın istedim elmacık kemikleri solmuş kadın.

6 Eylül 2019 Cuma

Karhozat(Damnation-Lanet) ve Permanent Vacation(Sürekli Tatil) filmleri üzerine

Gündelik süregelen ezberlenmiş yaşamlar, bindiğimiz servisler, evimizde eşyalar, başımızda devlet içinde yasalar.. “İnsanın iki zevki varsa bunun biri kanuna düzene uygun ikisi piçtir” demişti Platon. Ülkemiz şartlarını ele alırsak işin içinden çıkamayız, parantezi açmadan kapatalım. Burjuva sadizminin hüküm sürdüğü kaynağı tinsel bir gelenekten gelmeyen alışılagelmiş yaşam standartları, duvarlar, işimiz, evimiz ,açılan pencereler, görülen manzaralar, kapitalizmin hayatlarımıza sızdığı sokaklar, plazalar, ilkel süreklilikler, geleneksel cinsellikler, bütün bunlar kafamızın içinde ki; alışıla gelmişin dışında özgür bir yol alma diyalektiğine aykırı. Adım adım doğanın sırrına ulaşmak, felsefenin en derinlerine inip varlık ve mana aramak, edebiyatın tinselliğini ruhumuzdan çıkarıp başka ruhlara aktarmak, sözleri olmayan ama bizi dünyanın manası en derin düşüncelerine sürükleyip dansa kaldıran müzikleri keşfetmek, bütün bunları yapabilmek adına delirmek istememiz kaçınılmaz. Dünün dünyasında olanları yanımıza almadan, deneyimsel bilgilerin üstünü çizerek, okuduğumuz ve öğrendiklerimizin sabitlenmiş anlayışında değişiklikler yaparak, yaşamsal körlüklerden uzak bir yol alsak.
“İnsanoğlu özgürlüğe yazgılıdır; çünkü, bir kere dünyaya atıldıktan sonra yaptığı her şeyden sorumludur” demişti Jean Paul Sartre. Özgürlüğün yazgısı içimizde sınırlı kalmadan deliliğe övünsek ve sorumlu olsak. Bir başkasının güdümünde hayatı idame ettirme, günün sonunda kendine ait yaşam alanında aynı sandalye aynı masa, tanıdık yüzler, pencereyi açınca görülen aynı manzara. Konuya paralel olarak sanatla devam edersek; edebiyatın kafası karışık kızı Marguerite Duras hukuk, matematik, ve siyaset alanında eğitim almış olsa da kalemini edebiyata batırıp bu alanda yıllarca sorgulamıştır hayatı. Bir çok roman ve senaryoları dillere pelesenk oldu. Fakat tatmin olmadan ömrü boyunca edebiyatı sorguladı bir nevi yaşadığı dönemsel ülke sancılarından içinde oluşan boşluğu edebiyata buladı. Duras; hukuk, matematik ve siyaset alanlarında başarısız olduğundan değil, belirli bir kalıplaşmış zemine yayıldığı için ve hayatını sorgulama,yeni yerler keşfetme yolunu bu alanlarda bulamadığı için edebiyata ve sinemaya yönelmiştir. Aradığını bulamamış olacak ki edebiyatı sorgulamaya devam etmiştir. Duras ideolojisine göre; yazılması gereken bütün kitaplar yazılmış gibi gelse de yazılmadı, çekilmesi gereken bütün filmler çekilmiş gibi gelse de henüz çekilmedi. İçimizde oluşan sürekli aynı olmak sıkıntısı başka şehirlere, başka ülkelere, başka insanlara kaçma isteği getiriyor. Bu çağın sıkıntılı vebası; yazarı siyasetçi, bilim adamını Cumhurbaşkanı olmaya çağırıyor. Sonuç toplumsal bir can sıkıntısı olarak ayağımıza dolanıyor her eylemimiz.
İçsel dünyamız, içsel sıkıntılarımız bizi fıtratımız gereği felsefik bir zaman makinasına atıyor . Nietzche’nin savunduğu kuram olan, “Nihilizm’  olarak adlandırmak ve bu yolda adımlamak yanlış. Düşünce serisini dışa vurma isteğini hipnotize eder nihilizm.  “Bizim doğrudan ve aracısız olarak algıladığımız her şeyin kendi zihnimizdeki ideler olduğunu, doğuştan düşünceler olmadığını tüm idelerimizin algısal deneyin sonuçları olduğunu, ve bilgimizin duyu deneyi yoluyla sahip olduğumuz idelerden türediğini” savunmuştur George Berkeley ve Locke kuramını benimsemiştir. Nereden çıktı şimdi bu felsefe diyip okumayı bırakanların olacağını bilerek dip not düşeyim:
Olduğumuz yerden, yaşadığımız alanlardan, insanlardan sıkılmamız duygusal algılarımızı ve içsel deliliklerimizin artık ezberlenmiş olmasındandır. Felsefe, edebiyat , matematik bunu ispatlar. Paralel saflarda doğrudan ideler sunarlar. Pozitif argümanları fazlasıyla mevcut.
Paralelde; sanat ve sinemadan devam edelim be bu konuya  aristokrasiden uzak ve oldukça kozmopolit bir dille yaklaşmış iki filme değineceğim.
  Sinemanın manevi çocuğu Macar yönetmen Bela Tarr’ın  1988 yılında çektiği  siyah beyaz,Karhozat( Damnation-Lanet) filmiyle başlayalım.
Öncelikle film hakkında ekşide geçen epey güldüğüm bir yoruma yer vereceğim;
 “Bir varoluş sıkıntısı”
Eh be güzel insan filmi bırak anlamayı anlamaya bakış bile atmamışsın belli ki.
 Evet Béla Tarr Nietzsche’nin Nihilizm kuramını benimsemiş bir herif fakat bu her filminde nihilizm işliyor anlamına gelmez . Bu filmden sadece varoluşsal bir kaygı çıkarmak filmi basite indirger. Filmin tabanında; yukarıda epey yer verdiğim içimize fazla gelen aktaramadığımız ve aynı yerde sürekli olarak tekrar eden hayatımız, dolayısıyla baş karakter Karrer ve aşık olduğu kadın Kerekes üzerinden gözümüze sokuyor  yönetmen. Zira bir sahnede Karrer, Kerekes’ le konuşmasında; “sürekli olarak pencereden bakmaktan bıktım, baktığımda aşağıda kirlenmiş bir köpeği görmekten bıktım” der. Burada bir varlığı sorgulama söz konusu değil, sahip olduğu var olan şeylerin sıkıcılığı ve hep tekrarı olmasıdır.
   Filme gelirsek; Bela tar Stalker tadında palaroidlerle,Tarkovski atamdır demiş ve bolca yağmur sahneleri ve kameranın yerde çamur  ve yansımaları sürekli  kadrajına almasıyla selamını vermiş. Yağmur sesi ve şiirselliğiyle üstümüzde dramatik bir etki yaratan yönetmen ruhumuzu doyuruyor bu sekanslarda. Hızlı sekans geçişlerinin olmadığı filmde zaman aralıklarına sıkılma sıkıştırıyor fakat Béla Tarr burada acaba ne demek istedi bir şey atlarım kaçırırım korkusu izlettiriyor. Filmi bütün olarak ele alırsak ve Béla Tarr tarzı olmayan, anlam bütünlüğünü kendi Zihnimizde yaratırsak film sıkıcı değil.
Film Karrer karakteri üzerinden felsefik bir zemine yatırılmış. Karrer diyaloglarıyla felsefeyi parmak uçlarında seyircinin haz noktasına değdiriyor.İster istemez steril hayat tarzımıza, tinselliği dini doktrinlerden uzak kapalı perde, felsefeyi açık perde sokuyor.
  Baş karakter Karrer; Macar bir kasabada hayatını idame ettiren evli bir kadın olan Kerekes’e aşıktır. Fakat imkansızlığını bildiği ve saplantının bir şeye bağlanmanın delilikten korkmak olduğunu savunan Karrer için çelişkiler burada başlar. Sürekli yaşadığı hayatın aynı olmasından yakınan Karren saplantılı ve bir şeylere sürekli bağlı kalmanın verdiği içsel sıkıntıları Kerekes’e açar.
 “Sürekli olarak aynı pencereden bakıyorum, aynı kirlenmiş köpeği görüyorum artık sıkıldım, gidelim benimle gel gidelim''
 Benim için filmin en can alıcı sahnelerinden birisi; Karrer eski bir ilişkisinden bahsederken söylediği şey:
“Bana çok bağlıydı, bağırıyordum kavga ediyorduk ben ona bağlı değildim ve bağlanmakta istemiyordum. Sürekli onu görmek istemiyordum ama o bana bütün bunlara rağmen bağlıydı. Öyle ki; bir kavga anında ona bağırdım gitmesini söyledim ama o kalkıp yemeğimi ısıttı” Kadınların her şeye boyun eğmeleri, erkek ne yaparsa yapsın kabullenmeleri ve kadın erkek eşitliğini kendi elleriyle
yok etmeleri ülkemizde de epey büyük bir sorun.
Bağlanmaya karşı olan ve bunu “Delilik korkusu bir şeylere sadık kalma anlamına gelebilir. Henüz bir şeye bağlı değilim”  diyerek ifade eden Karrer için çelişkiler hayatını zindana çevirmeye başlamıştır. Zira Kerekes’e olan saptlantılı aşkı onu dahada içinden çıkılmaz bir hale sokmuştur. Yaşam alanı Titanik adında bir bar ve evinden ibaret olan Karrer hayatının kararını vermek durumundadır.
  Filmin bir diğer can alıcı sahnesi yine Karrer’in Kerekes’e söylediği sözlerdir:
 “Bir şeyin farkına vardım. Seninle dünya arasında ulaşılmaz, garip, boş bir tünelin olduğunu fark ettim. Kimse o yolu biliyor mu, bilmiyorum. Tünelin başında yalnız başına duruyorsun, çünkü bir şeyler biliyorsun ben bile isimlendiremiyorum;  daha derin, daha merhametsiz bir şey... Asla anlayamadım. O dünyaya asla yakın olamayacağımı anladım. Sadece yasını tutarım, ışık ve ılıklıkla saklanmış dünya... Oranın acısını çekemem. Ne inanacak ne vazgeçecek yetim yok. Çünkü bu isim konulamaz dünya hakkında hiç bir bilgim yok.” Karrer karakterinde varoluşsal bir kaygıyı değil de aksine dünyanın ona sunduğu dar alanda alışılagelmiş sıradan hayatını sorgulama deliliğe övgü görebiliriz. Sıradan dünyada delirmek o kadar da sıradan bir eylem olmuyor bazen.  Karrer’in içinde bulunduğu sıkıntıyı sahip olduğu şeylerin sürekliliğine bağlarken, Kerekes karakteri üzerinde varoluşsal sancıları görebiliriz. Bela Tarr Karrer ve Kerekes cinsel sahnelerde kendine özgü sinematografisiyle geleneksel sevişmeler işlemiş.  Kerekes karakterinin, Karrer’in tam aksine sadakatsiz yaklaşımı ve sürekli olarak kocası ve Karrer arasında gidip gelmesi varolluşsal kaygılarını yansıtıyor.
Filmin son can alıcı sahnesi; Tarkovski filmlerinde bolca gördüğümüz köpek üzerinden kimlik arayışı ve sahip olduğu korkuların üstüne gitmek adına bolca mesaj içerir. Yine Tarkovski’ye selam görürüz bu sahnede.
Karrer’in düşünceli bir şekilde ilerlerken bir köpekle karşılaşması ve köpek taklidi yaparak köpeği geri kışkırtması filmin son vuruş noktasıdır.
   Film  Bela Tarr’ın Macar etkisidir üzerimizde. Edebiyatta, Macar yazar Mikes etkisi neyse Bela
Tarr sinemada odur.
Bela Tarr sanatsal bir kaygı dışında dünyaya olan bağlılığımız ve tinsellikten uzak, insanlara,
eşyalara, yaşadığımız eve körü körüne bağlanmanın sıkıntılarını taşıdığı bu filminde daha çok hayranı olduğu Franz Kafka’ya sadık kalmış. Bela Tarr filmlerini izleyenler, pencere takıntısını bilirler. Her filminde o pencere orada olacak ve o penceren hayatı sorgulayan bir karakter olacak; hiç diyalog olmasa da olur. Karakterin yüzüne ve pencereye odaklanan kamera bize aktarır bunu. Franz Kafka’nın, Bir Köy Hekimi adlı kısa öyküsünde pencere ve pencereden bakan at geçer; okuyunca daha iyi bağlam kurabiliriz. Zira Bela Tarr’ın Franz Kafka hayranlığını bilenler filmde Karrer karakterinde Emin’im Franz Kafka bulacaklardır.
 “Kafka’nın kutuplaşmış dünyası ve çoğu zaman kararsızlık, çelişki, suçluluk ve umutsuzluk dolu duygularıyla ilgili olarak verilenlerin ışığında, hem kişisel, hem edebiyat hayatında pencerenin neden önemli bir simge haline geldiği kolaylıkla anlaşılabilir.”
  Yine bu filme paralel giden bir başka filme değinmek istiyorum:
 1980 yapımı Permanent Vacetion (Sürekli Tatil) jim Jarmusch filmidir. Yönetmenin ilk filmi olmakla birlikte mezuniyet mastır tezi olma özelliği taşır.
Kısıtlı imkanlarla çekilen film görüntüsü kalitesi olarak çok iyi değildir fakat içerik imkanları kısıtlamadan hayatımızı sorgulatıyor. Günümüz imkanlarında bolca çekilen ve gösterime girdiği salonlarda imha edilen filmlerin aksine parayla ulaşamayacağımız arşivlik bir film.
Kültür endüstrisi, üzerine Max Horkheimer ve Theodor Adorno “Aydınlanmanın Diyalektiği” kitabına göz atabilirsiniz, bunun üzerine bir çok makale mevcut benimde esinlendiğim makaleler olmuştur.
Walter Benjamin’in “Sanat demokratikleşiyor” yazısına göz atabilirsiniz yine. Benjamin’in Theodor’la mektuplaşmalarında, Adorno’nun Benjamin’e verdiği cevap ; “Kitleye bu kadar güvenme, çünkü kitle ne kadar devrimci görünürse görünsün içine iktidar sinmiştir.” Buradan yapacağımız çıkarım, halkla iktidar arası düşüncelere sıkışmış, yayınlanmış belki yayınlanamamış, yasaklanmış bir çok sanat filmi var. Bu en çok bizim ülkemiz için geçerli galiba.
Sanatta kaygının labirentlerine kuşatıcı bir dille inmiş yönetmen. Kısa metrajlı filmlerde yönetmenin hayatını yakalayabiliyoruz.
Filmde; Charlie Parker hayranı olan Allie, yaşadığı yere ait olamama ve bağlanma sorunu çekmektedir. Sürekli bir gezi halinde olan ve bir yerde çok fazla kalamayan Allie iletişim konusunda sürekli olarak kendini sorgular. Akıl hastanesinde yatan annesi dışında bağlılığı olan bir şey yoktur. Filmde yer yer savaş sonrası psikolojisi bozulan bir akıl hastasına yer verilir. Allie’de savaş
konusunda takıntılıdır.
Filmin başlangıç sahnesinde kendisini anlatır Allie;
 “Hikaye dediğiniz nedir ki zaten? Olsa olsa, şu noktalarını birleştirince, tanıdık bir şeyin resmini ortaya çıkardığımız türden bir çizim olabilir. Benim için işler böyle yürür. Bir yerden, bir insandan kalkar; bir başka yere ya da bir başka insana giderim. Ve işin doğrusu, aslında fazla bir şey de değişmez. İnsanların kendi küçük rollerini oynamalarını  izledim.”

Allie; insanlara, eşyalara bağlanmayı reddeder kendi benliğinde. İnsanların sıradan dünyası onun dünyasını bozar. Eşyalara bile alışılıp bağlanıldığına değinir.  Bu filmde de bir pencere sahnesi ve Allie anlamsız bir şekilde dışarıyı izler. Daha sonrasında anlamsızca dans etmeye başlar. Kendi
içindeki ritime insanların uymadığının dansıdır bu.

 Filmin en vurucu sahnelerinden birisi;  Allie bir çatıya çıkar ve elinde silah varmış gibi yaparak, “Bu silah benim kanuni gücüm” diyerek, savaş psikolojisine ve kendi varlığına bir gönderme yapar.
 Filmin son sahnesinde Allie; bu her hangi birine nasıl anlatılır bilmiyorum ki, ben her hangi bir yerde sürekli kalacak biri değilim. Bir işim olsun, bir evim olsun, vergi ödeyeyim istemiyorum. Şimdi uzaklaşıyorum, oradayken bulunmak istediğimden. Ben dünyada turistim. “
 Yönetmenin ilk filmi olmasına rağmen ,  varoluşçuluğa, belirli bir yönetime, geleneksel normlara çivilenmiş ve pas tutmuş hayatlarımızı sorgulatıyor.

İyi okumalar. Çay içmeyi unutmayın okurken :)