7 Eylül 2019 Cumartesi

MIHLI

Ben, ayinini bekleyen bir kilise, İçinde ibadet edilmeyi bekleyen bir cami. Kafamda ki denize indim, dalgalardan süzüldüm. Ruhumdaki kiliseye girdim içinde ayinler, içinde pişmanlıklar. Papazına  küsmüş kilise, kilisesine küsmüş inançlılar... Günahkar girdim camiye, İçinde ahlaklar, içinde ayetler, içinde sesler, ağlamalar, eskimiş duvarları, içimdeki  kiliseyi unutturuverdi hemen. Kafamın içinde denizler, kafamın içinde ayinler, kafamın içinde ki camiler eskimiş. Orada biri ağlıyordu, ölen kimdi neden ölmüştü hiç bir fikri olmayan meraklı gözler, oradaydı ama ağlayan kişinin bütün hayatıydı belli. Durup baktı kalabalığa, öylece ölüme ağladı. Belli çok yolu düşmüştü bu ölümlere. Kalabalığın içinden sıyrılıp sokak başında ayakkabısı eskimiş kız çocuğundan aldığım mendili uzattım. Sormadım kimdi ağladığınız ölüm diye, uzattı elini kalktı öylece. Çok uzak olmayan belediyenin koyduğu banklardan birine oturduk, elinden tuttuğu küçük kız çocuğu aramıza ilişti. Başladı anlatmaya, ben sustum o anlattı. Mıhlı; evet, tam olarak adı buydu ne için neden koymuşlardı bilinmez ama adı Mıhlıydı. 

İnançlı çok insanın uğrak yeri olmuş Mıhlı. Sanki mitolojik bir geçmişi vardı ama; siz bilmiyorsunuz der gibiydi duruşu. Yaşlanmış kollarında, binlerce çocuk uyuturdu sanki öyle yorgun öyle durgun, dökülen dallarına kimsenin uzatamadığı ateşin, kendi içinde yanmasının  gururunu yaşar gibiydi. İhtiyarların anlata anlata bitiremediği, yaşayan anne babaların çocuklara yaklaşılması korkunç bir canavar gibi anlattığı ama çocukların bin bir merakla yaşlanmış dallarından inmediği bir masaldı. Ama ben ona bir anlam yükleyecek olsam, bir isim verecek olsam; Tanrı derdim. Tanrı kollarını uzatmış üstümüze. Uzandım öylece, hangimiz daha yaşlıydık bunu sessizce tartışırdık, dallarında uyuyan çocuklar uyanmasın diye. Çok üşüsemde mi yanmazsın sen? Gözlerim yarı açık, göz kapaklarım çocuklara uyum sağlar gibi süzülüyor ama; direniyorum düşünmek istediklerim var uzun uzun. Birden babam geliyor gözümün önüne,  çok uzun denemeyecek ama kısa da olmayan boyu, çocukluğumda ki gibi simsiyah saçları, bizi her zaman korkuya kaçıran sert çizgileri, bakıyor öylece bana. Düşünüyorum; neden beyaz değil saçların?  çizgilerin yumuşamıştı sanki diyorum. Babam hala siyah, hala siyah bakıyor. Geldin mi oraya, der gibi bakıyor. Sert çizgilerine bakarsan; hala çocukluğumdaki yaşta babam ve senden hiç bir halt olmaz der gibi bakıyor yine. Siyah saçları yine korkulara götürüyor,açmak istemiyorum göz kapaklarımı, yine beyaz görmek istiyorum şefkate götürsün istiyorum beyaz saçları. Göz kapaklarım hala direniyor, rüyamı görüyorum diye sorguluyorum bir an kendimi. Rüzgar hafif bir sallıyor uyuyan çocukları, göz kapaklarımda bir çocuk düştü düşecek ama direniyor. Kendi çocukluğuma baş kaldırıyorum adeta, babama baş kaldırıyorum, babamın siyah saçlarına baş kaldırıyorum.  Hayatımın paranoyak penceresiydi o, açsam mı, açmasam mı, atlasam mı, atlamasam mı dediğim. Göz kapaklarım hala direniyor, göz kapaklarımda ki çocuk uyan diyor,  babam tam karşımda saçları hala siyah, yüzünde hala çizgiler hadi yeter diyor 
artık yeter nedir bu senden çektiğimiz. Baş ucumdaki 
canavar, benim için; Tanrı, öylece susuyor uyandır artık çocuklarını uyandır artık beni. Kurtar beni, içimde ki korkudan, kurtar beni babamdan. Aklıma birden daha önce tanrıya gelip dua edenler geliyor; elleri yaralı kadınlar, yüzleri yaralı çocuklar, çevresinde attıkları üç turdan sonra tanrının gövdesine çakıverdikleri paslı bir çivi yani mıh. Mıh diyorduk biz çiviye. Sonrasında; Tanrının etrafına bozuk paralar atıyorlar, bizim sonradan toplayıp ama; ya ölürsek diye günlerce kabusuna yattığımız paralar. Bu öylesine uydurulmuş bir masal olmaktan çoktan çıkmıştı, yıllardır hiç kimse onun dökülen dallarını almaya yakmaya cesaret edememişti, günahtı bu, büyük günah onların inancında. Onların tanrısı; tanrınında tanrısı olan tanrı helak ederdi yoksa onları, bu öylesine bir inanç olmuştu ki, Tanrının köklerinden de yaşlı bir inanç. Benim için Mıhlı; Tanrının yeryüzüne düşmüş gölgesiydi sanki, gölgesi kadar güzel olmayan inançlar, onu bir canavar, bazen yaralara çare ilahi bir ağaç yapıyordu. Tanrı uyandır beni artık gözkapaklarım çok ağırlaştı. Tanrı uyanmak şöyle dursun; üzerime örtmüştü dallarından birini sanki daha bir ağırlaşmıştım. Karşımda babam, babamın siyah saçları hala duruyordu. O yerde misin diyordu, ama; siyah saçlı babam diyordu bunu. zihnim bulanık, zaman tamamen bir karmaşaydı kafamda artık. Ya annem?annem kaç yaşındaydı, beyaz saçlarıyla? Annem demek istedim babama, annem nerede? Zihnim, garip bir zamana sürüklüyor beni ama babam bu defa beyaz saçlı oluveriyor, annem küçük kardeşimin ağlamasına uyanıyor başlıyor ağlamaya eşlik ediyor kardeşime, kardeşim gibi
açlığa değil, benim yokluğuma benim çaresizliğime ağlıyor. Bense; hastane odasında, kolumda serum baba diye ağlıyorum, odada ki adama babam gelsin nerede babam? diyorum. Çok acıktım babam gelsin. Sonradan öğrenmiştim; babam hastalığıma efkarlanıp, bir meyhanede oturmuş içmişti. Bir kadın gelmiş masasına “Boşuna efkarlanıyorsun; bir gün öyle bir şey olacak ki, keşke o hastanede ölseydi bu çocuk diyeceksin, ama en çok da bu çocuk senin başını dik tutacak.” diyivermiş. Bu hikayeyi ilk dinlediğim andan itibaren, gerçekleşecek hissi, yıllarca hem keder hem umut olmuştu bana. Orada; babamın hiç tanımadığı o kadının sözlerini aklına kazıması ve sürekli cebinden çıkarıp göstermesi gerçekleşeceğine inanıyor gibi gelmişti bana ama kötü olanların. Bazen, mahcubiyet görürdüm babamın gözlerinde, yüzünde, anlayamazdım. Göz kapaklarım direniyor hala, ağlamaya devam ediyorum hastane odasında, hiç tanımadığım o adam bakıyor anlamsızca bana. Yan tarafta yatan kızın babası belli, ama çok şefkatli davranmıyor, belki de  babası değildi. Bana bakmaya devam ediyor, pis bir suratı var; rüyalarımda gördüğüm canavarlara benziyor. Bir an kesiyorum ağlamayı, korkuyorum yataktaki kız öylece uyuyor. Annemin yüzünde ki morluklar geliyor sonra gözümün önüne, annemin morlukları hep geçerdi ama içime işleyen morluklar geçmezdi. Babamın, içip geldiği akşamların morlukları, yemek biraz sofraya geç geldi diye sinirlenmelerinin morlukları, siyah gömleğim neden 
yıkanmadı diye, hesap sormaların morlukları. Babamın, 
beyaz saçlarında huzur vardı. Siyah saçlı babamın 
korkularını unutturmuştu. Babam, beyaz saçlı olunca biz 
baba kız olmuştuk. O kadının, söylediği lanette olmuştu; 
üzmüştüm babamı çok üzmüştüm, keşke ölseydin demişti. Babamın beyaz saçlarının sorumlusu bendim, ama babam bize çocukluğumuzu borçluydu. Yıllarca yaşadığımız babasızlığı, annemin morluklarını, kardeşlerimin açlıktan ağlamalarını babamın beyaz saçları kapatmıyordu. Çok ölüme ağladım ben, sizin bu uzaktan bakıp merak ettiğiniz ağacın dalları çok ölüm gördü, babamın beyaz saçlarını da gördü.” 

Öylece anlattı hikayesini bu elmacık kemiklerinin çıkıntısı hüzünlerini yansıtan genç kadın. Kalkmak istediğim banktan elmacık kemiklerine zincirlenmişim gibi kalkmak istemedim, anlat biraz daha anlat demek geldi içimden ama acelesi vardı sanki . Saati bir yere yetişmeyi çoktan geçmişti belli. Bir eli pamuk şeker bir eli uçurtma olan, elbisesinin kıvrımları avuç içlerime benzeyen kız çoçuğunu da alıp öylece giderken ekledişimdi çocukluğuma dair hatırladığım tek şey elimde kırmızı bir elmayla okuldan döneceğimi bilen kardeşimin camdaki Sevinci.

Zaman ayna olmasın istedim o giderken, avuç içlerimden kıvrımlı bir elbise diktim oracıkta. Yaşadıkları tecrübe olmasın ki; hatırlamak zorunda kalmasın istedim elmacık kemikleri solmuş kadın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder