25 Eylül 2019 Çarşamba

Just Cause(Gizli Gerçek) ve The Life Of David Gale(Ölümle Yaşam Arasında) filmleri üzerine

Devletler; içinde yönetimler, içinde otoriteler, içinde yasalar, yasaların dişlerine takılan insanlar. Devletlerin muazzam gücünü, hukukun kurallarıyla insanların içine sızdırdığı dayatma. Problemleri çözücü idare gibi gözüken hukuki mekanizmalar ne yazık ki yanlış bir işleyişle insan hayatı alabiliyor. Kanun koyucu devletlerin yönetim şekli; Monarşi, Oligarşi, Demokrasi, Otoriter Yönetim, Teokrasi ne olursa olsun insan hayatına dokunulmazlığın üstünden geçmiştir. Yasaları uygulamada zoraki bir güce sahip olan yönetimler, çoğu zaman belirli bir otorite sağlamak için; suç ve suçlu potansiyelini aza indirmek amaçlı ölümle sonuçlanan cezalar getirmişlerdir. Hukukun teknik sınırları içinde hala devam eden devletler mevcut, en az talep eden devletler kadar. Hukukun bu kadar insan hayatının içinde olması ve insan hayatına bu kadar kasıtlı algoritmalar sunması hala demokrasinin geçerli olduğu Devletlerde tartışma konusu. İnançlar üzerinden bakıldığında; devlet ve yasalarında ölümle sonuçlanan cezalara ilk olarak orta çağda Hristiyanlık karşı gelmiştir. Bu düşünce karşıtı görüşlerini ortaya koyan ilk düşünürlerden birisi Tomas Morüs’tür. Ölüm cezasının suçluları suç işlemekten alıkoymadığını, dolayısıyla faydasız olduğunu ileri sürmüştür. Birçok din adamı, felsefe ve bilim adamları da karşı görüşlerini; kalıplaşmış, skolastik düşünceden uzak bir şekilde ortaya koymuşlardır. Ölüm cezasının Kanuni bir hükmünün bulunmadığını sadece vücudun ortadan kaldırılmak kolaylığı olduğunu savunmuşlardır. Ölüm cezası karşıtlığıyla bütün asırlara fikir olan Cesare Beccaria “Suçlar ve Cezalar Hakkında” eseriyle bunu daha da güçlendirmiştir. “İnsanlara, kendileri gibi olanları öldürme cüretini veren nasıl bir hukuktur?” Sözleriyle düzenin kalıplaşmış ve Demir’den olan yargılarına epey radikal bir çıkış yapmıştır. Fransa, İngiltere ve Amerika’da, Beccaria fikirlerini benimseyen ve destekleyen filozoflar olmuştur yine. Ölüm cezasına karşı devrimsel nitelikte çalışmalar yapan Beccaria düşüncesinin Fransız ihtilali söz konusu olmasa bütün Avrupa devletlerinde ölüm cezasının ilga edilmesi mümkün olabilirdi. İhtilalden sonra uzun bir süre felsefe, hukuk ve yönetimde epey ilga etme mevzusu etkisini sürdürmüştür. Ölüm cezasının ilgası taraftarlarından, “Ölüm Cezası İlgası Meselesi” müsabakasına 31 eser sunulmuştur ve bu eserlerden Paris kraliyet mahkemesi avukatlarından Ch. Lucas’ın eseri birincilik kazanmıştır. Lucas’ın eserinde; hala bugün ölüm cezasının devam ettiği devletlerde ve talep eden devletlerde ilga meselesini savunanlara öncülük edenlere, öncülük eden sözleri; “cinayetlerin önlenmesi için en iyi çarenin, maddî refahın artıp yayılması ve kültür seviyesinin yükselmesi, en tesirli ceza sisteminin ise, en şiddetli cezaları ihtiva eden ceza sisteminin değil, mutedil ve fakat her suç işleyenin mutlaka ceza göreceğini telkin edebilen ceza sisteminin olduğu neticesine varmakta ve bu iki husus için de, yani suçların önlenmesi ve işlenmiş olan suçların müessir bir şekilde tecziye edilebilmesi için ilk yapılacak şeyin, bir infaz rejiminin tespiti ile ölüm cezasının ilga edilmesi olduğunu söylemektedir” Kanunların kuvvetlerinin dayanağının belirli bir dogmatik düzenden gelmediği gibi sonradan dini kaynaklardan beslendiğini birçok yönetimlerde görebiliriz. Suçun kaynağı, suçu işleyenin psikolojik düzeyde incelenmesi, suçun başlangıç aşamasına inilmesi bütün bunlar adaletin temini değil ne yazık ki. Ölüm cezasının caydırıcı olmadığını daha kültürel bir yapılaşmayla aşılanabileceği ve suçun zemin psikolojisine inilebileceği aşikârdır. Hukukun mevcudiyeti ölüm cezasına bağlı olmamalı. Orta çağ ve orta çağ Avrupa’sında ölüm cezasıyla sonuçlanan davalar oldukça fazla. 1744 yılında bu sonuçlar, Hümanitaire felsefesinin tesiri ile Rus imparatoriçesi Elizabeth tarafından kaldırılmış, daha sonra 1864 te 2. Katerina tarafından tekrar getirilmiştir. 1- Tarih sırasıyla, 1847 de, şimalî Amerika devletlerinden Michi- gan, 1852 ve 1853’te, yine şimalî Amerika da Rhode-Island ve Wiscou- sin, 1854 te İsviçre’nin Neuchâtel kantonu, 1859 da Toskana, 1862 de Yunanistan, 1863 te Romanya, 1864 te Venezüella, 1867 de Portekiz, 1868 de Saksonya, 1869 da İsviçre’nin Zürich kantonu, 1870 te Hollanda, 1871 de İsviçre’nin Tessitı ve Cenevre kantonları, 1872-1873 te Bale kantonu, 1874 te Soleure kantonu ve onu takiben 20 Mayıs 1874 tarihli İsviçre federal esas teşkilât kanunu, 1876 da şimali Amerika devletlerinden Maine, 1880 de CostanRica, 1889 da İtalya ve Guatemala, 1890 da Brezilya, 1892 de Nicaragua, 1894 de Honduras, 1902 de Norveç, 1921 de İsveç, 1922 de Avusturya’nın Queensland Eyaleti (61) 1930 da Danimarka, 1932 de İspanya ve 1941 de Yeni Zelanda ölüm cezasını ilga etmişlerdir. Fakat daha sonra yönetim şekilleri ve otorite odaklı idam cezası tekrar gelmiştir belirli ülkelere. Hukuken ilga edilememiş olsa da idam cezasını uygulanmayan ülkeler mevcut bugün. Devletler; içinde hukuku ve yönetim şekliyle ölüm cezalarında masum insanların hayatlarına mal olmuştur. Suçun olay örgüsüne odaklanıp, halk tarafından tepelenen kişinin masum olma ihtimali her zaman vardır. Olay sarmalında sağlıklı bir yürütme başarmak ne denli mümkün bilemeyiz.

 Buna örnek iki filmden bahsedeceğim; Just Cause (Gizli Gerçek-1995 Arne Glimcher) klasik film yapımının pek çok kuralını bozan yasalar ve vicdan arasına sıkıştırılmış sorgulamalarla ilerleyen film konusu bakımından 90’lı yılların zorlu şartlarına rağmen sinemada aynı konuda kutuplaşmanın tamamen dışına çıkmıştır. Yasalarda boşluklar ve bu boşluklardan sızan haksız yargılanmalar üzerine yapılmış arşivlik bir eser diyebiliriz. Sinema endüstrisinin tamamen dışında popüler alkış kültüründen uzak bir konu. Ana akım konu bakımından felsefi bir marjinallik taşımakla beraber yukarıda bahsettiğimiz bugün hala belirli ülkelerde devam eden ve birçok ülkenin gündeminde olan idam cezasıyla sonuçlarını ters köşe bir şekilde işlemiştir.
Saygın ve idealist bir hukuk profesörü olan Paul Armstrong özgürlükçü düşünceleriyle idam cezasına son derece karşıdır. Bir panel de idam yasası üzerine yaptığı konuşma fazlasıyla dikkat çeker. “Tüm çabalara rağmen bu adalet sistemi en az 23 masum insanın ölmesine neden olmuş ve beyazları öldüren siyahları, siyahları öldüren beyazlardan yedi misli fazla idam cezasına çarptırılmıştır.1890’ dan 1990’lara bir yüzyılda çok yol kat etmişiz” devamında profesöre sorarlar “bu katillerin kurbanlarını neden anlatmıyorsunuz biz idam cezasını toplumun intikamı olarak algılıyoruz” Bu cümleyi ele alarak kendi ülkemizi örnek gösterebiliriz son yıllarda ülkemizde meydana gelen olaylar tecavüz, kadın cinayetleri, çocuk istismarları vb. olaylarda idam cezası gündeme geliyor. Toplum bunu bir intikam projesine dönüştürebiliyor. Profesöre karşı konuşmasını devam ettiren Vali:” Bu bir anlamda göze göz dişe diş felsefesiydi” diye devam eder. Profesör itiraz eder “Hayır işkenceyi işkenceyle ölüme ölümle cevap verecek hiçbir Tanrıya ve devlete inanmam mümkün değil.” Panel sonrası yaşlı bir kadının getirdiği mektup profesörün tekrar avukatlığa dönmesine sebep olur. Bu kadın, küçük bir kıza tecavüzden yargılanan idam mahkûmunun büyükannesidir ve Paul’dan yardım ister. Yaptığı araştırmalar sonucunda mahkûmun masumiyetine inanan Paul verdiği savaşında içgüdüsel egoistliğiyle idamı engeller ve mahkûmun serbest kalmasını sağlar. Yönetmen filmin sonunda aslında başta verdiği mesajı tekrarlamıştır. Seyirciye doyurucu bir son vermek yerine tamamen ters köşe bir finalle asıl vermek istediği mesajı net bir şekilde vermiştir. Paul, kurtardığı mahkumun aslında suçlu olduğunu öğrendiğinde vicdanı ve idealleri uğruna başka bir vicdan azabıyla karşı karşıya kalmıştır. Burada yönetmen tamamen, duygusallık yasal bir boşluktan geçip bir başkasının hayatını kurtarabilir aynı anda bir başkasının vicdan azabını alabilir üstüne diyerek, asırlardır devam eden idam cezalarında toplumsal çıkıntıların önemine değinmiş. Suç ve suçlu arasında bağı, toplum yüksek sesle dile getirip dişe diş, kana kan sloganlarıyla yükseltince idam cezası toplumun intikamı haline gelmiştir. Daha önce bahsettiğimiz ünlü düşünürlerin de dediği gibi; kültürel bakımdan gelişmiş toplumlar bunun caydırıcı bir ceza olmadığının bilincinde. Kültürel açıdan gelişmek suç ve suçlu oranını düşürecektir.

 Aynı konu üzerinden giden bir diğer filmimiz: The Life Of Davıd Gale(Ölümle Yaşam Arasında)2003-Alan Parker filmi. Alen Parker, idam cezasını ve sonuçlarını açık bir dille ele almış. İdam cezasıyla yargılanan kişiler üzerinden giden film aslında tek taraflı gidiyor. Bir tarafı ele almasıyla oldukça cesaret isteyen bir yapım olmuş. “Bu ceza adil değil, bazen masumları da kendine kurban seçebilir” Suç ve yargı üzerinden ilerlediği filmde ters köşe bir senaryoyla Parker, The Green Mile, Dead Man Walking filmlerinin aksine sadece mahkum odaklı yapmıştır. Seyircinin vicdanına dokunmak isteyen Parker başlarda bunu başarsa da filmin sonunda ben ne izledim diyebiliyoruz. İdam karşıtı saygın bir profesör olan David Gale’nin hayatı öğrencilerinden biriyle yaşadığı yasak aşk sonucu alt üst olur. İdealist bir felsefe adamı olan Gale’nin en büyük amacı idam cezasını durdurmaktır. Fakat bunun amacın kurbanıdır aynı zamanda. Öğrencisiyle yaşadığı yasak sonucu tecavüzle suçlanan Gale, aklanır fakat mesleğinden ve oğlundan olur. Buraya kadar hantal bir hikaye görürüz. Ticari istismar olarak tanımlayabiliriz hatta. Liberal bir görüşün dikte edildiği Gale; “yasaların Tanrı’sı devlettir” diyerek otoriteye karşı duruşunu gösterir. Yakın arkadaşı ve ölümcül bir hastalığı bulunan Harraway da bu savaşın bir parçasıdır. Yıllarca ölüm cezasıyla yargılanan masum insanların hayatını kurtarmak için uğraşmış ve idam cezasının kalkması için mücadele eden liberal bir idealisttir. Fakat aksiliklerin yakasını bir türlü bırakmadığı Gale, bu defa da yakın arkadaşına tecavüz edip öldürmekle suçlanır ve yıllardır savaşını verdiği ölüm cezasına çarptırılır. İdamına üç gün kala, tecavüz vakaları üzerine çalışmalarıyla ünlenmiş idealist bir gazeteci olan Bitsey Bloom’dan röportaj talep eder. Üç gün süren bu röportajda sürekli olarak Bitsey’in önyargılarını görüyoruz. Yönetmen gayet net bir şekilde, suça sahip ararken ön yargılarınızdan kurtulun diyor. “Siyasi görüşün, suç işleme potansiyeliyle bir ilgisi yoktur” diye açık bir dille servis etmiş. Ön yargıyla kurulmuş toplulukları hedef alan Parker, hırs ve reddettikleri masum olma olasılığını, önyargılı bir karakter olarak gösterdiği Bitsey üzerinden veriyor. Yargısal bir istismarı ve en önemlisi toplumun istismarını göz önünde bulundurmuş. Yargısal bir çeşitlendirme örneği gibi sunduğu filmde, bir suçlunun masumiyetine kendi önyargılarında ulaşan bir gazeteci, hedef alınan otorite, ve din üzerinden inişli çıkışlı yorumlar görüyoruz. Kalıplaşmış ve tekdüze haline gelmiş yasaların doğru bir düzende doğru bir işleyişle ilerleyebilmesi tamamen toplumun elindedir belki de. Bunu Gale’nin sokakta sarhoş bir halde, yoldan geçenlere Sokrates ve savunmasını okumasıyla daha net vermiş yönetmen. Hayatının kalan üç gününde yaptığı röportaj ve gazetecinin geriye dönük araştırmalarının sonucunda tamamen bir ters köşeyle karşılaşıyoruz. Her şeyin bir kurgu olduğunu, Gale ve yakın arkadaşı Harraway’ın planladığını anlıyoruz. Son günlerini yaşayan Harraway gönüllü olarak ölmeyi kabul ediyor. Sağlığında başaramadığı amacına ölümüyle ulaşıyor. Her şeyini kaybetmiş olan Gale buna razı geliyor ve plana dahil oluyor. Sonuç olarak yargı ve idam cezası kaçınılmaz. Bütün bunları öğrenen gazeteci, ön yargılarına yenik düştüğü için vicdan azabıyla, son bir hamleyle kurtarmak için koşuyor fakat Gale toplumun linç çığlıkları eşliğinde idam ediliyor. Gale’nin suçsuzluğu ölümünden sonra anlaşılıyor. Masum insanların da canını alabilir dediği yasaya dikkat çekmek adına kendini feda ediyor anlayacağımız. “Kimse kimsenin kişisel acılarının içine girmek istemiyor” Parker, basit bir kurguyla daha iyi bir film olabilirmiş mantalitesini bir kenara bıraktırıp, günümüzde hala tartışılan idam cezasına başarılı bir gönderme yapmış. Bu tür filmlere başarılı bir gönderme yapan Steven Broidy “Herkes pasta yemeyi sevmez. Bazı insanlar ekmeği sever, hatta belli sayıda insan taze ekmekten çok bayat ekmeği sever” diyerek ulaşılmaya çalışılan amacı ve kitleyi işaret etmiş. 


Yukarıda uzun uzun yazdığımız ülkeler cezalar ve iki film üzerinden diyebileceğimiz, ana akım bir konudan uzak ön yargılardan uzak yasaların olmasıdır. Devlet yasaları, devleti halk belirler. Günümüzde, özellikle ülkemizde son zamanlarda bir çok kötü olay vuku bulmuştur. İdam cezası isteği halk tarafında yüksek sesle talep edilmektedir. Fakat idam cezasının caydırıcılığının olmadığını bir çok hukuk adamı beyan etmekte anlatmaya çalışmakta. Bilinçli bir halk; kendine benzeyeni değil, benzemeyeni de aşabilendir. Siyasi görüşlerine bile göre halk tarafından tepelenen suçlular var, suçun çeşidi ne olursa olsun önyargılarımız bizi suça sürükleyebilir bu mantalitede. Eğitim seviyesinin daha düşük olduğu toplumlarda yargı en çok başvuruyu alıyor. Doğruyla eğriyi kendi kendine ayıramayıp, hakime, yargıca başvurması, adaleti başkalarından beklemesi, hukuki kavramları daha çok içimize sokmuştur. Mahkemelerde davalı ya da davacı farketmez yetkilerin sınırlarını belirleyen devleti yine bu eğriyi doğruyu seçemeyen halk meydana getirmiştir. Kendi oluşturduğu devletin yasalarının, kendi hayatına bu kadar girmesi ve kirletmesi ne denli doğrudur. İdam cezası isteyenler yine bu topluluklardır. Bir çok insanın suçsuz yere yargılandığı bu dönemde, halkın bunu istemesi kendi kalemini kırması denektir. Adaletten ayrılmayalım fakat devletin içimize bu kadar küstahça sızmasına izin vermeyelim. Hayatımız, kanun ve vicdan arasında sıkışıp kaldığı an ve bir masumun hayatına kıyıldığı an bunun dönüşünün olmayacağı kesindir. Toplumun seviyesini; eğitimi ve kültürü, devleti bu eğitimli ve kültürlü toplum, yasaları bu eğitimli ve kültürlü toplumun seçtiği devlet belirlerse eminim ölüm cezalarının gereği yoktur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder