14 Ekim 2019 Pazartesi

Roberto Rosselini's Savaş Üçlemesi-War Trnlogy(Gerçeğe bakabilmek) Filmleri Üzerine

İnsan varlığının en temel problemi olan ölüm ve bu kaçınılmaz sona insanın kendi varlığını hazırlaması yüzyıllardır tartışma konusu. Ölümü çoğu kez merkeze koyduğumuz bir düzende, dış etkenlerin gelip bu merkeze müdahale etmesi ve insan varlığında ölüm özgürlüğüne kişisel darbeler indirmesi yine asırların getirdiği dava. Ölüme yönelik bireysel savaşlar olduğu kadar toplumsal savaşlar mevcut. İnsan hayatının ölümle sonuçlanması çoğu zaman başkaları tarafından, telef olma diye adlandırılması bir çok araştırma formülasyonuna ön ayak olmuştur.
"Ben bir insanım” diyerek dış sebeplere karşı koyduğumuz tepkilerimiz ne yazıkki somut bir sonuca götürmüyor. Ölümün mutlaklığı karşısında çaresiz boyun eğme eğilimimi gösteren insan, bir başka etken, yine insan olan bir etken tarafından katledilme acımasızlığına maruz kalmıştır. Yüzyıllardır yine kendi ideolojik yaklaşımıyla cevap vermiş ve bunun için topluluklar oluşturmuştur. Varlığını sürdürebilmek adına, sürekli olarak üremeye başvuran insanoğlu, tarihte varlığını koruyabilmek adına savaşır. İnsan varlığının tarihi, savaşların tarihi olmaya başlar. Savaşların, rejimlerin ve sınırların minvalinde; ölüm ve hayatta kalma stratejisi yer alır. Asırlar boyu kendi hayatı ve başka hayatlarla savaş halinde olan insan varlığı bir çok sanat, kültür ve eğitim uzlaşım araçlarına uzak kalmıştır. Kendi tarihini yazmak, ideolojik bir siyaset savaşı basamağı oluşturmak adına kendi öz varlığını feda etme eğilimi başlatmıştır. Kendi varlığının özgürlüğünü savunurken, bir başka varlığın yaşam ve ölüm özgürlüğüne dokunmayı zafer sayabilmiştir. İnsan varlığına ve ölüme parelel olarak gelişen inanç, düşünce ve kültürler tarihi savaşların sonuçlarına damga vurur.

Devletlerde, ideolojik çıkarlar uğruna yapılan savaşlarda, toprak bütünlüğü gibi savaşların sonucunda ölüm ne ifade ediyor bilmem ama; insanlar için ölüm kavramı, en yakınına gelme korkusu ve bilinmeyene yol almak anlamına geliyor çoğu zaman. Yüzyıllardır süregelen savaşlar, sebebi her ne olursa olsun bir çok kadavra bıraktı toprak bütünlüğü adı altında. Toprak ve devletlerin ideolojik çıkarları uğruna ölüler gömen insanoğlu, bağımsız hareket ederek ve bu yolda birbirine entegre küçük topluluklar oluşturmaya başlamıştır. Politik savaşlar ve neticelerinde dökülen kana karşı; bireysel yönelimini kazanmış toplumlar tarafından bir karşı çıkma politikası oluşturulmaya başlanmıştır. Sebebi ya da sonucu ne olursa olsun yapılan bu savaşların sonucunda binlerce masum insan, çocuk ölümleri meydana gelmiştir. Ölüm insanoğlu için eski bir deneyimdir fakat savaş sonrası meydana gelen yaşam zorlukları onların asıl savaşıdır. Kendi çıkarlarını ön planda tutarak, şovenist devletlerin kendi halkına toprak bütünlüğü ve milliyetçilik aldı altında kıyıldığı aşikardır. Ölümler ve geride kalanlar üzerine; “ Ölenlerin geride kalanların hafızalarında yaşamaya devam ettikleri kabulü bir canlandırma eylemi ortaya koyar ve geride kalanlar bu durumu öleni unutmamak, hatırda tutmak ve gelecek zamanda birlikte yolculuk etmedeki kararlı bir arzu ile yaparlar” der Assmann. Geride kalanların kin ve nefretle yaşamaya devam ettikleri topraklarda; devletin kışkırtmasıyla en çok zararı yine sivil halk görmüştür. Devletler kendi imajlarını korumak uğruna, katletmeyi meşrulaştırıp savaş adı altında insan hayatına kan ve gözyaşını sokmuşlardır

Savaş ve savaş sonrası insan psikolojisine hizmet eden bir üçleme hakkında yazacağım. Roberto Rosselin’s savaş üçlemesi-War trilogy(Gerçeğe Bakabilmek) Yeni Gerçekçilik akımının kurucusu ve bu akıma hizmet eden filmleriyle ünlü Rosselini, insan ve insan hayatını ön plana alarak savaşın acımasızlığına, öncesi ve sonrası insan psikolojisine geniş yer vermiştir. Özellikle çocuk psikolojisine geniş yer veren Rosselini, savaş ve ölümün tüm çocuklar nezdinde açık iki gerçeklik olduğunu, yaşamın anlamının savaş ve kanla bütünlenen dünya gerçekleri olarak ele almış ve iki boyutta incelemiş.

Üçlemenin ilk filmi: Roma, Citta Aperta-1945 Yeni gerçeklik akımın ilk filmi olan Roma, belgesel tadı veriyor. Savaş psikolojisini, halkın içinden çekilen ve asla tanımadığımız yüzler üzerinden işleyen yönetmen, kadrajını savaş dönemlerinden kalma derme çatma evlerin içine getiriyor. Özgürlük üzerinde hikaye bütünlüğüyle duran Rosselini, savaşın ilk yıllarından yola çıkmış. Siyasetten ve propaganda aracılığından uzak duran yönetmen, ikinci dünya savaşını sosyolojik, ekonomik etkilerini toplum üzerinden ele almış. Tamamen insan ve insan hayatı üzerinden bir zeminde ilerleyen Rosselini, din üzerinden yine ders niteliğinde çıkarımlar yapıyor. Kadercilik üzerinde dokuyor sanatı. Olay örgüsünü bize belgesel tadında sunuyor ve karekterler üzerinde yorucu şekilde durmuyor. İtalyan direnişine övgüsel yaklaşan ve genç kominist bir mühendis üzerinden ilerleyen yönetmen, karakter ezberine izin vermiyor. Yaşanılan zorluğu, devletin savaş stratejisini ve karşı çıkanların hazin sonunu imgelerle belgesele çevirmiş. Kadınlar ve kadınlar üzerinde savaşın etkisine değinen yönetmen, film boyunca farklı karakterlerin bir parça ekmek ve çocukları için hırsızlık dahi yaptığını gösteriyor. Faşizmin, toplum üzerinde etkisine değinen ve devletin işbirlikçi tutumu olan bu akımın sonuçlarını kadınlar ve çocuklar üzerinden veriyor. Halkın yağmaladığı bir ekmek fırını önünde; bir kadın, yağmaladığı ekmeklerden birini askerle paylaşır. Roma'nın savaş sonrası sokaklarını ve binalarını fotomografikleştiren yönetmen, savaştan kalanları ve savaşın yaşam standartlarını nasıl etkilediğini serimliyor. Küçük bir çocuk üzerinden, savaş ve ölümün geleceğini tayin etmesindeki etkisini anlatıyor. Savaşta babasını kaybeden bir çocuk ve annesinin evlilik hazırlığı yaptığı bir adam. Baba sevgisini savaşın bütün yıkımlarına rağmen tekrar yaşayacağını düşünen çocuk yine bir kurban veriyor bu kanlı kıyıma. Geleceğin yapı taşları olan çocukların psikolojisini görebiliyoruz. Annesinin, Naziler tarafından sokak ortasında öldürülmesinden sonra, baba diyeceği rahibin de katledilmesi umutsuzluğu sokuyor bir an gözlerimize. Çocuk psikolojisi üzerinden epey faşizm ve faşizmi kendisine derinlik sayan yönetimlere yüklenen Rosselini, sinema tarihinin arşivlik filmini yapmış.

 

Üçlemenin ikinci filmi: Paisan(Hemşehri) Savaş ve Yeni Gerçeklik akımının temsili olan bu üçlemenin ikinci filminde yönetmen, farklı ırklardan ve çevrelerden altı kişinin hayatını ele almış. Savaş sırasında çekilen acıları ve sonrasında oluşan psikolojiyi bu karakterlerden üzerinden ruhumuza işleyen yönetmen, acının iki yüzünü işlemiş bu defa. Aynı dilde ve aynı acıda buluşmanın, savaş sonrası kalan yaslara epey dokunmuş. Asırlar boyu insan şuurunu meşgul eden ölüm ve ölüm korkusunu yanıbaşımızda hissediyoruz. Özellikle son günlerde savaş polemiğinin içinde bulunduğumuz durum, psikolojik olarak acının yanıbaşına iliştiriyor düşüncelerimizi. Ölüm konusuna suskun kalan yönetimler acının sokaklarına faşizmi sokmaya devam etmekte. Evrensel bir gerçek olsa da ölüm, böyle bir gerçek karşısında herkes kendisini hazır hissedip boyun eğmez heleki savaşla ve intikam duygusuyla olanına olanak vermez. Filmin başında iki karakter üzerinden aslında acının ortak diline değiniyor yönetmen. Alman bir asker ve İtalya’nın bir köyünde savaş psikolojisiyle büyümüş bir kız. Aynı dili bilmemelerine rağmen acıyı birbirlerine tarif etmeleri ve acıdan bir dil oluşturmaları belki de yönetmenin, hepimiz kardeşiz mesajıdır. Kızın, çaresizliği ve ailesine ulaşma çabası, askerin ona işaretlerle de olsa bölgeden uzak durması gerektiğini söylemesi. Acıya ve savaşa tepkilerin, otomatik ve psikolojik ifade şekillerini birebir işliyor duygu zeminine. Savaş ve ölüm karşısında tepkiyi herkes, hayata karşı kendi tavrına göre gösteriyor. Asker, cebinden çıkardığı ailesinin fotoğraflarını kıza işaret diliyle anlatıyor geride bir aile bıraktığını ve bu savaşa mecbur bırakıldığını anlatıyor. Yönetmen iki karakterde acıyı birleştirmiş, geride kalanları birleştirmiş. Düşman olan ve savaş halinde olan bu ikilinin ortak dili acı.

 

 İkinci bölümde yine bir çocuk üzerinden giden yönetmen, savaşın getirdiği açlık ve yoksulluğa değiniyor. Savaşın ve getirdiği ölümlerin bir müsibet olduğunu, toplumun özellikle çocukların nasıl etkilendiğini, kültür ve ekonomik yoksunluğun hiç kaldığı bir müsibet. Anne babasını savaşta kaybeden bir çocuğun sokaklarda hırsızlık yaparak hayatını idame ettirmesi ve ona iyilik yapan siyahi bir askerin botunu çalmasıyla ana fikre ulaşırız yine. Çocuktan, Botlarını geri getirmesini isteyen asker onu yaşadığı sokağa kadar götürür. Filmin en vurgulayıcı sahnelerinden biridir; asker, çocuğu götürürken üşümemesi için ceketini verir. Üşütmemesi gerektiğini söyler. Sevginin ortak dil olduğu bu sahne filmin bütünü dışında şaheser niteliğinde. Savaşların ve getirdiği sonuçların nesilden nesile nisbi olarak değiştiğini gördüğümüz bir çağdayız. Filmin devamında; asker, çocuğun yaşadığı sokağa gider. “Anneni, babanı çağır bana ve botlarımı getir dediğinde; çocuk, “Annem-babam öldü. Savaşta öldü “ der. Çocuğun, dilini bilmeyen asker onun el hareketleri ve çıkardığı seslerle şehrin bombalanması sonucu anne babasının öldüğünü anlar. Acının, sevginin ortak dilini farklı ırklarda birleştiren yönetmen, savaşın ve ölümün anlamının çocuklar için ve savaşın içinde bulunan askerler için; bir kültürden diğerine, devirden devire nasıl geldiğini ve geleneksel kültürlerin ölümü bir son olarak değil, yeni bir hayatın başlangıcı olarak gördüğünü, sevgi ve ortak paydada buluşmanın gücünü aynı acının yasını tutmayı gösteriyor.

 

Rosselini; sevgi, din, ırk bütün bunları savaş ve sonuçlarının sarmalında harmanlamış. Her karakterde ayrı bir duyguya yer veren yönetmen barışın ve sevginin gücünü ön plana çıkarmış. İnancı ne olursa olsun, ırkı ne olursa olsun savaşın sonuçlarının birleştirici gücüne değinmiş. Acının ortak dilini yas tutan bir toplum üzerinden ve karakterler üzerinden veren Rosselini dönemin belki de en cüretkar filmini çekmiş bu anlamda. Savaş sonrası psikolojik dayanakların sadece sevgi ve ayırt etmeden birbirine sevgi ve teselliyle barışa gitmek olduğunu anlatmış. Fiziki ya da ahlaki bir kayıp değil de tarihi bir intikam ve toprak bütünlüğü aldı altında yapılan kan savaşlarının gereksizliğine değiniyor.

 
Filmin diğer bölümünde; din ve kardeşlik üzerinden giden rosselini, kominist düşüncelere sahip askeri bir papaz, din adamları üzerinden gider. rosselini, dini ve siyaseti sadece kardeşlik meajı vermek üzerine işlemiş. bir kilise papazı ve askeri papazını karşı karşıya getiriyor.
kilisede; din adamlarından birinin yahudi çıkması ve birinin protestan çıkması, askeri papazı ve pederi karşı karşıya getirir. din adamları sorarlar: 'nasıl güveniyosunuz, dini inançlarından nasıl emin olabilirsiniz, hiç sorguladınız mu bunu' papaz, bunu asla sorgulamadığını ve ilgilenmediğini sadece  çok iyi insanlar olduklarını idafe eder. Onlar bizim kardeşlerimiz diyen papaz, askeri kimliği ve dini görüşlerinin birine sevgiyle bağlanmasına engel olmadığını ifade eder bir nevi.
rosselini; din, siyaset ve sevgiyi o kadar güzel harmanlayıp serimlemiş ki, aslında komisint olan bir adamı, bir protestan, yahudi ve hristiyan din adamlarını ortak noktada sevgide bağlamış. Dünyada insanları bağlayan tek şeyin sevgi olduğunu; dili, dini, ırkı ne olursa olsun ortak paydada buluşulabileceğini anlatmış.

Üçlemenin son filmi:Germania Anno Zero-1948 Rosselini, üçlemenin son filminde savaş psikolojisinin en çok çocukları etkilediğini vurguluyor ve kadercilik üzerinden ilerliyor. Savaşın acımasızlığı ve ardında bıraktıklarına değinen Rosselini, Edmund karakteri üzerinden veriyor mesajını. Çocuk işçi olarak çalışan ve savaş tanklarından düşen kömürleri toplayıp evine götüren Edmund, kardeşlerine ve hasta babasına bakmaktadır. Savaşı her daldan ele alan ve taraflar üzerinden ilerleyen Rosselini, Alman askerlerinin pişmanlığına ve verdikleri mücadelenin sadece sivil halka zarar verdiğine değinmiş baba karakteri üzerinden. Öyleki; bir sahnede emekli bir Alman subayı olan baba, savaşların gereksizliğine, açlık, ölüm ve yoksulluk getirdiğine değinir. İyi bir subay olduğuna ama sonuç olarak açlık ve sefaletle mücadele ettiğini vurgular çocuklarına. Edmund, savaştan sonra fakirlik ve açlıkla mücadele eden bu şehirde hem kendine hem kardeşlerine bakmak için gizli gizli çalışmaya gider.
 
Aldığı bu sorumluluk onun ve çevresindeki insanların savaş sonrası ayakta kalma çabalarını ruhumuza işliyor. Bir acıtasyon zemininden ilerlemeyen Rossellini, insanın hayatta kalma çabasının asla bitmeyeceğini vurmuş yüzümüze. Çaresizlikle ne yapacağını düşünen Edmund, eski bir öğretmenine rastlar. Yardım istediği öğretmeni, Nazi yanlısıdır ve pedefofilidir. Zayıf ve hastalıklı insanların ölmesi gerektiğini savunan faşist öğretmen, Edmund’a babasını öldürmesi gerektiğini söyler. Çaresizlikle ne yapacağını bilemeyen Edmund, eve gider ve yemek masasına oturur. Yemekte yine patates olmasından yakınan ve çay yok mu diye soran babasına, içine zehir koyarak bir bardak çay verir Edmund. Babanın ölümü ve kızkardeşin ağıtları ortak bir acının ağıdı olur. Rossalini, yoksulluğun dilini ifade etmiş adeta sahnede. Ölen babanın kıyafetlerinin paylaşılmaya çalışılması ve tabut alamayız çok para diyerek terasa terkedilmesi Edmund’a karamsarlık getirir. Savaşların bitmeyeceğini ve bu yoksulluğun son bulamayacağını düşünen Edmund kendisini bir duvardan atarak yaşamına son verir. 12 yaşında bir çocuk üzerinden bize acının her halini aktaran Rosselini, savaşın en çok çocukları etkilediğini ve geleceğin taşlarını yok ettiğini ifa ediyor. Belki de kollektif bir kadercilik üzerinden ilerlemek istemiş yönetmen. Ölüm fikri en çok çocukların zihinlerini meşgul eder. Çocuk ve ölüm bağlantısı duygusal bir tepki olarak, bir yakınının ölümünde yeşerir.


Filmin son sahnesinde İtalyan askerlerinin ateş açarken Alman bir çocuğa rastlamaları ve ateşi kesmeleri yine insanın sevgi dogmatiğini vurgular. Yıkılmış bir ev, ölmüş anne-baba ve ağlayan küçük bir kız çocuğu. Savaşın bütün psikolojisini bu üç filmde önümüze serimleyen Rosselini, psikolojik sebepleriyle beraber aynı dünyada yaşamanın sevgiyle bağlanmanın mümkün olduğunu- olmadığını, acının dilinin ortak olduğunu, yapılan savaşların ortak bir yasa sebep olduğunu ve sonucunda en çok sivil halkın etkilendiğini ve çocukların kayıp gittiğini anlatmış. Ölüm korkusunun en tipik tezahürlerini, ölüme en çok yaklaşmış insanlarla müşahade etme imkanı vardır.



Bütün dünyada hala devam eden bu kan dökme eylemi sebebi her ne olursa olsun bir son bulması toplumun tek arzusu. Sevginin ve barışın gücünü birleştirmek yerine, kendi ideolojik çıkarları uğruna bu kanlı mücadeleleri başlatan devlet ve yönetimler kendi geleceğini tüketmekte. Hayatın sürekliliği, algısı; narsisik, özelikle şuurdışı bir savaştan daha ön planda olmalıdır. Barış içinde yaşamak evrensel bir gerçek olmadığı sürece, devletlerin bu ideolojik çıkarlarının sonuçları yine insan kadavraları olacaktır. Bu psikolojik bir gerçektir. Devletlerin bu kollektif düzeyde ürettikleri bahaneler sadece sivil halkı ve çocukları öldürüyor. Başka bir ideolojiyi yok etme çabası kendi halkının içine ölüm getiriyor. Maddi, biyolojik, sosyal ölümsüzlük anca sevgi ve barışla sağlanır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder