22 Ekim 2019 Salı

Paths Of Glory(Zafer Yolları) filmi üzerine

Tarihte devletlerin kendi bütünlüklerini korumak için kullandığı tek silah hep insan olmuştur. Rekabet, temelden kabile yaşamlarından beridir varolan bir savunma tekniğidir. Devletin kendi birliğini korumak ve çıkarlarını gözetmek için aidiyet güdüleri doğrultusunda insanı yine bir insana silah olarak kullanmıştır. Böylelikle harb ve savaşlar ortaya çıkmıştır. Savaş ve askeri disiplinler üzerine tarihte bir çok düşünür kendi otoritesini belirleyen sözlerini söylemiştir. Bir idealizm olarak yansıtılan savaşlar, askeri birliklerin namlusuna insanları koyarak farklı boyutlara getirmişlerdir. “En mükemmel savaş muhabere etmeden kazanılan savaştır. Savaş, devlet için hayati öneme haizdir. Yaşam ya da ölümle son bulan bir sahadır ve hayatta kalmaya veya mahvolmaya giden bir yoldur” der Savaş Sanatı eserinde Sun Tzu. Devletlerin kendi içlerinde siyasi bir sürekliliği sağlamak ve toplumu ideolojik bakışa sürüklemek adına askeri birlikler oluşturulmuştur. Başta bahsettiğimiz kabile savaşlarından, hükümdar mücadelesine, askeri birliklerin savaşlarına, çağımızda ise devlet ve devletin kurduğu askeri birliklerin savaşı halinde halen devam etmektedir. İnsanların toplumsal itaatleri için uygun hurafeleri kullanan devlet ve birlikleri onları birbirine kırdırmayı başarmıştır. Yine devletin sistemlerinin yanlış işleyişi ve kanun koyucuların insan hayatına teknik baskı olarak savaşı koyması, aynı kanunlar tarafından sistem eleştirisi adı altında insan hayatı almıştır.

Realist öğretinin temeli haline gelen savaş üzerine görüşlerini ve teknik bakışını, sistemsel bir eleştiriyle toplumun bakışına taşımak adına Stanley Kubrick’in yaptığı, büyük ses getirmiş filminden bahsedeceğim.
Paths Of Glory(Zafer Yolları)1957

“Şayet birbirinin kurdu olan iki insan, aynı anda beraber sahip olamayacakları bir şeyi isterlerse düşman haline gelirler ve süreç sonuçta ya birinin diğerini kontrol alması ya da yok etmesi ile neticelenir” Hobbes’in Levlathan eserinde böyle geçer. Bu sözü filmin genel misyonuna ilikleyebiliriz.
Yönetmenin, tek bir mekanda çektiği film, savaş psikolojisinden daha çok sistem ve hiyerarşi eleştirisi boyutunda. 1.dünya savaşının soğuk savaşcısı Fransa'yı sistematik bir eleştriye tabi tutuyor. Uzun sekansların tek bir mekanda verilmesi yönetmenin sadece vermek istediği mesaja odağı gibi. Suçu ve suçluyu aynı devletin sisteminde ele alan Kubrick, belki de tarihin en Cüretkar filmini çekmiş bu anlamda. Üç asker üzerinde adalet ve din olgularına ustalıkla vurgu yapan yönetmen, sistemin hak ve hukuk konusunda zayıflığını serimliyor.

Almanlardan alınması için savaşılan Ant tepesi ve askeri birliğin başında sisteme karşı duruşuyla Albay Dax. Dax karakterini toplumun bütünü, Ant tepesini almaktan daha çok kendi çıkar ve menfaatlerini ön planda tutan, rütbe uğruna adaletin her basamağını kendi leyhine çeviren general Braulard ve Paul Mireau'yu devlet olarak ve Ant tepesi uğruna yapılan savaşın ego savaşına dönmesinin sonucunda idam edilen üç askeri kurbanlar olarak ele almış Kubrick. Dax ve Paul arasında geçen dialogda filmin vurucu sahnelerinden. Masa başından savaşmanın kolay gözüktüğünü söyleyen Dax, insan hayatının sonu hangi Zaferle biterse bitsin damardan akanın kırmızı bir süt olacağını ve masa başından yönetenlere bir şey olamayacağını dile getiriyor.
Askerlerin kendi aralarında ölümü konuştuğu sahne belki de savaşa dair tek psikolojik sahnedir. Ölüm nasıl olsa var nasıl olduğunun bir önemi var mı diyen askerin ölümü kabul edişi sadece psikolojiyle açıklanabilir.

Ant tepesinin Almanlardan alınması için yeterli askeri birliğin olmadığını söyleyen Dax, bunun mümkün olmadığını ve çok kayıp vereceklerini ifade eder.  General Paul, “bütün Fransa size güveniyor. Ve benim için bu savaş önemli benim gibi bir adamın hayatı bütün Fransa’nın hayatından daha önemli. İlginizi çekebildim mi albay” diyerek menfaat ve çıkarları için bu savaşı istediğini beyan eder. Bunun üzerine Paul, “Ben önünde bayrak sallayarak heyecanlandırabileceğiniz bir boğa değilim. Vatanseverlik bir hainin son sığınağıdır” der.
Birinin bilgelik dediğine başka biri korkaklık, birinin vahşet dediğine başka biri adalet, birinin tutuksuzluk dediğine başka biri büyüklük, birinin ciddiyet dediğine başka biri aptallık diyebilir diyen yönetmen devlet ve toplumu karşı karşıya koymuş.

Savaş olgusundan çok, neorealist bir ideoloji ortaya konulup; devletin kendi içinde sistemin anarşi ve hiyararşik bir çarka dönüşmesini ele alan Kubrick; üst otorite olarak sadece kişisel çıkarların ve rütbelerin gözetildiği  radikal bir koloninin söz konusu olmadığı hiyararşi sistemini vurguluyor. Bütün dünya savaşlarında, cesaret duvarlarının örülemediği ve ortak bir milli bakışa konulamayan bu sistem eleştirisini kendi adına büyük bir ustalıkla işleyen Kubrick; savaşların en önemli malzemesi olan insanın ancak devletin koyduğu yetkiler ve eline verilen silahlarla ölümcül bir vasıta haline geldiğini vurgulamış.

Mücadelenin başarısız bir şekilde sonuçlanması ve birliğin geri çekilmesiyle asıl savaş başlıyor. Kişisel çıkarların mücadelesi olan ve başarısız olunan mücadeleye yine kişisel çıkarlar doğrultusunda üç asker suçlu olarak seçiliyor. Devlet ve birliklerinde; kanun koyucu olarak belirledikleri kaideler çoğu zaman ilkelliğin imgesi oluyor. Tek başına yalın bir savaşçı olan insan, bu ilkelliklere, silahlara, sistemin mantık ve otorite üstünlüğüne karşı duramıyor. Liderlik olgusu altında bu üç askerin adil olmayan bir seçimle idama mahkum edilmeleri ve ölümü beklerken yaşadıkları süreç savaş psikolojisi dışında, toplum psikolojisi zemininden işlenmiş. Bu askerler seçilirken yapılan pazarlık aslında ideolojik bir savaşın amacına ulaşmamasından değil, kişisel çıkarlar doğrultusunda olduğunu betimliyor. Yüz asker üzerinden yapılan pazarlık, üç askere iniyor. Askerlerin idamının, kalan askerler için emsal bir dava olacağını savunan Paul, savaşı şahsileştirme ve sistemin gücünü gösterme eğilimindedir aslında.

Filmin belki de en vurgulayıcı sahnelerinden biri olan mahkeme sahnesinde askerler savunmalarını yapıyor. Savcının, neden ateş etmeye devam etmediniz geri çekildiniz geçerli bir sebebin ve seni gören şahitlerin var mı sorusuna; tutuklu onbaşı Paris şöyle cevap veriyor: Devam etmemiz  mümkün değildi. Şahidim yok çünkü orada bulunan herkes ölüydü. Tutuklu askerler; Paris, Arnaud ve ferol’un savunmasından sonra, albay Dax söz alır: Hayati olabilecek delillerin karartılmasından dolayı bu mahkemeye karşı çıkıyorum. Dün sabah gerçekleşen saldırı, Fransa ordusuna leke sürmemiştir ve bu ulusun askerleri için de utanç kaynağı olmamıştır. Ancak bu askeri mahkeme bir lekedir ve utanç kaynağıdır. Bu askerlere karşı yapılan bu dava tüm adalet sistemini maskara etmiştir. Bu askerleri suçlu bulmak bir suçtur ve ölene kadar bu lekeyi taşıyacaksınız. İnsanın en asil duygusu olan merhametin burada hiç bulunmadığına inanamıyorum.
Dax’ın bütün çabasına rağmen üç asker idam cezasıyla yargılanır.

Kubrick, cüretkar bir sahne daha koyarak dini sarkastik bir dille ele almış. İsa ve son akşam yemeği vurgusu yapan Kubrick, aynı toprak için savaşan ve aynı korkuyu paylaşan askerlerin, seçilen bu üç askeri kurşunlanacak olmalarına sarkastik bir yaklaşım yapmış. Üç askerin son yemeklerini yerken bu son akşam yemeğimiz demeleri ve gülümsemeleri özetliyor. Daha sonra papazın gelmesi ve günah çıkarma sırasında askerlerden birisi; benim dinim budur diyerek şarabı gösteriyor. Ben ona inanıyorum ve içiyorum mutlu oluyorum der. Ve devam eder: Bu müesseseden borç isterken çekinmeyin çünkü reddederken kibar davranıyoruz. Bizim oralarda böyledir. Ölüme, kendi birliklerinden askerlerin kurşunlarıyla gidiyor bu üç asker. Birlikte bir savaşın parçası olan ve aslında hepsinin kurban olarak görüldüğü sistemde, insana doğrultulan silah yine insan oluyor. Filmin en dikkat çekici sahnelerinden biridir belki de; kurşuna dizen askerlerin hiç duraksamadan, tereddüt etmeden sistemin istediği ve işlediği şekilde diler askerleri kurşuna dizmeleri. Bu sahnede duygu yoğunluğundan kaçınan Kubrick, belki de sistemin acımasızlığını, kurşuna dizen askerler üzerinden vurguluyor.


Devletin ve birliklerinin kendi çıkarları doğrultusunda oluşturdukları bu koalisyon, dinamizm ve güç olmakla beraber kendi ordusunu politize edip birey bazında gücünü arttırdığı gibi toplum üzerinde etkisini gösteriyor. Mevzubahisin bir birlik ve beraberlik savaşı olmadığı gerçeği ve savaşın doğasını değiştirilmesi, savaş ile değil rütbeler ve menfaatler ile ilgili unsurları çoğaltmıştır. Kubrick, bir savaştan ve savaşçıdan çok, suç-suçlu, toplum-devlet, sistem-yargı eleştirisi yaptığı filmde karakterler üzerine misyonlamış adeta. Dax, bir halk ordusu olarak çıkarılmış karşımıza. Parelel olarak doğru hedeflenmiş politik kararlar olarak. Savaşın gerçek mükemmeliğinin toplum yansıması olarak.
Devlet olarak ele aldığımız Paul, yenilmeyen ve sürekli yenilenen bir düşman. Savaşma iradesi ve savaşma sebepleri sadece kendi bireysel çıkarlarından yana olan, sosyopolitik yapının derinliklerine kadar kök salan bir düşman. Böyle bir düşmanla ancak benzer bir yaklaşımla baş edebilirsiniz düşünce zemininden ilerlemiş Kubrick. filmin son sahnelerinde Dax, kendisine gelen rütbe üzerine, çabasının bu olmadığını dile getirerek bu düşünceyi ifade  ediyor.  Savaşta politikanın üstünlüğü belirler nitelikte çıkarımları olan ve kullanılan gücün kanun koyucuların acımasızlığı olarak nitelendiren Kubrick, politik hedefe ilerlerken savaşın çatışma dışında kalan bütün sığınaklarına girmiş böylelikle.

Filmin son sahnesinde; ganimet olarak görülen bir Alman kadının sahneye çıkarılması ve askerler tarafında aşağılanması epey vurgulayıcı. Dilini bilmedikleri bu kadından, aşağılayarak şarkı söylemesini istiyorlar. Kadın şarkı söylemeye başlıyor ve askerler dilini bilmedikleri için sadece melodisine eşlik ediyor.  Kadının söylediği bu şarkıyla beraber bütün askerlerin onunla birlikte ağladığını görüyoruz.  Kapıda onları dinleyen Dax, kendisine gelen bir askerin tekrar sınıra gitmemiz gerekiyor demesi karşısında; sadece bir kaç dakika daha istiyorum onlar için der. Hiç bilmedikleri bir dilde sadece ortak bir acıda buluşan bu askerlerin yaşadığı duygu; Dax’ın kazanmış olduğu tek zaferdi belki de.


Savaşlarda; strateji ve sistemden çok, moral ve psikolojik büyük önem verilmesi gerektiğini savunmuştur Clausewitz. Tarih boyunca görülen diktatörlüklerin, diktacı bir tutumla yönetilen ulusların tarihleri savaş ve yenilgilerle dolmuştur. Ve kendi menfaatleri doğrultusunda  kendi yasalarını belirleyen devletler, teknik bakış olarak savaş dedikleri kanlı eylemlerini gerçekleştirmiştir. Toplumsal birliklerin en iyi şekilde yaratılması yine içinde en iyi kanunların bulunduğu devletlerde olur. En ölümcül salgın; içinde kanunları kendi menfaatleri doğrultusunda düzenleyen bir devlettir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder