17 Eylül 2019 Salı

Ingmar Bergman-Oda Üçleme filmleri üzerine

Dünyada; bütün toplumlarda Kültürel açıdan, dini açıdan bir sıkışmışlık olan varolluşsal sancılar yüzyıllardır çeşitli kaynaklarda; edebiyat, felsefe, dini kitaplarla tartışılmıştır. Çoğu kez belirli bir otoritenin karşısında durmak için bu kaynaklar kullanılmıştır. Her şeyin bir pay almak üzerine kurulu olduğu bu düzende; dil-tarih, tarih,din, dil-din, duygular ve dinler minvalinde çeşitli idealar mevcut. Tanrının adaletsizliğinin, devletlerin ve yönetenlerin içine kaçtığı bu çağda hala devam eder. Bir çeşit akıl hamallığı yapan, felsefe, edebiyat, hatta  sinema varoluşsal yetileri eleştirel bir çerçevede portreler. Aydınlanma ve ahlaki açıdan; bütün toplumların yüzyıllardır süregelen dini otorite ve geleneklerine ters ideler fazlasıyla mevcut.  Bugün bütün dinlerde ticari bir amaç, özgürlük ve özgünlük adı altında otoriteye karşı belirli nosyonlarla inançlar ticari kaygılara dönüşmüştür ve dolayısıyla varoluş tezleri ortaya çıkmaya başlamıştır. Tanrının varlığını sorgulama bireysel düzenekte; yine edebiyat, felsefe ve sinema aracılığıyla diplomatik yaklaşımlarla başlanıyor. Modernlik, çağdaşlık, rasyonalite gibi nitelendirmelerle, bilim adamları, din adamları aracılığıyla topluma sürülmektedir. Bütün uygarlık ve kültürlerde ilk başta yaradılış sorgulanmıştır, dini açıdan bu geniş zamanda felsefi bir boyut alıp varlığın manasının zeminlerinde Holist kuramına uygun incelemeler mevcuttur. Teizm karşıtı kuramlar oldukça fazladır bu konuda. Yine Tanrı’nın varlığının bilinmediği, evrenin yapısının bilinmediğini ileri süren felsefe kuramı Egnostisizm üzerine bir çok makale mevcuttur.

Dini açıdan doğru rasyonel bir temel oluşturmak insan psikolojisi açısından kendi varlığını sorgulayarak başlar, insan önce kendini sorgulayarak daha sonra sahip olduğu hayatın yaratıcısını sorgulamaya başlar. Aydınlanma çağı filozofları felsefik bir zemine yatırıp çeşitli ayrıştırmalarla ayrıntılı yazmışlardır. Sosyo-psikolojik açıdan baktığımızda; her insan tinsel açlıkla(sevgi-aşk) dini açlığı(inanış-sorgulama) kendi varlığının manasına bunu sorar. Karşılıklı bir alışveriş haline dönüşen tinsel ve dinsel konular insan ruhunun temelinde varoluşsal kaygıları somut olmayan  bir bağlama sürükler. Din adamları bunun en güzel bağlayıcıları, felsefe adamları evrenselleştirip, bilim adamları cevapsız kalan yerleri pazarlık konusu yapabilmektedir.

Dini yaklaşımlarda nihai bir ahlak geleneği üzerinden gidilmiştir. Ahlaki beceriler, somut ahlaki kurallar. Humeun’un felsefe ve din, ahlak ve din konusunda çalışmalarında Dercartes’in aksine şüpheli yaklaşımlarını görebiliriz. İnsan doğası gereği, kendi varlığı diğer varlıklara beslediği duygu ve Tanrı’nın varlığı ya da yokluğu üzerine gel gitlerle yaşar. Buna örnek zemin sağlayan bir üçleme filmden bahsedeceğim:
Ingmar Bergman Oda üçlemesi:
1-Sasom i en Spegel-Aynadaki gibi (1961)
2-Winter Light- Kış Işığı (1963)
3-Tystnaden-Sessizlik (1963)
Yönetmen; sanat, sevgi ve inanç üzerinden müthiş bir delegasyon oluşturmuş.
“Kapı açıldı ama gelen Tanrı bir örümcekti”
Bergman üçlemenin ilk fimi olan Sasom i en Spegel- Aynadaki gibi filminde bir ailenin 24 saatlik hayatını konu almıştır. Aşk, aile bağları, ensest ilişki ve inanç konularını trajedik bir zemine yatıran Bergman kullandığı metaforlarla ruhsal bunalımı yansıtıyor. Yedinci Mühür filminde olduğu gibi İncilden esinlenmeler görmemiz mümkün. Bu sıkışmışlıklar arasında delirme noktasına gelen genç kadın Karin; babası Davie, erkek kardeşi Minus ve eşi Martin’le birlikte Baltık denizinin kıyısında yaşar. Filmde kendisini sanata ve edebiyata adamış olan baba karakteri ve yine kitaplarında Tanrı’nın çok geçmesi sorgulanır Martin tarafından. Sen sadece Tanrı’yı bu işe alet ediyorsun inanmıyorsun der. Sanat için edebiyat için Tanrı’yı kullandığını ifade eder. Baba sanata ve edebiyata olan ilgisini ailesine verememesinin sıkıntısını kendi içinde yaşamaya başlar. Babayla aralarında iletişim sorunu olan Karin ve Minus’un zaman zaman ensest yaklaşımlarını görürüz. Minus içine kapanık bir karakter olarak yansıtılır ve Tanrı’nın varlığına inancı yoktur. Babasıyla iletişim kuramadığını aktarır abla karakterine: “
“Bir kerecik olsun babamla konuşabilsem. Ama o kendi kabuğuna çekilmiş herkes gibi.”

Tanrı’nın varlığını sorgulamaktan çok; aşk, sevgi ve aile bağları üzerine yoğunlaşan Bergman kendi içimizde ruhsal sıkıntılarımıza ayna tutmuş filmle birlikte. Martin karakteri üzerinden sürekli olarak iyi kalmanın; umut etmenin, inancın da  ötesinde kötülüğe dönüşebileceğini; Karinle aralarında geçen diyalogda verir:
“Seni hastalığına rağmen çok seviyorum” der karısına ve Karin “sevmek yetiyor mu” diye karşılık verir.
Karin; babasıyla iletişimi zayıf, kocasına karşı duygularını sorgulayan ve kardeşiyle zaman zaman ensest bir yakınlık kuran bir genç kadındır. Boşluğunu Tanrı’nın geleceğine inandığı duvarlarla doldurur. “Duvardan geçebiliyorum, oraya geçtiğim zaman beni dinliyorlar ve anlıyorlar. Babam ya da sizler gibi hastalığıma vermiyorlar anlattıklarımı. Bekliyorlar ve gelecek inanıyorlar Tanrı gelecek, orada kimse huzursuz değil” diyerek manevi bir boşluğu  ve varoluş boşluğunu görürüz Karin karekterinde. Kardeşine duvardan geçebildiğini  ve orada özgür olduğunu anlatır. Yine Minus karakteri “Her insan kendi içinde tutsak değil midir” diyerek, konuşamamanın, bağ kuramamanın altını çizer. Bergman aile bağlarını ve önemini iki kardeş üzerinden mistik bir yapıda kendine has sinematografisiyle dramatik bir dille anlatmış.
Baba kız arasında geçen bir diyalogda:
Karin- “bir insan iki dünyada yaşayamaz birini seçmek zorundadır. İnsanın kendi karmaşasını görüp anlaması korkunç bir şey” diyerek duygusal bağlar ve Tanrı’nın varlığı arasında sıkışmış ve onu delirme noktasına getirmiş sancılarını dile getirir. Boş bir odada ona ayna olan duvar; içsel sıkışmışlıklarını, babasından eksik olan sevgisini, eşine olan duygularının bitmesini kardeşine olan karmaşık duyguları arasında bir kriz geçirir ve Tanrı’nın geleceğini söyler. Sonunda “Kapı açıldı ama gelen Tanrı bir örümcekti” diye olanları ailesine anlatır. Karin için buradan sonrası hastaneye yatırılmaktır. Bütün bunların arkasından kendisini sorgulayan baba ve erkek kardeş arasında geçen diyalog Bergman’ın belkide sinemaya, inançlara, aşka sevgiye, aile bağlarına, topluma büyük bir göndermesi olmuş. Tanrı/baba ve oğul üzerine:
“Gerçeklik paramparça oldu baba, her şey mümkündü baba her şey. Bu durumda artık yaşayamam” der ve baba karakteri yaşayabilmesi için Tanrı’nın varlığına ihtiyacı olduğunu söyler.
Minus; bana Tanrı’nın varlığını kanıtlanabilir misin? diye sorar ve Bergman baba karakteri üzerinden
dersimizi verir.
“Kanıtlarım, ama sözlerimi çok iyi dinlemen gerekir” diyen babaya Minus; dinlerim buna çok ihtiyacım var diyerek aile bağlarında ki zayıflığa, babasından gördüğü eksik sevgiyi ve içsel yalnızlığını dile getirir. Bütün ailelerde Hatta toplumlarda sıkça karşımıza çıkan bu sorunu çok güzel bir şekilde sunmuş yönetmen. Hepimizin kaçtığı bir duvar, içsel savaşlarımızı yansıttığımız bir ayna, Tanrı’yı beklediğimiz ya da Tanrı’nın var olma ihtimaline sığındığımız bir köşemiz vardır.
“Sana kendi inancımdan bahsedebilirim. Aşkın insan dünyasında gerçekten var olduğunu biliyorum. İnanmak ve teselli bulmak. Aşk Tanrı’nın varlığını mı kanıtlar yoksa Tanrı’nın kendisi midir bilmiyorum. Boşluğumu ve bu pis umutsuzluğumu bu düşüncede dinlendiriyorum.” Bunun üzerine Minus; o zaman baba Karin Tanrı tarafında sarılmış çünkü biz onu çok seviyoruz”

Bergman sevgi ve Tanrı üzerine bir sıkışmışlığı yine salt düşüncede aşk olan bir zemine yatırmış. Yamuk bir tekne ve içine sığınan Karin üzerinde filmde karaktere yüklenen duyguyu bütünleştirmemiş mümkün. Tanrı’nın varlığını sevgi olarak anlayabileceğimiz muhteşem bir yapım.

Bergman’in Oda üçlemesinin ikinci filmi olan 1963 yapımı Kış Işığın’da yine sevgi ve Tanrı konusu baş karakter tomas üzerinden sirayet etmiş. Yedinci Mühür ve üçlemenin diğer filmleri gibi yine Tanrı, din ve varoluş labirentinden ilerliyor. Varolluş sancıları çeken ve inancını kaybetmiş bir rahibin İsveç taşra hayatını anlatıyor.
Baş karakter Tomas; eşini kaybettikten sonra Tanrı’ya olan inancınıda kaybetmiştir. Bergman’ın kendi hayatımdan kesitlerle pişirdim dediği bu üçlemede, sevgi ve iletişim eksikliğinin, insanlar üzerinde ve İnançları üzerinde değişimlerini ağdalı bir dille vermiş. nevrotik karakterler üzerinden sevginin gücünün Tanrı olduğu labirentinde ilerliyor. Tinsel eksiklerin ve iletişim eksikliğini bize; Çocuk/kul Tanrı/baba şeklinde veriyor üçlemede. Birinci filmde baba ve çocuklar arasındaki iletişim eksikliğine değinen Bergman, aslında Tanrı’ya ulaşmak isteyen Karin babasına ulaşmak istemektedir. Başta değindiğim gibi insan önce kendi varlığını sorgulamaya başlar sonra boşluğu sevgiyle doldurmak ister.

Bergman’ın bir ateist, filozof ya da bunların hamallığını yapan edebiyat ve felsefe üzerinden değil de bir din adamı üzerinden konuyu ilerletmesi sinema açısından tamamen kendi dünyasına verdiği bir mesajdır. Nevrotik bozuklukları olan Tanrı ve varoluş üzerine sorgulamalar yapan karakterlerde, varoluş sorgulamalarının ailede başladığını, sevginin ve iletişimin önemli olduğunu yansıtması, gerçeklik algısını oldukça üst seviyede tutuyor.
Kış Işığı filminde inanç sistemini sorgulayan ve bu sorgulamada savaşlar üzerinden oldukça açık mesajlar veren Bergman; Dostoyevski’nin; bir köpek tarafından ısırılan küçük kız çocuğuna, “İsa kadar acıyor mu canın ya da bir insan ısırığı kadar ? bence bir savaş kadar acımasız değildir” sözlerinin altını çizmiş ve kiliseye gelen inançlarını kaybetmek üzere olan bir çift
üzerinde vermiş selamını.
Kiliseye ibadet için gelen genç çift Jonas ve Karin, Tomas’a sorarlar; “Neden yaşamaya devam
etmeliyiz?” Jonas; Çin’de yaşanan savaşa değinir orada olanlara, zulümlere ve yardım ister. İnancımı
kaybetmek istemiyorum. Tanrı varsa neden orada değildi? diye inancını ama şüphelerinin olduğunudile getirir. Jonas karakterinde inancı ve şüpheyi işleyen Bergman, Tomas karakterinde İnancını tamamen  Nihilizme yöneltmiş bir nevrotikliği işler. Belirli imgeler üzerinden giden Bergman; kilisede ilahi çalan karakter üzerinden, yukarıda belirttiğim dinin ticarete dönüşmesine gönderme yapar. Karakter ilahi çalarken aynı anda saatine bakar bir an önce bitmesi için.
  Tomas ve onunla sevgi bağı kurmaya çalışan Marta’nın yine bu labirentte kaybolduklarını ve Tomas’ın varoluş kaygılarından iliskilerinin bir bağlılığa dönüşmediğini görürüz. Tomas karakterinin Fideizm üzerinden değil de akıl yoluyla Tanrı’nın varlığını araması, dini ve Martay’la olan bağını belirsiz bir zemine yayıyor. Bunu daha iyi anlayabilmemiz için “Len Terâni ve Araf-143 teki kıstasa bakmanız gerekir. Film üzerine ve kıstaslar üzerine bir çok makale mevcuttur. Daha ayrıntılı bakılabilir.
Marta’nın Tomas’a yazdığı mektup; Tomas’ın inancını sorgular niteliktedir ve yine bir sevgi arayışı görürürüz.
“Sana gerçekten duanın gücüne inanıp inanmadığını sormuştum. İnandığını söylemiştin.” Sevgi zeminine dua aracılığıyla vurgu yapan yönetmen yine Marta üzerinden Tomas’ın Tanrı’yı akıl yoluyla ulaşmaya çalıştığını vurgulamıştır zira elleri yara içinde olan Marta, Tomas’tan dua etmesini istiyor ve Tomas bu isteğini isteksiz bir şekilde kabul ediyor. Bunu filmin sonunda İsa’nın çektiği fiziksel acılara vurgu sahnesinde daha iyi anlıyoruz. Bergman yine ağdalı bir anlatımla Marta üzerinden İsa’nın çektiği acıların çok abartıldığına uzanmış. Tomas’ın dua ederken tiksinmesi ve duayı bırakmasını; Marta “ ben senin tepkini anlıyordum ama sen beni hiç anlamadın” diyerek vurgular. Marta karakteri üzerinden duygusal noksanlığa ve Tomas’ın nihilist ve nevrotik davranış bozukluklarına değinen yönetmen Tanrı’nın kalpte yaşadığını vurgulamış ve Tanrı sevgidir mesajını bir kez daha vermiş. Marta mektubuna şöyle devam eder; “Tomas; senin imanına asla inanmadım. Zira dini sıkıntılar yüzünden hiç eziyet çekmedim. Hristiyan olmayan ailem birliktelik ve sevincin sıcaklığıyla karakterizeydi. Tanrı ve İsa ise sadece müphem varlıklardı. Ve benim için senin imanın belirsiz ve nevrotikti. Ama ben tam tersi bir şey yaptım yaralı ellerim ve senin sevgin için dua ettim ve bu sonbaharda kabul etti.”
Marta karakterinin sevgiye bağlılığını Tanrı olarak gösteriyor Bergman ve yaralarını İsa.
Tomas; kiliseye gelen Jonas be Kari’ne Tanrı’ya inanmadığını söyler. Ve bunu Marta’ya ağlayarak itiraf eder ve şu sözleri söyler:
“Bir fani umudu taşıyordum, her şeyin bir yanılsama, uydurma olmadığına dair ama artık bitti. Özgürüm artık özgürüm.”
Kilisede verdiği vaazları isteksizce verdiğini ve ailesinin isteğiyle Rahib olduğunu söyler.
“ Eğer Tanrı yoksa bu gerçekten bir fark yaratır mı”
Filmin sonunda Jones karakterinin intihar ettiğini görürüz.
Ve son sahnede Tomas’la diğer rahibin konuşması aslında bugün bile hala bütün dinlerde, ırklarda
tartışma konusudur; “İsa’nın yaralarını çok abartıyorlar, İsa’ya yapılanları çok abartıyorlar, İsa
fiziksel acıya yapılan bir vurgu. Bende çok acı çektim benim de yaralarım var.”
“Tanrı sevgidir ve sevgi Tanrı’dır”
“Sevgi Tanrı’nın varlığının kanıtıdır”
“Sevgi insanlık için gerçek güçtür”
Bergman üçlemede geçen diyaloglarda; Hannah Arendt siyasi makalelerinden ve felsefeyi reddede
n tezlerinden esinlendiğini söylemiştir.
İçe bakış bir varoluş kaygısını tembel bir inanca indirgeyen Bergman bu ikilemin tepe noktasına yine Tanrı ve sevgiyi koyar. Bu ayrı algıları alıp aslında basit bir düzenekte uyum içerisine sokar. Bu zıtlıkların labirentine şüpheciliği yerleştirir. Bütün bu algılar arasında tek gerçek şeyin sevgi olduğunu ve varlığı desteklediğini anlatır.

Üçlemenin son filmi olan; Tystnaden-Sessizlik daha çok imgeler üzerinde. İlerliyor. Fazla diyaloğun olmadığı filmde yine bir aile dramı işlemiş Bergman.

  İki kız kardeş olan Ester ve Anna üzerinden ahlak, sevgi ve varoluş kaygıları işlenmiş. Üçlemenin ilk iki filminde dini bir labirentte ilerleyen Bergman; Sessizlik filminde ahlak değerleri ve arzular üzerine yoğunlaşmış. Üçlemenin ikinci filmi olan Kış Işığı filminde; rahip üzerinden ezberlenmiş dini ahlak değerlerine değinen yönetmen bu defa iki kız kardeş üzerinden veriyor mesajını. Ruhsal yönden yıkılmış ve hiçlik bilinciyle savrulan iki kardeş üzerinden diğer iki filme göre iletişimsizliği daha net anlatıyor. İnanç üzerinden gittiğinde, Ester aklı, Anna bedeni temsil ediyor. Bedensel güzelliğe ve arzulara kendini kaptıran Anna; küçük oğlu Johan konusunda da oldukça zayıftır sevgi be iletişim konusunda. Sürekli olarak Ester’in ezberlenmiş ahlaki duvarlarına çarptığından yakınır. Beden ve aklın bir sevgi bütünlüğü olmadan sadece yıkıntılı bir hayatı meydana getireceğini vurgulamış yönetmen. Bergman yine İsa ve çektiği acılar üzerinden giderek bolca imgelere yer vermiş. Ester üzerinden ruhani acılara ve amansız hastalığının verdiği acılara değinirken, ruhani acının daha çok yıkımsal olduğunu ve boşluğa savunduğunu vurgulamıştır. Bir sahnede; Anna hiç tanımadığı ve dilini bile bilmediği bir adamla sevişirken onun yaralarını öper. Orada Ester’le yaptığı tartışmada onun ahlaki gelenekçiliğine kızar. Ester durumunu filmin son sahnesinde şöyle açıklar; “babam da aynı hastalığa yakalandı ve hastalığına şu adı verdi, Euphoria” der. Acı çekme ve iletişimsizlik üzerine; ışık-karanlık, ses-sessizlik zıtlıkları üzerinden imgelemiş Bergman.

Bergman; kendi hayatımdan kesitlerle pişirdim dediği üçlemede, başta sevgi, Tanrı, din, ahlak kavramlarını anlatırken kesinlikle zıtlıklar üzerinden ilerlemiş. Ahlaki gelenekler, dayatılmış normlar, toplumun en küçük parçası olan aile bağları ve iletişim konularını şeffaf bir zemine sermiş. Bu kavramlarda holizmden (tümcülükten) uzak duran Bergman, bellli bir model oluşturmadan, özgün, özgür üslubuyla farklı noktalardan bakış atmamızı sağlıyor. Kesin kavramlar üzerinden ilerlemeyen, dini çizgilerden belirli açıda uzak ama sevgi yoluyla değinen Bergman aslında; dini araç olarak kullanan ve sürekli olarak İsa’nın çektiği acılara değinen gelenekçi kesime savaşlar ve bireysel
karakterler üzerinden gönderme yapmış. Telafi mantığıyla aslında akıl yoluyla hiç bir şeye ulaşamayacağımızı sevgi yoluyla ulaşabileceğimizin altını çizmiş. Felsefi boyutta Septisizm üzerinden ilerleyen Bergman, ahlak konusunda yine Hume’undan serpmeler yapmıştır.
Of the Understanding - Anlayış Yetisine Dair ’ ve ‘Of the Passions - Tutkulara Dair ’ 1739 üçüncü bölüm olan ‘Of Morals - Ahlaka Dair ’  özellikle okumanızı tavsiye ederim.
Yine daha iyi anlayabilmek adına; Blaise Paskal- Düşünceler, Irvin Yalom-Varoluşçu Psikoterapi kaynaklarına göz atabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder