31 Ekim 2019 Perşembe

Gelecek Uzun Sürer- filmi üzerine

Zorlu bir coğrafyadan yükselen sesler ve bu sesin peşinden giden bir kadın. Farklı acıların anavatanı olan topraklarda muhafaza edilmeye çalışılan etnik kimlikleriyle bir halk. Ekonomik, kültürel ve siyasi nitelikleri acıların içinde budanmış bir toplum. Kuşaktan kuşağa tarihin naklettiği bu acının ağıdına misafir bir yolcu.

Özcan Alper’in iç sesi niteliğinde bir film. Aslında yeni olmayan bu iç ses; kurak bir milletin acılarına yönelmiş cüretli bir fikir doğrusu. Bir toplumun düzenini; içinde siyasetiyle, acısıyla, yasıyla olduğu gibi ortaya koyuyor, hem de içinde şiirli bir biçimde. Toplumun bütün güçlerine değiniyor. Toplumsal merdivenin bütün basamaklarını ele alıyor. Belki de bir sitemdir bu anlatı; zayıf, kötü ruhlu bir devlet adamını, çevresindeki dalkavuk rüşvetçileri, ahlaksızlığa düşmüş bir kesimi adeta bir mahkeme önüne çıkarıyor. Her şeyi öyle yaman, öyle yürek parçalayan bir gerçeklikle anlatmış ki; dumanı içimizde tütüyor ateşinin. Kalkmış kaldırmış bir halkın üstündeki inik perdeyi, Tanrı’nın ışığının girmediği odalara girmiş.

Diyarbakır’dan Hakkari’ye uzanan, ortak evrensel teması insan olan bir hikaye.
Gelecek Uzun Sürer(2011)
Müzik araştırması yapan Sumru, ağıtlar üzerine yaptığı tez çalışması için yola çıkar. Sumru karakterinin, Yolda karşılaştığı insanlarla olan ilişkisi tümüyle yöresel ve gerçek yaşantıları konu ediniyor. Öykü estetiğinden ödün vermeden fakat olabildiğince yalın bir belgesel tadında vurguluyor. Bu coğrafyada gerçekleşen her şey, birbiriyle ilintili yaşam serüvenlerini ve kültürel unsurlarını da kendine ekleyince; itici koşullar, devlet alabildiğine yanlı ve gaddar, zaten hırslı olan halkına acı çektiren sermaye yanlısı bir canavar. Özcan’ın asıl hedefine koyduğu bu konular olsada; paralelden gidip terör örgütü ve bu örgüte kurban edilen çocuklar ve ailelerin acılarını belgesel şeklinde anlatımlamış.


Sumru’nun aşık olduğu adamın ortadan kaybolması ile içine kapattığı acıları ve sevdiği adamın geleceğine dair beslediği umut; çocuklarının izini süren ve geleceklerine dair besledikleri umudun yolları kesişiyor. Görmezden geldiğimiz, insanların sadece bir eylem protesto olarak gördüğü acıların sesiyle yargılıyoruz kendimizi. Bir halkın yol ayrımı, ikilemi/karşıtlığı gündeminde tutuluyor hem de en katı biçimde. Bu büyük ıssızlığın ortasındaki büyük acının ağıdı; bir halkın, büyük bir evrenin içinde ve kendi içinde yapayalnız duran bir sessizliği gibi.

Sumru’nun yolculuğunda, bir iç yolculuktan ziyade bir halkın feryadını duyar gibi oluyoruz. Kürt halkını, kayıplarını ve bu topraklarda işlenen cinayetleri siyasi bir dizede değil şiirsel bir şemada göstermiş Özcan. Toplumcu gerçekçi bir çizgi izleyerek; halkın yoksulluk ve açlık savaşını, bu toplumun çocuklarının kayıp gidişlerini bir taraftan da her fırsatta kapital sisteme boyun eğmiş, duygudan yoksun be düşünmeyen çocuklar yetiştiren bir toplumu ele almış. Toplumu ele alışı sisteme bir başkaldırı olan yönetmenin, sosyo-ekonomik ayrıcalıkları, yoksulluğu, sefaleti günceller nitelikte içimizde şiirsel dille anlatımı.

Sumru’ya bu yolculuğunda Diyarbakır’da yaşayan eski bir kilise bekçisi olan Antranik ve korsan DVD satan Ahmet eşlik eder. Bir şiirsel dilin diyalojizmini tartışır nitelikte Ahmet ve Sumru’nun diyalogları. Çocuklarını, eşlerini kaybeden ailelerin hikayelerin ve acılarına ortak olan Sumru kendi hayatındaki acıyı keşfediyor. Üstünü örttüğü acıları bu topraklarda ortaya çıkıyor. İnsanın yorgunluğu, toplumun yorgunluğu, yaşama yorgunluğu, günlerin yorgunluğu ağıtlarla anlatılıyor adeta. Yasak, yasa, töre, geçim, ölümler, eve kapatılmıştık, erkeği de ama bilhassa kadını ezen gelenekler, görenekler, kıstırılmışlıklara karşı hem bir metafor hem de acının simgesi olmuş belgesel gibi çekilen sahneler. Ahmet’le Sumru arasında geçen bir diyalogda; Ahmet devlete kapitalizme ve Kürtlerin başka seçeneklere yönelmesine atıfta bulunuyor. Kaygıları toplumsal boyutta ele alan Ahmet, Theo Angelopoulos'un To vlemma tou Odeyssea (Ulis'in Bakışı) filmini izlerken kendi halkını da görüp film üzerinde düşündüğünde yalnızlaşıyor. Yanından bulunan arkadaşının kaygılarının Yeşilçam'la sınırlı olduğunu ve daha dar bir alanı kapsadığını anlıyoruz. Ahmet'in Sumru'ya söylediği "Ne çok sonra var değil mi" diyerek sistemin acımasızlığını, bu topraklara hiç gelmeyen adalete sitemini dile getiriyor. Bu sahnede ve filmin bir çok yerinde Özcan Alper’in Abbas Kiyarüstemi- Kirazın Tadı filmine atıfta bulunduğunu daha doğrusu aynı acıya sitem ettiğini görüyoruz. Kirazın Tadı filminde; bir sahnede Badii bey, "Kürtlerin elinde silah değil kürek olması gerekir" diyerek serzenişte bulunur. "Sizin maharetiniz çiftçiliğiniz ama elinize silah veriyorlar." diye Kürt Halkı üstüne sosyolojik çıkarımını izleriz.

Türklük vurgulu ulus-devlet ideolojisi üzerine inşa edilen bir devlette, ülkede yaşayan etnik kökenlerin kültürel hak ve talepleri gözardı edilip, acılarının ağıtları duymazdan gelinip sistematik bir anti-sempati meydana getirilmiştir. Siyasi bir uç yakalamak isteyen Özcan Alper, hem bu toplumun nitelikli üyeler yetiştiren örgütsel kesimini hem de bu coğrafyada ötekileştirilmenin getirdiği sonuçları işlemiş. İzlenmesi gereken siyasetin düşünsel zemini değil aynı zamanda bu coğrafyanın acı gerçeği olan ölümler ve geride kalan ailelerdir. Acının dili ağıt değil toplumsal birliktir. Acının dili evrenseldir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder