19 Eylül 2020 Cumartesi

DÜNYA SİNEMASINDAN UYARLANAN YERLİ FİLMLER

 

1)      MOUCHETTE (ROBERT BRESSON, 1967) – HAYAT VAR (REHA ERDEM, 2008)

   Yeni Dalga Akımı’ndan önce, Robert Bresson’un bir kız çocuğunun hayata dair inancını ve      inançsızlığını sorgulatan, sevgiyi bulmak ve hissetmek için gerekirse acı çekmeyi ve istismar edilmeyi bile göze alan, hakikat ve hakikate ulaşmak için yönelimleri inceleyen anlatısı olan filmin uyarlamasını Reha Erdem 2008 yılında Hayat Var ile başarısız bir aktarma ile anlatılmayarak, “Bresson sinemasını anlamak için imgelere takılmamak gerekir” diyen Andrei Tarkovsky’nin zıttı düşüncede ilerlemiş.




 

2)      CLOCKWORK ORANGE (STANLEY KUBRICK, 1971) – ÇİRKİN DÜNYA (OSMAN F.SEDEN, 1974)  – FUNNY GAMES (MICHAEL HANEKE, 1997)


Anthony Burges’ın romanından uyarlanan ve suç ile suçsuzluğun arasındaki toplumsal yasalara değinen Clockwork Orange (Otomatik Portakal)’ın bir sahnesinden esinlenilerek yapılan Çirkin Dünya’da, Savaş Başar’ın yan karakter olmasına rağmen, başrol performansı sergileyerek filmi kurtardığı görülmektedir. Hülya Koçyiğit’in oyunculuğunun oldukça sırıttığı, bunun asıl sebebinin senaryodaki mantık hataları ve Otomatik Portakal’ın aksine, gerçekçilikten uzak ve bayağı bir dille yazılmış olması da şüphe getirmez bir gerçektir. 1997 yılında yapılan Funny Games de, senaryo ve içerik bakımından oldukça Clockwork Orange’ı anımsatmaktadır. Özellikle karakterlerin giymiş olduğu beyaz kıyafetler, Haneke’nin filmlerinde işlenen masumiyet kavramını ön plana çıkarmıştır.



 

 

3)      LADRI DI BICICLETTE (VITTORIO DE SICA, 1958) – UMUT (YILMAZ GÜNEY, 1970)

 

İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının en önemli eserlerinden biri olarak sayılan Bisiklet Hırsızları filminden etkilenerek Yılmaz Güney ve Şerif Gören’in çektiği Umut filmi, oldukça başarılı bir aktarma olmuştur. At arabasının bisiklet uyarlaması olduğu varsayılarak, umut kavramı filmde çarpıcı bir şekilde izleyiciye aktarılmıştır.




 

 

4)      REBECCA (ALFRED HITCHCOCK, 1940) – KISKANÇ KADIN (OSMAN F.SEDEN, 1970)

 

Hitchcock’un kendi yöntemiyle, neredeyse sıfır aksiyonla yaklaşık iki buçuk saat boyuna izleyiciyi gerdiği, histerik bir kadın karakterle sıkışmışlık duygusunu ve iç çatışmaları oldukça başarılı anlattığı Rebecca’nın, başarılı bir uyarlaması olan Kıskanç Kadın’da; özellikle Çolpan İlhan’ın performansı göz doldurucudur. Senaryonun ne kadar dikkatli hazırlandığı, filmdeki başarılı oyunculuk performansıyla görülmektedir.

 


5)      SUNSET BOULEVARD (BILLY WILDER, 1950) – BİR İNTİHAR (METİN ERKSAN, 1973)

 

Ölümün yarattığı gizemin oldukça çarpıcı bir şekilde ele alındığı ve yüzyılın en güçlü senaryolarından biri olarak kabul edilen, aşk ve saplantı arasındaki ince bağı sanatına dokuyan Wilder’ın, 1950 yılında yapmış olduğu filmin 1973 yılında Metin Erksan tarafından bir uyarlaması yapılmıştır. Sahnelerin pek çoğu birer bir kopya niteliğinde olup, aşağıdaki etkileyici diyalogla Sunset Bulvar’ına selamını vermiştir.

k:kimden ve neden kurtulmak istiyorsun?

e: kendimden, insanlardan ve nihayet senden.

k: peki, benden başka türlü kurtulamaz mısın?

e: hayır seni bırakamam, senden kaçmak artık imkansız... sen benim hem katilim hem de yaşama kaynağımsın.

k: peki neden beni ortak ediyorsun intihar merasimine, kendin tek başına sessizce yapamaz mısın?

e:...dünyayı arkamda gürültüyle bırakmak isterim... sonra sen ölünceye kadar, seni görenler hep beni hatırlamalı. geride kalacak olan hatıramın canlı simgesi sen olmalısın.




 

6)      SOME LIKE IT HOT (BILLY WILDER, 1959) – FISTIK GİBİ (1964)

 

Bir gece kulübünde çalışarak hayatını kazanan iki komedyenin başından geçen absürt olayların ele alındığı Some Like It Hot’da, cinsiyet kavramı kara mizah olarak ele alınıp seyirciyi güldürürken düşündürmekte iken; Sadri Alışık ve İzzet Günay gibi iki usta oyuncunun başrollerini paylaştığı yerli versiyonun dönemin şartlarına göre oldukça başarılı bir uyarlama olduğu görülmektedir. Cinsiyet kavramına farklı toplumların farklı bakış açılarına sahip olduğu da, filmdeki ilginç diyaloglarla aktarılmaktadır.

 


 

7)      THE EXORCIST (WILLIAM FRIEDKIN, 1973) – ŞEYTAN (METİN ERKSAN, 1974)

 

William Peter Bletty’nin gerçek bir hikayeden alındığı iddia edilen The Exorcist, tüm zamanların en korkunç filmi olarak tarihe geçmiş ve din üzerinden ciddi tartışmalar yaratmıştır. Film çekimleri sırasında ölümlerin gerçekleşmesi üzerine, şeytan tarafından gerçekten de etki altında olduklarını düşünen set ekibi içerisinde ciddi psikolojik rahatsızlıklar da ardı ardına yayılmıştır. Bugün hala isminden sıklıkla söz edilen The Exorcist’in, oldukça başarısız ve mesaj kaygısı göz ardı edilerek çekilen Şeytan ise, adeta bir komedi filmi niteliğindedir.




 

8)      THE KID (CHARLIE CHAPLIN, 1921) – GARİP (MEDUH ÜN, 1986)

 

Charlie Chaplin’in yönettiği ve baş rolünü oynadığı The Kid, oldukça ses getirmiş ve drama – müzikal bir şekilde bir çocuk ile onu bulan ve babalığını üstlenen bir adamın hikayesini anlatmaktadır. Yerli versiyonu olan Garip’te ise, Kemal Sunal oldukça başarılı bir performans gösterip, seyirciyi hem hüzünlendirmiş hem de güldürmeyi başarmıştır.




 

9)      MOTHER INDIA (MEHBOOB KHAN, 1957) – TOPRAK ANA (MEMDUH ÜN, 1973)

 

Kurnaz bir tefeciye karşı hayatta kalmak için; canını, çocuklarını ve namusunu korumaya çalışan köylü bir kadının trajedisinin anlatıldığı Mother India’nın başarılı bir uyarlaması 1973 yılında yapılmıştır. Fatma Girik’in olağanüstü performansı, namus, açlık, annelik gibi kavramların evrensel olduğunu göstermiştir.

 



10   CITY LIGHTS (CHARLIE CHAPLIN, 1931) – EN BÜYÜK ŞABAN (KARTAL TİBET, 1983)

 

Yönetmenliğini ve başrolünü Charlie Chaplin’in üstlendiği, komedi ve dramın iç içe geçtiği City Light’s da, aşk, dostluk, dürüstlük, samimiyet, yardımlaşma gibi konular oldukça derin bir şekilde işlenmiştir. Mizah ve dram aynı anda seyirciyi tuhaf duygular hissettirirken, Kartal Tibet de, filmi başarılı bir şekilde Türk sinemasına uyarlamıştır. Diyalogların bire bir alındığı film, müzikleriyle de seyirciye tam bir melodram olarak sunulmuştur.

 

 


 

                                                                                                 BAHAR DENİZ & SEFA DEMİROCAK

 

OKUMUŞ BİR İŞÇİ SORUYOR (BERTOLT BRECHT)

Yedi kapılı Thebai şehrini kuran kim?

Kitaplar yalnız, kralların adını yazıyor,
yoksa krallar mı taşıdı kayaları?

Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim kurmuş Babil’ i her seferinde?
Altın şehir Lima’ nın, hangi evinde otururmuş acaba
yapı işçileri?

Nereye gittiler dersin Çin Seddi’ nin bittiği gece,
duvarcılar?

Yüce Roma’ da zafer anıtı ne kadar çok!
Kimlerdir acaba bu anıtları diken?
Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?

Dillere destan olmuş koca Bizans’ ta,
yok muydu saraylardan başka oturacak yer?

Atlantis’ te, o masallar diyarında bile,
boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istemişler,
kölelerinden.

Genç İskender Hindistan’ ı zaptetti!
Bir başına mı?

Sezar, Galyalıları yendi!
E bir aşçı olsun yok muydu yanında?

İspanyalı Filip ağlamış derler batınca tekmil filosu,
ondan başkası ağlamadı mı acaba?

Kitapların her sayfasında bir zafer.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her 10 yılda bir büyük adam.
Ödeyen kim faturayı?

İşte bir sürü olay sana.
Ve bir sürü soru.

Bertolt Brecht





Yedi kapılı Thebai şehrini kuran kim?
Kitaplar yalnız, kralların adını yazıyor,
yoksa krallar mı taşıdı kayaları?

Karl Marx, Das Kapital’de “emeğin daha geniş ölçüde toplumsallaşmasıyla artık mülksüzleştirilecek olan kimse, kendi hesabına çalışan emekçi değil, birçok emekçiyi sömüren kapitalisttir. Bu dönüşüm sürecinin bütün avantajlarını sömüren ve tekellerine alan büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte; sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar.” Yaklaşımıyla Bertolt Brecht’ın Okumuş Bir İşçi Soruyor şiirine destekleyici bir yöntembilim (logos) üretmiştir. Diyalektik materyalizmin de ele aldığı, anlam yıkarak anlam kazandırma yöntemi; artışın azalışlara ve azalışların da artışlara anlam getirdiğinin açık bir kanıtıdır.

Bir de Babil varmış boyuna yıkılan,
kim kurmuş Babil’ i her seferinde?
Altın şehir Lima’ nın, hangi evinde otururmuş acaba
yapı işçileri?

Sadece materyallerin ya da olguların değil, emeğin manevi boyutunun da bu bağlamda aynı teoride gerçekleştiğini söyleyebiliriz Bertolt Brecht’ın yazdığı ilk mısralarda. Antik Mısır mitolojisine arka plan hazırlayan Thebai şehrini kuran Firavun Akhanet’in binlerce yıllık emeği başlatmasına sebep olduğu, işçilerin çalışarak öldüğü bir düzende, sadece kralların adını duyarız. Oysa Brecht’in dediği gibi, Antik Mısır’da kayaları krallar mı taşımıştır? Yıpranma payı biçilen makineler gibi; sanayi devriminin çok öncesinde, teorik olarak emek-yoğun metodun bizzat içinde olan işçiler; anlamlarını bireyselliklerini yitirerek yıkarlar oysa. İnsanın makineleşmesi, tarihin en eski sayfalarında başlar ve insan olarak bilinenler, ismi geçen krallar, tiranlar ve firavunlardır. Tarihe tanıklık eden, etimolojiye anlam katan pek çok kavramı oluşturan, varlığın düşünsel boyutuna erişmemize sağlayan; şüphesiz ki şiirde geçen taş işçileridir. Taş işçilerinin inşa ettiği şehrin her kapısı, baştan başa bir diyalektik doğurur ve şiir de böyle ortaya çıkar: İsmini bilmediğimiz işçiler sayesinde bildiğimiz krallar, şehirler ve kapılar…

Jean Jacques Rousseau; ilk modern insanı, bir toprak parçasının etrafın çitle çevirip “burası bana ait!” diyerek kendine inandıran ahmakları bulan insan olarak adlandırmıştır. Modernizmle varoluş arasındaki ilişkisi de bu noktada başlar ve yöneten – yönetilen ayrımı, sosyal bilimlerin getirdiği köleci toplumun yansımasını olumlar. Efendi – köle diyalektiğinin de yöneten ve yönetilenin aynı insan olduğuna ikna olduğumuz modernizm ya da ayınlanma çağı, skolastik düşünce yapısı temelli feodal üretimin ilişkilerini de, temelde değişmeyen stabil bir düzen üzerinden gösterir. II. Nabukadeznar’ın övgülerle yücelttiği, Kserkes’in yıktığı, heykellerinin altıla eritildiği, rüzgarın artık geriye hiçbir şey bırakmadığı Babil’in ihtişamı, her seferinde kuranlar da sözde tarihe tanıklık ederken; işçi sınıfında kimsenin hikayesini bilmeyiz. Babil’le ilgili minyatürler de, bu iki yüzlülüğün en büyük kanıtlarından biri olup; işçi sınıfını kralların varlığına sebep olan hücreler gibi gösterir ve insan bedeni; kendisini üreten hücrelerden münezzeh gösterir. Altın Şehir Lima – Kralların Şehri – işçilerin var ettiği; varlıklarını şehri inşa ederken yok ettikleri, kapitalizmin ileride onların canlı mezarlarını kazacağı bir anıttır. Çamurun ve toprağın bedenlerinde kan gibi dolaştığı, emeklerinin vücutlarını ürettiği işçiler ise o şehrin biblolarıdır artık ve nesnel sınıf konumlandırmalarının proloterleşme sürecini de başlatacaktır. Fakat işçi sınıfı, liderlerini değil; kendilerini var edecektir yok olmalarıyla. Babil’in Asma Bahçeleri, ihtişamı, büyüsü işçiler olmadan yaşayacaktır bugün, mücadeleleri ise yıllar sonra teoride üreyecektir sadece. Bilimselliğin bir parçası olan işçiler, Kral Şehrin’de bir kase temiz su bile içemezken tahayyül ederiz bunları; ideolojilerin iki yüzlülüğüne ve gerçeklerin hakikate dönüştüğü bir dünyada işçiler birer metadır ancak.

“Nereye gittiler dersin Çin Seddi’nin bittiği gece duvarcılar?”

Gündelik deneyimlerin öğrettikleriyle, varoluşun gerçek salt ideal bölümü olan üretmek imgesi ve başkalarının zihinde yer edinme çabasının boşluğuna düşmüştür insanlar pek çok defa. Başkalarının istek ve görüşlerine verdiğimiz değer ve bu görüş hakkındaki sürekli endişemiz neredeyse mantıklı tüm amaçları aşmıştır. Bir tür genel yaygınlığı olan ve doğuştan gelen bu özellik, her şeyden önce başkalarını gözetir düşüncesi tüm kaygıların önüne gelmiştir.

Hayatın içinde inşa edilen emek merdiveni, bu emeği nicelendirmek üzere insanların yaşamda sahip olduğu çeşitli meşguliyetlerini en iyisini seçmek için gözden geçirmek ve bu uğraşlara ilişkin, daha sonra bu emeğin içinde kaybolmak ve unutulmak; benimsenen yöntemlerin üzerinde kalmıştır. Emeğin sahiplerinin kayboluşları, emeğin değerini ortaya çıkarır son haddede. Çin seddinin bittiği gece duvarcılar kaybolsalar da, emekleri daimi bir puttur artık sermayedarlar, yönetenler ve daha fazla yönetmek isteyenler için. Kendi kendisinin putunu kuranlar, emek sayesinde oluşanın alt kırılımlarını görmeden; katmanlı bir şekilde inşa edilen eserin öz yıkımıdır. Descartes’in de belirttiği gibi Tanrı’dan gelen fikirlerimiz ve kavramlarımız ancak gerçeği çıkarırlar. Tanrıdan gelen emek de, gerçeği çıkarır ve gerçek bir Çin Seddidir; emeğin hakikatidir. İster uykuda olalım, ister uyanık bizi ikna edecek olan yalnızca aklımızın apaçıklığıdır. Güneşi açık görmemize rağmen, gördüğümüz büyüklükte olduğuna hükmetmemiz gibidir işçiler ve ışınları gibi giderler, geceyi bırakırlar kralların, firavunların, hakanların isimleriyle. Uyku halinde ancak Çin seddini görürken, uyanık halde akıl bize tüm yöneylemlerin çabasıyla gerçeği getirir ve giden işçilerin gölgeleri; uyanıkken canlanır gözümüzde. Verilen emeklerden alınan vergiler, bir yapının somut hali iken; somutu sağlayan soyutsallığın bütünsel parçasıdır o emek; ve nereye gittiklerinin de bir önemi yoktur. Akıl halinde her zaman işçiler var olacaklardır.

Yüce Roma’da zafer anıtı ne kadar çok!

Kimlerdir acaba bu anıtları diken?

Sezar kimleri yendi de kazandı bu zaferleri?

Dillere destan olmuş koca Bizans’ta,

Yok muydu saraylardan başka oturacak yer?

Roma’nın tarih boyunca, her yaptığı zafer için diktirdiği taklar imparatorların yengisi değil, ancak işçilerin yengisidir. Aynı savaşı kazanan askerlerin işçi olarak kullanıldığı Antik Roma, zaferleri proloteryadan ve askerden çalarak; devlet bürokrasisine yerleştirmiştir. Sezar’ın yendikleri “geldim, gördüm, fethettim” sözleriyle bireyselleştirilmiş ve nihayetinde, gerçek varlığı bir aldatmaca haline getirmiştir. Savaşın sahipleri de, zaferin sahipleri de o anıtların sahibidir keza. Soyluların etleri farklı ısılarda pişirerek davetlilere ikram ettiği, gladyatörlerin ölü beden ve kan fetişisti imparatorların eğlencesi haline geldiği, kaz tüyüyle kusup yemek yemeye devam eden bürokratların oturdukları o koskoca köşkler, bir gladyatörün kendisini koruması uğuruna verdiği amansız mücadelenin gölgesinde kalmak bir yana; gölgenin sahibi olmuştur. Roma Hukukunu, aklın varoluşsal araç çizgisinden çıkarıp; büyük bir depolama aracı yerine bir doktirin haline getirip tüm dünyayı eline alması da, arkada yatan pek çok adaletsizliğin sonucudur ve işçiler, köleler, açlıktan ve sıtmadan ölenler ise o zaferlerin gerçek sahipleridir. Bizans ve Roma imparatorlukları, büyük bir dilemmanın sonucudur. Saraylardan başka oturulacak yerler, kan kokusunun karıştığı sokaklardır işçiler ve köleler için; büyük saraylar bu sayede yürümüştür.

Atlantis’ te, o masallar diyarında bile,
boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı,
bağırıp imdat istemişler,
kölelerinden.

Atlantis, köle gemilerinden atılan hamile kadınların doğmamış çocuklarıyla kurulan bir su altı ülkesiyken; bugünün gerçek distopyalarının da eşiğidir ve yine altında yatan; emek ve işçiliktir. Kölelerin, sadece varlıklarından yararlandılığı, adeta M.Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü adlı eserindeki kuluçkaya yatırılan(!) kadınların ters bir yansımasıyla kurduğu bu ülkede; önemli olan Atlantis’de hüküm sürenlerdir(!) Oysa, su altı ülkesinin inşaasında bile “piç” olarak yansıtılan çocuk işçiler vardır. Boğulurken uluyan askerler ise, yine varlıklarını o ölü kölelere borçludurlar. Emeğin yöntembilimi, ütopya ve distopyaların dahi inşasıdır. Emekçiler ise, yine en alt safhadadırlar. İmdatlara ses veren köleler, tüm bir distopyanın hakimidir oysa. Efendi-Köle diyalektiği, hüküm sürmeye kalkan her coğrafyada (masal olsa bile) varlığını sürdürecektir.

Genç İskender Hindistan’ ı zaptetti!
Bir başına mı?

Sezar, Galyalıları yendi!
E bir aşçı olsun yok muydu yanında?

İspanyalı Filip ağlamış derler batınca tekmil filosu,
ondan başkası ağlamadı mı acaba?

İçinde oturduğumuz mekanı yeniden inşa etmeye başlamadan evvel, anlamını çoktan yitirdiği için öncelikle yıkmak gerekir. Yenilen Galyalılar, İspanyollar ve Hindistanlılar bugünkü varlıklarını uğradıkları yıkımla yeni bir edim kazanarak elde etmişlerdir şüphesiz. Mimarilerine girişirken malzeme ve mimarları tedarik etmek de zihinsel süreçlerin isyanıdır ve bu isyanın asıl sahipleri yine işçilerdir. Aklın yargılarda kararsız kalmamak üzere oluşturduğu düsturların tamamı da emek yoğun modelin, diyalektik boyutunu oluşturur. Emeğin öncelikle yıkılan anlamlarla anlam kazandırması, bir toplumu yoktan var eder adeta. Başka yapının resmini özenle çizmek yerine, bir zamanlar çizilmiş olanı tekrar resmetmek kaderin durduğu noktada onu tekrar hayata geçirmektir ve kutsal olan da budur. Tanrının insanlara çocukluğundan beri içlerinde yetiştirmelerini lütfettikleri karar mekanizması da, tüm bu edimlerin sonucudur. Azim ve hırsla kendilerini feda ederek yeniden inşa etmeye adanan ruhlar, gerçek bir savaşın asilzadesidir. Bu savaşın en asil tarafı da, işçilerin sırtlarında taşıdığı korkunç devasa taşlardır ve o taşlarla Sezarlar, Cortezler, İskenderler ayakta kalırlar.

Kitapların her sayfasında bir zafer.
Ama pişiren kim zafer aşını?
Her 10 yılda bir büyük adam.
Ödeyen kim faturayı?

İşte bir sürü olay sana.
Ve bir sürü soru.

Ulusların en kibirlileri zaferleri dilinden düşürmez ve büyük yapıtlarının ana dişlisidir zaferleri. Yeryüzünün hemen her yerinde zafer kazandığını düşleyenler ve zafer kazananlar, altlarında kendilerini seçilmişliğe götürenlerden ayrı değillerdir. Hayranlık duyulanın, hayranlık duyanın kendisi olduğu aşikar iken; zafer aşını pişirenler derin bir uykuda ancak bilinçaltlarında doymaktadırlar.

İktidarların başarısını kimin ödediğine gelince, onu büyüten, koruyup kollayan ve biat edenlerdir. Devletin ya da sistemin değil, halkın varoluşu itibariyle araçsallaştırılıp kadim anlamını yitirdiği bir düzende faturayı ödeyenler, elbette kendilerinden veren halklar olacaktır. Yalnızca ünü ve hükmetmeyi hak eden yoksunluk unsuruna sahip olsa da, kaynağı her zaman üremeye devam edecektir. Tüm iktidarlar, bir distopyadır ve Leviathan gibi yutarak yenilerini üretir büyümek için insanlarını. Büyük insanlar, büyük oldukları için değil; büyütüldükleri için büyürler ve faturayı ödetmek için küçültürler her zaman kendisini somutlaştıranları. Kendimizde yer almayan öteki, sahte bir ünle karşımıza çıkıp kızmış demirden mızraklarla hafifletecektir ve yansıyacaktır her zaman bizlere. Halkın ve coğrafyalara göre belli aralıklarda büyüyen korkunç canavarlar, beslenmek için yutacaktır da kendini var edeni. Var olmak için, kendi besin zincirini kurarak yok edecektir ve etmiştir de. Sadece gölgelerden oluşan ve itaat edip bidatlar yerine biatlara yönelenler de, fatura ödemeye devam edecektir. İktidarların beslenmesi için; kendi bedenini tek bir parça haline getirip yavaş yavaş kemiren toplumların sonu ise kendi kendini kemiren kurtlar kadar acıdır. Vahşi bir kurdun, ağzından çıkan salyalar ancak yeterli şefkati ve ilgiyi verebilir yaratıcısına. Yaratıcısından önce, kendi tadına bakacaktır artık dönüşümünü yok olarak tamamlayanlar ve yarın da fatura ödemeye devam edeceklerdir.

                                                                                                             

                                                                                                 BAHAR DENİZ & SEFA DEMİROCAK

 

 

 


2 Eylül 2020 Çarşamba

Before The Rain üzerine

Zaman-mekan kavramı ve insanın bu kavramın içerisinde nasıl şekil aldığı; dini ve bir çok olguda tartışma konusudur. Zaman kavramı mekanla birlikte ele alındığında belirginlik kazanır. Mekanla birlikte düşünülen zaman ise, sadece algı konusu olmakla kalmaz yanı sıra bilinç açısından gösterge haline gelir. Bilincin zaman ile ilişkisi mekan aracılığıyla sağlanır. Tarih algısı zaman, mekan ve bilinç ilişkisinin karmaşık bir sonucudur. Tarih, insanın geçmişi öğrenme arzusuyla sınırlı değildir. O, şimdiki zamanı ve geleceği de içine alan değer yüklü bir alandır. Bu nedenle ideolojiler ve dinler, tarihe ve insanın zaman kavramına yakın ilgi duymuşlardır. Bir kavramı ya da düşünceyi tanımanın yolu, onu oluşturan ögeleri açıkça ortaya koymaktan geçer. Bu bakımdan zaman ve tarih kavramını irdelerken öncelikle zaman kavramı ele alınmıştır hep. İnsan reel varlık alanında yaşayan reel bir varlıktır. Zaman ise reel varlık alanını belirleyen başka ilkelerden biridir. Reel varlıklar zamanın içinde yer alırlar, ortaya çıkış, gelişme ve çözülmeleri de zamana bağlı olarak gerçekleşir. Bu aşamada zaman kavramı iki açıdan ele alınabilir: İlki fizik zaman, ikincisi de antropolojik zaman. Fizik ya da fiziksel zaman, soyut ve belirsiz bir varoluş durumunu niteler ve tek boyutlu süreklilik ve akış olgusunu anlatır. Tek başına fizik zaman için başlangıç, son, yavaşlık ve hızlı oluş, yoğunluk ya da basitlikten söz edilemez. Antropolojik bir ilke olarak zaman kavramı, insanın içinde yaşadığı zamandır. Varoluşa değil de oluşa ait bir kavramdır ve aktif bir varlık olarak insanın yapıp etmelerinin başladığı, geliştiği, gerçekleştiği ve tüm bunların ölçüldüğü bir dayanak noktası olarak ele alınır. Aslında zamanın niteliği açısından bakıldığında iki türlü zaman bulunduğunu ileri sürmek doğru olmayacaktır. Sadece insan eylemlerinin içinde yer aldığı, gerçekleştiği ve ölçüldüğü bir kıstas olarak zamanın incelenmesi söz konusudur.

Varlığı nitelemek amacıyla kullanılan bir kategori olarak zamanın içi boş, ifadesiz, nötr bir alan olduğu ve bu niteliğiyle de daima mekan karşısında soyut bir varlık olarak kaldığı anlaşılmıştır. Zaman kendiliğinden taşıdığı özsel nedenden dolayı değil, mekanda gerçekleşen dikkat çekici bir olaydan dolayı önem kazanmıştır. Tüm insanlık için ya da belirli bir topluluk için önem taşıyan herhangi bir olaya tanıklığından dolayı bir gösterge haline gelmiştir. Zaman türdeş bir yapıdadır ve kendi tek tipliliği içinde her zamanki akışını sürdürür. Doğal olaylar ya da eylemler için gösterge oluşturacak nitelikte bir farklılık içermez. Varlık ise, farklılık için ihtiyaç duyduğu ögeleri zamandan değil, mekandan elde eder. Mekanda gerçekleşen bir olay, kendinden önceki ve sonraki süreçler için bir dayanak sistemi olur. İnsan, zaman ve mekan kavramlarını kullanmada mesnetsiz kurgulamalar  ve tesadüfü bulgular üzerinden ilerlemiştir. Bir yöntem, kavrama ne kadar sahici nüfuz edebiliyorsa ve birçok deneyimin ilkece icra edilme tarzını ne kadar kapsayıcı biçimde belirleyebiliyorsa bir o kadar da  psikolojik etmenlere yer vermiştir.  İnsanın zamanın içindeliği ve “tezahür” etme durumu; mekânsal birçok neden olarak, sosyo-ekonomik konumu, savaşlar, kültürel miraslar olarak gösterilmiştir. Salt tezahür etme yönelimi yani karışıklığı apaçık olmayan tarafı, Kant’a göre, “empirik görünün nesneleridir.’ yani kendini onda gösterenlerdir. Zaman ve mekan anlayışında insan, pozitif kılavuzluğuna sahip olamamıştır. Zamanın çember anlayışı içinde aynı noktada tekrar aynı kavramsal anlama ulaşmışlardır. Zamanın içinde varlık, ilintisini daha da genişletmek için, içinde olmak ifadesiyle, varlığına yeni manalar getirmek koşulunda birçok psikolojik katagorinin içinde yer almıştır. Bir şeyin içinde olup belirli bir uzanıma sahip olabilmek, varolmanın ilintisine ulaşabilmek için; hayat zamanın içindedir, zaman evrenin içinde sonsuz olandır, içinde karşılaşılan mevcut olmak kaygıları ise çemberin birleşmeyen ucudur diye tanımlamıştır.

İnsan zamanın içinde kendi ekseni etrafında birçok olguya yer vermiştir. Zamanın sürekliliği ve yaşam döngüsünde; birbirleriyle çok yönlü ilişkileri olan bütün ırklarla etkileşim içinde kalmıştır. Bu dengenin dinler açısından değerlendirilmesi; insanların nesnelere ve tabiat olaylarına kutsallık atfetmeleri, zamanın insan leyhine olan varlığına bakış açısı sağlamıştır. Bütün bu içkinlik durumu, zamanın bütünselliği içinde; insanın taraf olması ve zamana karşı yeni bir arayışa girdiği aşikardır. İnsanın kendini kuşatan çevreden etkilenmesi ve çevresini etkileyen bir varlık olmuştur. İnsanların etkileyiciliği alelade zaman anlayışı içinde belirli nitelikte değişikliklere yol açmıştır. İnsanın olduğu kadar her dinin belirli bir zaman ve çevre tasarımı vardır. İnsan ve onun yaşama amacı uğruna zamanı kullanma şekli dinlerin de konuları arasına girmiştir. Zamanın bütün unsurları insanın psikolojik kimliğini de etkilemiştir. Döngünün aynı olduğu zaman anlayışında insan kendini tekrar etmesiyle bilinir. Zaman ve insan arasında köprü olan din, toplumsal yaşamın olgularından birisi olmuştur. Din, insanların yaratılış amacına uygun olarak kendini sürekli geliştirmek ve olgunlaştırmak amacına ulaşmada bir kılavuz görevi görür. Bireysel olduğu kadar toplumsal yönü de olan bir yapıdır. İnsanın zamanı kullanmada en çok ihtiyaç duyduğu olgular din ve savaşlar olmuştur. Din ve toprak üzerinde yapılan bütün savaşların kazananı yine zaman olmuştur. Zamanın ölümsüzlüğü ve insan varlığının sürekli tekrarı birçok düşünür tarafından incelenmiştir. Birçok düşünceye göre din, bireyin tecrübesi olarak tanımlanır. Aşkınlık, kutsallık yönüne vurgu yapılarak toplumsal yanı göz ardı edilmiştir çoğu zaman. Birçok savaşta bir ideoloji olarak kullanılan din, amacı dışında zamanın içinde kalıp insana kılavuzluk etmekten dışarıda kalmıştır. İnsanlık tarihi kadar eskilere uzanan din, tarihin her döneminde bireyleri ve toplumları en az savaşlar kadar etkilemiştir. İnsanın var olduğu her yerde bir dine mensup insanlara rastlanmış ve dini olmayan bir toplum bugüne kadar görülmemiştir. Toplumların evrensel bir boyutu olarak karşımıza çıkan din, kültürün ilk basamaklarından başlayarak aile, kabile, boy ve millet gibi birliklerle hep yakın ilişki içerisinde olmuştur.

 Sanatın içine aldığı zaman kavramı; yapıtta dışa vurulan kişilik mi yoksa zamanın içkinliği mi soruların beraberinde getirir. Kendini ifade etme, kendini anlatma ve tanıtma arzusu sanatın güçlü bir içgüdüsüdür. Modern düşünürler arasında yanıtından belli miktarda kuşku duyulan sorudur bu. Dilsel analiz diye bilinen, geleneksel ampirizm anlayışının sanattaki versiyonu ve bunun savunucusu  sinemadır çoğunlukla. Duygusal etik teorisi ve duygu aktarımı önermeleri birçok sanat içeriği için yeni anlam sunma arzusunu beraberinde getirmiştir. Zaman ve mekansallığın iç içe girdiği salt sanat anlayışı; kanıtsal bir sunumdan çok analizi seyirciye bırakan bir anlayışa yönelmişlerdir. “İyi” sözcüğünün ahlaki merkezini oluşturan tek bir kavramı kapsadığını düşündüğümüzde, sözcüklerden çok fazla etkilenildiği ortadadır. Çok önemli fikirlerin taşıyıcısı olan “gerçek”, “cesur”, “özgür”, “içten” gibi daha az genel ahlakı içeren sözcükleri sanatın içinde etkileyici kavramlar olarak görürüz. Erdemin betimlenmesi, dinin insan üzerinde ve toplumda etkileri, güçlü bir toplumun ideolojisi olmalı mı, insanlar taraf olmalı mı, zaman ve insan ne kadar eşittir sorularının cevabını Milço Mançevski, 1994 yılında çektiği ve Makedonya’yı merkezine aldığı, Before The Rain filmini çekmiştir. Sözcükler, Yüzler ve Fotoğraflar adında üç bölümden oluşan filmin ana teması savaştır. Zamanı kaybettiğimiz, filmde de sürekli söylenen, “Zaman asla ölmez, çember yuvarlak değildir.” Sözlerini, zamanın iç içe geçtiği bütün sahnelerde anlıyoruz. İnsanların savaşta taraf olmalarını ve toplum içinde iç savaşa değinen yönetmen, savaşların bitmeyeceği yönünde düşüncesini iliklemiş. Sözcüklerle anlama ve aktarma dilini kullanan yönetmen, aynı adlı bölümle, göstergenin iki yönünü yani ses imgesi ve kavramsal bakma anlatısını anlamlandırmış. Üç ayrı epizotta, zaman olarak birbirinin içinde gibi olsa da aslında iki epizotta ayrı gibi görünür. Üçüncü epizotta İnarritu fimlerini getiriyor seyircinin gözüne, öyküler bağlanıyor birbirine. İlk başta yüzeyde aranılan anlam giderek derine iniyor.

 


SÖZCÜKLER

Kadın, erkek, Müslüman, Hristiyan, Arnavut, Makedon bütün bunları zamansızlığın içinde karşılaştırma olarak sunar yönetmen. Savaşın zıt taraflarını bir arada tutmanın yolunu Hristiyanlık inancında olan, “Sana vurana diğer yanağını çevir” anlayışıyla sunar. Evrensel sevgi ve barışı çemberine alan yönetmen, zamansızlık içinde birçok öğretiyi hedefine koyuyor. Din, toplumlara belli bir zihniyet kazandırma toplumsal kontrol, toplumu yeniden yapılandırma ve bütünleştirmeyi sağlama gibi bir takım temel toplumsal işlevi üstlenir. Dinin belirli işlevlerinden biri de insanlara belirli bir dünya görüşü kazandırmaktır. Dinin kendisine kazandırdığı zihniyet yapısıyla insanlar, dünya ve dünyevi olaylar karşısında nasıl bir eylem ve tutum içerisinde bulunacaklarını belirlerler. Böylece din, bir zihniyet ve ideoloji kazandırma işlevi görür. Dinin bir diğer işlevi ise toplumsal bütünleşmeye yaptığı önemli katkıdır. Toplumsal bütünleşmede din ve ona dayalı ahlak sistemi önemli yere sahiptir. Sözcükler bölümünde az diyalogla bu mesajı verir yönetmen. Hristiyanlık ve Müslümanlık anlayışlarına gönderme yapan yönetmen, Müslüman bir kız olan Zamira ve genç rahip adayı Kiril’i sevgide buluşturur. Kiril’in yanına gelerek, “Yağmur yağacak, sinekler ısırıyor”, İleriyi işaret ederek “Bak orada başladı bile” der Peder. Bu sözler aslında filmin son bölümü olan fotoğraflar bölümünde anlaşılacaktır. Zamanın kaybolduğu sözler bunlardır aslında. Bir çobanı öldürdüğü için aranan Zamira, Kiril’in odasına sığınır. Kilisede arama yapan çobanın kuzenlerine Peder; “Kana kan, dişe diş yok, diğer yanağınızı çevirin. Hepimiz kardeşiz, sevgi evrenseldir.” der. Müslümanlık ve Hristiyanlığın bu iki anlayışını, Savaş ve BARIŞ zıtlığında vurgulayan yönetmen, bu sahnede seyirciye birebir sesleniyor. Peder’in söylediği “Zaman asla ölmez, çember yuvarlak değildir.” Sözleri, çocukların odunlarla çizdiği bir çember ve ortasında bıraktıkları kaplumbağayı izlerken yine söylenir. Zamana vurgu yapan yönetmen, içgüdüsel savaş taraftarlığını çocuklar üzerinde veriyor. Zamira ve Kiril’i evrenin ortak dili olan sevgide yan yana getiren yönetmen, zaman içinde kaybolmayı veriyor son sahneyle. Kiril’i bir daha görmeyiz, son sahnede Zamira ailesi tarafında gözlerinin önünde ölmüştür.

 


Yüzler

Gerçeklikler düzeyinde savaş, salt mantıksal bir yapıya göre değil, fakat ihtimal hesaplarına ve siyasal toplumsal koşullara göre sürdürülen bir karşılıklı eylemler bütünlüğüdür. Savaş sırasında büyük boyutlara erişebilen korku ve kararsızlıklar; gerçekliğe nüfuz etmenin zorluğu, savaşın savunanları ve tarafları ve taraf olmak zorunda kalanları, modern hayatta etkileri taarruzun zayıflatıcı etkisine maruz kalmanın etkileri bütün bunları bu bölümde verir yönetmen. Londra’da geçer bu bölüm. Savaşı sadece fotoğraflardan bilen bir toplum. Savaş fotoğrafçısı olan Alex ve gazeteci Anne var sevginin ve savaşın odağında. Kendi içsel savaşları daha baskın aslında. Birinci bölümde Kiril, Zamira’ya fotoğrafçı bir abisinin olduğundan bahseder ama bunu filmin bütününde asla anlayamıyoruz. Zaman kavramını kaybettiğimiz bölümde zaman birbirine geçiyor. Birinci bölümde gördüğümüz kaplumbağa, Londra’da bir fanusun içinde. İnsanların, savaşın iki tarafını anlatırken yönetmenin verdiği en net mesajlardan birisi budur. Alex, Anne’i ikna etmeye çalışır Makedonya’ya  gelmesi için fakat Anne kabul etmez, Londra’ kalıp savaşta bir taraf tutması gerektiğini söyler. Alex, “Barış bir istisnadır, kural değil.” der. Savaşın bütün kötü yanlarını sadece fotoğraflarda göen Anne, kocasıyla çıktığı akşam yemeğinde bir çatışmanın ortasında kalır ve kocasını kaybeder. Fotoğraflarda olduğu gibidir kocasının yüzü ve Anne savaşı ilk defa yanı başında hisseder. Erdem, nedensiz, amaçsız, din ya da toplum tarafından emredilmeksizin ortaya çıkar bu bölümde.

 


FOTOĞRAFLAR

İnsani amaç, zamanın içinde insani tüm yönleri ile bir bütün olarak yetiştirme görevinden kaynaklanır. İnsan, hayatı yorumlamak ve yaşantısına bir anlam kazandırmak ihtiyacındadır. İnsanın bu duygusunun karşılanması, doyurulması ve geliştirilmesi gereklidir. Bu durumda zaman insanın içinde kaybolmuştur. İnsan ise çemberin dışında kalmıştır. Zamanı ve mekanı mutlak, apriorik bir konumlandırmaya tabi tutuyor bu bölümde yönetmen. Onları fetişleştirip soyutlaştırdığı gibi, gerçek yaşamın da dışına itmiş. Böylece sabitlenen ve tözsel bir içerime bürünen aman-mekan kavramsallaştırmaları toplumsaldan ayrışan yeni bir zaman ve mekan düşüncesinin kaldırım taşlarını döşemiş. Söz konusu epistemolojik duruşu, toplumsala rağmen yeni bir ontolojik duruşa getirmiş. Giddens, modern öncesi toplumlarda zaman ve mekanın birbirlerine bağlı olduğunu, zaman hesabının mekandan bağımsız olamayacağını söylemiştir. Zamanın niceleşmesinde perspeftifin keşfi dediğimiz bakışa sürükleyen yönetmen bu bölümle zaman algısını tamamen yok ediyor. Zaman ve mekan  bağını oparan yönetmen, kavramların içini boşaltıyor böylelikle. Zaman ve mekanın içinin boşaltılması ironik olarak iç içe geçmesi sürecine girmiş. Kendi vatanına dönen Alex, dönüşümün bir parçasıdır aslında. Birinci bölümde bir cenaze töreni görürüz, bu bölümde ölümüne götürür bizi. Alex’in elinde makinası yoktur ama eliyle çekiyormuş gibi yapar. Mesleği ve savaşın gerçek yüzü arasında sıkışan Alex bu döngünün asıl yüzüdür. Fotoğraf çekebilmek için bir mahkumun ölümüne şahit olan Alex, “Makinam birini öldürdü” der. Alex, eski sevgilisi Hana’nın yanına gittiğinde, Zamira’nın onun kızı olduğunu öğrenir. Zamira’yı arayan kişiler Alex’in kuzenleridir. Zaman başa dönmüştür burada; Zamira’yı kaçırırken Alex’i vurur kuzenleri. Zamira kiliseye doğru kaçar. Alex ölür ve yağmur başlar. Zamanın kaybettiğimiz nokta, Alex’in Anne’ye gönderdiği fotoğraflarda  Zamira’nın ölüm fotoğraflarının da olmasıdır. Zaman kaybedilir ama çember yuvarlak değildir. Kimse başlangıç noktasına ulaşamaz. Döngü aynıdır ve sürekli  tekrar eder. Her ne kadar film çember yuvarlak gösterse de sonuçlanmayan bir hesaplaşma ve devam eden savaşlarda yuvarlak olmadığını görürürüz. Bu bölümde sürekli kadraja giren ağaç ikinci bölümde biblo olarak çıkar karşımıza. Alex’in köyünde gezdiği sokaklar ve orada geçen sahneler, aynı yıl çekilen, Abbas Kiarüstemi’nin Hane-i Dost Kocast filmi ve üçlemenin ikinci filminde de vardır. Benzer sahneler taşıyan fimlerin, fikri merkezi savaş ve savaşın psikolojik etkileridir.

 


 

 

 

 

 

 

 

31 Ağustos 2020 Pazartesi

Dwaj Ludzie Z Szafa(İki Adam ve Bir Dolap) üzerine

Tarih boyunca insanlar statü, mülkiyet, iktidar gibi alanlar itibariyle toplum içinde eşitsiz konumlara dağılmışlardır. Bu farklılıkları veya eşitsizlikleri ifade etmek için ise çeşitli kavramlar kullanılmıştır. Bu kavramlar bazen sosyal bir tabakayı, bazen de sosyal bir sınıfı işaret eden nitelikler taşımıştır. Sınıf veya tabaka olsun, bu kavramların hepsi toplumdaki hiyerarşik konumların belirlenmesi için kullanılmıştır. Sınıf kavramı genelde tek başına, sosyal sınıfın yerine eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Kapitalizm çağının en önemli iki teorisyeni olan Adam Smith ve Karl Marx’ın düşünceleri ise kapitalizmle beraber dönüşüme uğrayan sınıfsal yapılar içerisinde tahlil edilmiştir. Marx’ın sınıf meselesine bakışı, onun uzlaşmaz bir çatışma olarak nitelendirdiği kapitalistler ve proletarya arasındaki mücadele yaklaşımı çerçevesinde ele alınmıştır. Marx klasik politik ekonominin eleştirisini yapan bir iktisatçı olarak, kendisinden önceki iktisatçılardan belirli noktalarda ayrılmıştır. Dolayısıyla sınıf sözcüğünün etimolojik kökenlerinden hareketle ve kendisine yüklenen anlamları itibariyle bir kavram olarak ortaya çıkışının 18. yüzyılın sonlarına doğru önce İngiltere’de, 19. yüzyılda ise Avrupa’daki diğer ülkelerde gerçekleştiği söylenebilir. Sınıf sözcüğü bu noktadan itibaren önceki anlamlarının aksine, başka anlamlar içermeye başlamış ve toplumsal ilişkiler üzerine düşünmenin bir aracı haline gelmiştir. Yani sosyoloji ve siyaset biliminin önemli bir unsuru olan sınıf, toplumsal olguları açıklamaya yönelik fikirler içerisinde bir kavram olarak gelişmeye ve dönüşmeye başlamıştır.

“Yazılı olmayan yasalar doğa yasalarıdır. İlk olarak, eğer istisnasız bütün uyrukları bağlayan ve yazılı olamayan veya insanların görebileceği bir yerde ilan edilmemiş olan bir yasa varsa, bu bir doğa ya da toplumun kendi içinde oluşturduğu sınıftır. Çünkü insanların, başka insanların söyledikleri temelinde değil, kendi akıl ve mantıklarına dayanarak yasa olarak bildikleri bir şey her insanın akıl ve mantığı için uygun olmalıdır; bu da ancak bir doğa yasası olabilir. Dolayısıyla, doğa yasaları için herhangi bir ilan veya duyuru gerekmez; herkesçe kabul edilen şu sözde olduğu gibi: Başkası tarafından sana yapılmasını uygun bulmadığın  bir şeyi sen de başkasına yapma.” Thomas Hobbes’in Levlathan’ında geçen bu cümleler, insanların kendi sınıfsal farklılıkları oluşturduğuna ve kapitalizmi teoriden çıkarıp pratiğe döktüğünü gösterir. Bireyin sosyal sorumlulukları ve toplum içinde kendisine yer edinme çabaları ve dışlanma minvalleri birçok filozofa yöntem üretme politikasını sağlamıştır. “Doğru akıl nerededir, eğitimsiz insanlar nasıl yanılıyor ve yanlış toplumlar oluşturuyorlar” düşüncesine de yer veren Hobbes, insanlar arasında bir fark gözetmeden kuramlarını oluşturmuştur. Başta toplumu yöneten devleti eleştirdiği ve toplumun en küçük üyesi bireyi akıl üzerinden ele alan Hobbes’ın çalışmaları birçok düşünüre yol göstermiştir.

“Şunu herkes bilir ki, yasama önemli bir iştir ama bir düzene oturmuş bir kent iyi çıkarılmış yasaların yürütülmesini beceriksiz yöneticilere bırakırsa, bu iyi yasalardan daha çok yararlanamayıp maskara olmaktan öte geçemezler.” Platon’un bu sözleri sistematik felsefe içine yerleştirilip birçok toplumsal ve sınıfsal incelemelerde ön söz olmuştur. Dolayısıyla öznel hareket noktalarından yola çıkarak, Platon’un “toplum görüşü”, “idea görüşü”, “metafizik görüşü de incelenmiştir. Platon’u bütünde anlamaya yönelen her araştırma aynı zamanda toplumun unsurlarına ve sınıfsal kökenlere de inmiştir. Bütün bu sınıfsal farklılıkları ve toplumun gözle görülen bütün yanlarına fikri merkezine alan Roman Polanski, 1958 yılında 15 dakikalık  Dwaj Ludzie Z Szafa(İki Adam ve BİR Dolap) filmini çekmiştir. Çektiği kısa filmle toplumun neredeyse bütününü içine alan Polanski, ekonomik, iş, kültürel anlamda bütün farklılıkları serimlemiş. “Alçakgönüllüğün başka bir çeşidi vardır ki kendini yüksekten görmekten gelir. Birçok şeylerde bilgisizliğimizi kabul ederiz, akıl erdiremediğimiz taraflar olduğunu edebimizle açığa vururuz. İsteriz ki bizi dürüst, namuslu bilsinler ve başka şeyleri bildiğimizi ileri sürdüğümüz zaman inansınlar bize. Anlaşılmaz şeyleri  topluma kabul ettirmede ki başarımızı ve bunu yaparken sınıfsal ayrımları gözeterek, duygu, düşünce ve eğilimleri görebilelim.” Monteıgne-Denemeler-İnsan Bilgisi bölümünde böyle söylemiştir. Polanski, bu sözleri filmin geneline olumlamış.




Siyah beyaz, diyalogsuz sadece müzikle ilerleyen bu sosyal deney diye de nitelendirebileceğimiz filmin baş kahramanları, proletarya diye adlandırdırılan alt sınıftan iki arkadaş ve denizde buldukları bir dolaptır. Birçok medeniyette yüzleşme, ölüm ve döngü anlamına gelen ayna filmin en detaylı imgesidir. İnsanın kendi silüetine ulaştığı detaydan çok fazlasıdır. Aynaya yansıttığı apartmanlar ve burjuva diye adlandırılan sınıfın görüntülerini görürüz zaman zaman. Toplumun görünmeyen tarafının aynası olmuş bir nevi Polanski. Salt sanat anlayışı ve imgenin gerçekliği üzerinden giden yönetmen, sanatta soru sorma ve estetik anlatım tarzını benimsemiş. Kuşkusuz bu sorunun, estetik boyutun sanatın kurucu ögesi olması ile doğrudan ilişkilidir.  Sanat ve sinemanın maruz kaldığı; sosyolojik incelemeden sorumlu olduğu ya da sanat alanının özgürlüklerine karşı kör bir bakış sunduğu yönündeki eleştirilere bir nevi cevap vermiş Polanski. İki arkadaş buldukları dolapla birlikte tramvaya binmek isterler ama izin vermezler. Aynı anda onlar sokaklarda şaşkın bakışlar altında aşağılanırken, birbiriyle sohbet edip gülen iki arkadaştan biri diğerinin cüzdanını çalar. Burada önyargı ve ahlak konularına değinen yönetmen, Platon’un; “kim iyi kim kötü ya da kim daha ahlaklı asla bilemeyiz.” Sözlerini anlatımlamış. Sokakta karşılaştıkları bir kadına dolabı hediye etmek isterler fakat o bakmaz bile. Onları dış görünüşüyle değerlendirip şaşkınlık içinde uzaklaşır. Asıl sınıfsal farklılığı ve burjuva göndermesini iki arkadaşın dolapla birlikte lokantaya girmek istedikleri sahnede verir yönetmen; içeride üst sınıf sayılabilecek insanlar vardır ve bakışlar dolaba değil iki arkadaşın kıyafetinedir. İçeride bir kadının köpeğiyle birlikte yemek yemesi ve bu iki arkadaşın dışarıya atılması, yönetmenin vermek istediği mesajdır. Platon’un devleti oluşturanlar üst sınıf olmalı ama onları yönetenler alt sınıf mesajına eleştirel bakan yönetmen, sınıfsal farklılığı üst perdeden veriyor. Denizde başlayan kısa hikaye yine denizde son bulur fakat bir sahnede gördüğümüz ayna üzerindeki balık bir diğer mesajdır; balık, bir çok medeniyette yeniden doğuşun ve evrensel sevginin işaretidir. Bazı medeniyetler ise tekrar eden döngüyü işaret eder. Yönetmen bu düzenin zeminde, sevgi ve ahlakla yetiştirilmiş bir toplumdan oluşacağının mesajını vermiş. Aklıyla hareket eden bir toplum düşleyen Polanski, kendi geçmişine bir gönderme yapmış filmle biraz da. Sanatta soru sorma yönelimine ve sanatın içine aldığı toplumsal sorunlara böylelikle 15 dakikada ulaşmış oluyoruz. Salt gerçeklik var, imge o gerçekliğin kendisi.

 


 

 

 

30 Ağustos 2020 Pazar

Melancholia üzerine

Toplumda var olan doğal düzenin insan davranışları üzerindeki etkileri yüzyıllardır tartışma konusu olmuştur. İnsan hayatı ve toplumsal yaşamı, ahlak ve yasa etiği çerçevesinde birçok araştırmaya yön vermiştir. İskoçya’lı filozof Adam Smith, insan ve toplum psikolojisini analiz ederken kişinin erdemli olmasının daha önemli olduğunu vurgulamıştır. 1759’da yazdığı AHLAKİ DUYGULAR KURAMI kitabında; toplumsal ve kişisel ahlak felsefesi üzerine önemli fikirler geliştirmiştir. Bireylerin bencil ve çıkar gözetme duygularının varlığını kabul etmiş ancak, bu bencilliklerin yarattığı toplumsal sonuçların olumlu olduğunu kabul ederek bireylerin eylemlerini etkileyen şeyin sadece bireyin çıkarı olmadığını, başkalarının da bu eylemlerden olumlu etkilendiğini düşünmüştür. Smith’ın  bu kuramlarına karşı görüş geliştiren filozoflar da fazlasıyla olmuştur. Birey ve toplumun ahlaki ve psikolojik değişimine, ekonomik, kültürel etkenlerle beraber savaşları da eklemişlerdir. Bireyin, ahlak ve psikolojik olarak gündelik yaşam akışında gerek ekonomik, gerek siyasi olarak birçok disiplin tartışma inceleme konusu olmuştur. Geliştirilen kuramlarda ahlak, felsefenin bir dalı olarak “etik” in bir konusu olmaktan ziyade insanlar arası ilişkilere ve davranışlara yön veren bir beşeri davranış kuralları seti olarak yerini almıştır. Etik, ahlak ve toplumsal yasalar çerçevesinde şekillenen tartışmaların giderek yoğun bir nitelik kazanmasını; dinamik, değişken, karmaşık bir hal alan, önceden öngörülemeyen veya hesaplanamayan toplumsal ilişkilerinden ve yaşantılarından soyutlayarak anlamak daha mümkün olmuştur. Karmaşıklaşan, çeşitlenen, bir yanıyla benzeşirken diğer yanıyla farklılaşan bir toplumsal yaşam dünyasında insanlar ve gruplar, ilişkilerine ve davranışlarına yön verecek, yaşam ilişkilerine nispeten de olsa bir uyum veya ahenk geliştirebilecek ahlaki ilkelere, rehberlere ve toplumsal düzenlemelere ihtiyaç duymuşlardır.

Düzenli düşünceler dizelerinden oluşan ahlaki ve zorunlu kurallar içerisinde gelişen toplumlar, belirli bir arzu ve amaçla düzene sokulduğu için daha sürekli olmuşlardır. Çünkü, arzulanan veya korkulan şeylerin bıraktığı izlenim güçlü ve süreklidir veya bir süre için yok olsa bile, çabuk geri döner. Arzudan, amaçlananın benzerini ürettiği görüldüğü zaman bir araç düşüncesi ortaya çıkar ve böylece insanın kedi gücü dahilindeki bir başlangıca varıncaya kadar devam eder. Varlığın zihninde gelişigüzel dolaşmasında bile, insan genellikle bunun istikametini ve bir düşüncenin bir başka düşünceye bağlılığını farkedebilir. İnsan kendi sınırları içinde arama yapacağı belirli bir yer bilir ve düşünceleri o yerin bütün kısımları üzerinde gezinir. Toplum baskısı, ekonomik nedenler, çoğu zaman iç ve dış savaşlar geçmişin yorumlanması durumunda geçmişin deneyimlenmesi ve varlığa aranan yeni bir sığınak, yeni bir kimlik arayışı getirir. Toplumun içinde yer edinme, yaşanılandan uzaklaşma, “ben olma” isteği ve toplumun yararına zihinsel diskurlar düzenleyerek yeni düşünceler zincirine ihtiyaç duyulur.  İnsanın toplum içinde yerini alması ve kendi varlığına olan anlamı çözebilmesinde her ne kadar ahlaki, siyasi ve ekonomik yalpalanmalar sebep gibi gösterilse de asıl yerleşimi demokrasi ve bulunduğu topluluğun yönetim şekli olmuştur. Demokrasi, diğer bütün rejimlerden daha çok toplumsal koşullardan etkilenmektedir ve daha fazla toplumsal koşullara bağımlıdır. Çünkü demokratik bir rejimden bahsedebilmemiz bir takım sosyal, ekonomik ve kültürel koşulların yerine gelmesini gerektirmektedir. Güçlü bir orta sınıf, kentsel ve seküler bir yaşam, yaygın/yüksek eğitim ve hoşgörü kültürü, demokratik bir rejimin belli başlı sosyo-ekonomik koşullarıdır. Bütün bu koşullar modern bireyi hayatın merkezine yerleştiren gelişmelerdir. Dolayısıyla demokrasi birey üzerinden gelişen, birey merkezli bir siyasal sistemin adıdır. Bireyin yetki ve alanları, seçmiş olduğu yaşam tarzı ve inancının sorgulandığı bir yönetimde, yeni bir kimlik arayışına girmiştir.

Sanat ve toplum arasındaki denge de en az bireyin sosyal yaşam diyalektiği kadar önemlidir. Bu tuhaf denge, bireyin ve dolayısıyla bütün toplumun estetik duyguların hitap edecek şekilde dengeli yürümesidir. Bu, tuhaf bir sempati ve empati etkisidir. Sanat, sosyolojik bulguların analizini yaparak bir ideal pratiği sunar. Sanatın içine aldığı toplumsal sorunların duyumsarlığı tek ve nihai amaç olarak tanımlanmakta, sanatsal yaratımı “dışsal” etkenlerle açıklayan girişimlerin sanata içkin biçimsel yapıyı daha etkin açıkladığı görülmektedir. Sanatın içinde olan birey ve toplum üstüne olan analizler, kapalı sistem bir düzenekten alıp daha gözle görülür bir düzeye çıkarmıştır toplumsal sorunları. Batı’da 17. Yüzyıldan itibaren giderek hız kazanan sanatın sekülerleşmesi ve kendine ait bir pazar oluşturma sürecini takiben, önce aydınlanmanın da etkisiyle estetik değerler dışında toplumsal etkileşim, iktidar yapısı, coğrafi özellikleri ekonomik yapı, sembolik formlar gibi dışsal olarak nitelendirilebilecek bir takım nedensellik kaynaklarına vurgu yapılmıştır. Sanatın ne olduğu ve toplumun sorunlarına nedenli uzandığı konusu ve cevabı; sanatın salt zaman ve mekana göre değişen bir nosyon olduğu ve sanatın varlığını içsel niteliklerden çok dışsal niteliklere borçlu olduğudur. Ontolojik bir sanat fikrine ya da sanatın “niteliğine” değinen yine toplumsal olaylardır. “Sanat gerçeklikle ayırt edilemez” yargısına ithafen geliştirilen toplumsal deneyler, temelde ontolojik bir sanat tanımının, yani biraz açarsak zaman ve mekan bağımından bağımsız olarak bir şeyi sanat kılanın ne olduğunu anlamaya çalışır. İmgelenmiş olanın ve imgenin alanını toplum olarak kurarız. Bir şekilde imgeyi bir şey haline, imgelenmiş olandan farklı bir varoluş düzlemine koyarız. İmgeyi bir şey olarak görme ya da “imgeleri şeylerle aynı düzene koyma” durumuna “içkinlik yanılsaması” diyoruz.

Sanatın görünmeyen ile ilişkisi ve konvansiyonel estetiğin unsurlarını, toplum ve ahlaki kurallarını bütün halinde eksenine alan; sanat ve karakteristik sinemanın öncülerinden Lav Diaz, 2008’de 8 saatlik Melancholia filmini çekmiştir. Birey, toplum, ahlak ve en önemlisi savaşın ardında kalanları işlediği filmini üç bölüm şeklinde izleriz. Birinci bölüm “Travma Terapisi” olarak adlandırılır. Soğuk bir savaş; kaybedilen arkadaşlar, eş ve ardında kalan üç karakter. Diaz, savaşın görünmeyen yanlarını, sanatın görünen yanlarına işlemiş. Bir seks işcisi, bir pezevenk ve bir rahibe. Bu üç karakter aslında toplumun bütünü. Birinci bölümde bu üç karakterin birbirini tanımadığını düşünüyoruz, asıl sanatı burada ortaya çıkarmış Diaz. Martin Heidegger’in sanat kavramına götürüyor bizi biraz da. Yani onun terimleriyle söylersek otantisitenin üzerine inşa edildiği ve medyum olarak kavrayabileceğimiz alan  ile sanat eserinin varlığı arasında imgeler konuşur. Kendilerine yeni bir hayat kuran bu üç karakter sessiz ama, ayrı hayatların monarkları. Kendi hayatı üzerinde despotik bir ağırlığı olan seks işçisi kadın bu yeni hayatına ve şehire alışmaya çalışır. Savaşın arkasında yeniden başlayan psikolojik  bir savaş söz konusudur. Kadraja giren rahibe sessiz sokaklarda sürekli dilenir ve ona yardım eden tek kişi seks işçisi kadındır. Toplumda ahlak kuralları dışında kalan hayatları ve dinin bir nevi aracısı olan bu kadını aslında toplumun bütününe iliklemiş yönetmen. Ötekileştirilen ve toplum olarak varlıkları asla kabul görmeyen karakterler; zamanla bu toplumun içinde yer bulmaya çalışır. "İnsanların en büyük, en şatafatlı  eylemlerinden biri olan savaşı, bizim hayvanlara olan üstünlüğümüzü göstermekte mi kullanacağız, yoksa tam tersine budalalığımızı, eksikliğimizi mi?” der MONTAİGNE-DENEMELER-SAVAŞ bölümünde. Diaz, bu sözü filmin geneline savaşın geride bıraktığı koşullara ve ölüm korkusuyla yüzleşmek üzerine kendi sanatı dokusunda serimlemiş. Aslında bütün medeniyetlerin kanlı davası olan bu ideolojilerin; birey üzerinde etkilerini ve toplumun meydana gelişinde etkilerini gösteriyor.

 


“Yaşanılan her koşulda özgürlük ve demokrasi olması gerekir.” Diaz daha çok film boyunca bunu sokar gözümüze. Karakterlerin tekrardan toplum içine karışabilme çabası, edindiği meslek ne olursa olsun herkes eşittir düşüncesine götürüyor. Sosyal deney niteliğinde çektiği film; 1961 yılında Paola Pasolini’nin çektiği ve bir pezevengin hayatını ele aldığı Accattone filmiyle benzerlikler taşıyor. Demokrasi ve bireyin özgür yaşamını daha yakında inceleyerek hala günümüzde bile bulunamayan bu normlara bir nevi sitem etmiş. Demokrasi, günümüzde her ne kadar çağdaş dünyanın alternatifsiz yönetim biçimi olarak kabul edilse de hala tam anlamıyla uygulayan medeniyet yok. Demokrasi, ideal olanı temsil etmese de Churchill’in ifade ettiği gibi “kötü yönleri en az olan yönetim biçimidir” demek mümkündür. Hukuk önünde eşitlik, sosyal ve siyasal alana özgü özgürlükler, ifade, din ve vicdan özgürlüğü, kazanma ve tüketme hakkı demokrasiyi diğer rejimlerden ayıran ve onu üstün kılan yanlarıdır. 

 Platon, sanat yapıtını deneyimimizdeki şeylerden çıkan imgeler olarak görmüştür. Ancak bu imgeler hakikatle bağı anlamında ikincil dereceden ve dolayımlıydı. Basitçe kolaydılar. Diaz, kendi sinemasında bunu doğrular nitelikte adeta. Gerçek hayatları imgesel olarak kadraja alıyormuş gibi hissediyoruz. Sürekli olarak yağan yağmur ve içinde hissettiğimiz boşluk hissi ve varoluş sancısı. Seks işçisi Alberta ve sürekli onunla yan yana gelmeye çalışan Julian’ın kaybolmuş hayatları. Rahibe karakteri üzerinden bolca Hristiyanlık göndermesi görürüz. Filmin bir sahnesinde rahibe bir seks partisine katılır ve buradan sonrası filmin başlangıcıdır aslında. Her şeyin bir paradokstan ibaret olduğunu anlıyoruz. Diaz mesajını hayali bir sanat eseri üzerinden gerçekçi bir dille yansıtmış hepsi bu. Sanat ve birçok savaştan sonra Hristiyanlığın insan hayatına bakışını, insana verdiği değeri ve dayatılmış normlarını açık bir dille eleştiriyor yönetmen. Hristiyanlık inancında toplumsal sorunları içine alan seküler düşüncenin köklü temelini atan aydınlanma hareketi; geleneksel dayanışma toplumunun değerlerini köklü bir dönüşüme uğratan sanayi devrimi; demokrasiyi gündeme getiren Fransız burjuva devrimi, modern bireyin yani insanlık tarihinin daha önce şahit olmadığı yeni bir insan tipinin teşekkül ettiği bir tarihsel evrim sürecini açıklar. Ve bu süreç batı dünyasının tarihsel gelişim sürecine özgü bir gelişimdir. Batı dünyasının dışında kalan toplumlar, Batı’nın yaşadığı bu uzun soluklu modernleşme hareketine kısa sürede ulaşmak için devlet eliyle toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeye çalıştılar. Birey ve toplumun bütünü neredeyse bu süreçte içsel savaşların kurbanı oldu. Bütün bunlara belgesel niteliğinde, deneysel bir filmle hedefine alıyor Diaz.

 


Filmin ikinci bölümünde geçmişe bir yolculuk görüyoruz. Karakterlerin geçmişinde yani savaştan önceki hayatını alıyor kadrajına yönetmen. Heidegger’a göre sanat yapıtı; “Verili bir zamanda bulunmakta olan belirli bir bütünlüğün yeniden üretimi olamaz; tam tersine sanat yapıtı şeyin genel olagelen-varolmasının yeniden üretimidir.” Bu şekilde görüldüğünde sanat yapıtı, gerçekliğin doğru bir temsili olduğu için değil, hakikat sanatın neden olduğu gizlenmişlik içerisinde ortaya çıktığı için güzeldir. Heideggerın sanat anlayışını benimseyen Diaz, tam anlamıyla bir zihin oryantasyonu yaptırıyor. Birinci bölümde seks işçisi olarak gördüğümüz Alberta bu bölümde bir okulda çalışıyor. Hem devlet anlayışı hem de toplumsal yapının izin vermediği bireysel yaşamın fazla gelişmemiş olduğu birinci bölüm aksine, demokrasinin varlığının bir sorunsal haline getirilmediği bir bölüm olmuş ikinci bölüm. Bireyin sivil toplum bağlamında demokrasi için taşıdığı önemi, bu bakımdan çalışan bireyi görüyoruz. Modern insanın ayırıcı özelliği sınırsız tüketici olma pozisyonudur. Bundan kaynaklı, insanın birey olarak düşünülmesini gerektiren modern ideolojinin; geleneklere göre insanın toplum içindeki yerini belirleyen bir zeminde varlık bulması zordur. İnsanın özgür bir varlık olması, emek gücü üzerinde iradesi ile tasarrufta bulunması ve maddi/manevi varlığını geliştirmesine bağlıdır. Bu bağlamda, modern toplum, ekonomik ilişkiler düzleminde insanın kendi emek gücü üzerinde tasarruf edebilme durumunu ifade eder. Yönetmen sosyal mesaj olarak yerleştiriyor böylece ikinci bölüme. Karakterlerin aile yapısını ve sosyal çevresini görüyoruz.

 


Filmin son bölümü yani başlangıç bölümü savaş başlangıcıdır aslında. Paranoya bir hayatın penceresinin aralandığı bölüm. “Küpün imgesi, küpün kendisidir.” Sözlerini benimseyen yönetmen, yine zihnin algılarını zorluyor. Sanat sosyolojisi alanının genel bir eğilimi sanat eserinin üzerindeki gizem perdesini söküp atmak ya da sanat eserini değer ya da ideolojiye indirgemek ise, çoğu sanat  tarihçisi de sosyolojiyi fazlasıyla genellemeci ve belirlenimci bulmakta ve tüm vurguyu sanat eserinin içsel niteliklerine yapmaktadır. “Toplumsal olgu” betimlemesi daha doğru olacaktır Diaz sanatı için. Salt sanatın toplumsal bir olgu olduğu gerçeğine ulaştırıyor bizi. Diğer toplumsal pratiklerin, yapıların ve kurumların sosyolojik analizleri genelleştirici olmuştur. Diaz daha sade bir dille zamansallık ve mekansallıktan uzak toplumun oluşumunda en öncü bireyden başlamış irdelemeye. Bütün medeniyetlerin en büyük ideolojik çıkarı olan savaştan başlayıp neredeyse toplumun bütün değerlerine dokunmuş. Bu kadar yalın bir dille, salt sanat anlayışıyla ulaştığı nokta toplumun geneli. “Savaşı ve toplumu anlatırken kendi sanatımı anlattım. İmge olarak gördükleriniz, gerçeğin kendisidir.” Böyle diyor Diaz kendi sineması için. Savaşın bütün yanlarını son bölümde görürüz. Çaresizliği, ölüme teslim olmayı tek bir sahnede verir. Film orada başlar. Çaresizlik içinde karakterin: “Vurun artık beni, öldürün!” demesi bölümün özetidir. Bütün ahlaki zayıflıklar, savaş, birey, toplum ve dışlanma hepsini bir potada eriten yönetmen, kendi sosyal deneyini yapmış adeta.

 


27 Ağustos 2020 Perşembe

Mindwalk(Zihin Yürüyüşü) üzerine

Gözleme, deneye ve hesaplamaya dayalı olan modern bilim ve insan arasında alternatif gelenekler gelişmiştir yüzyıllardır. Doğa yasalarının bazı insanların yararına manipüle edilebileceği varsayımı olan okültizm ve beraberinde birçok felsefecinin ortaya attığı seçenekler kuşkuculuğu getirmiştir. Modern bilim tarafında saf tutmuş düşünürlerin olduğu kadar, karşı tezler ve alternatif çözümler getiren filozoflar da olmuştur. Modern bilim ve doğacılık karşıtlığında, insanların geleceği üzerinde çıkarım yapan birçok bilim insanı ve filozof karşı karşıya gelmiştir. Aristotelesçi doğa felsefesi, fiziksel dünya hakkında olası soruların çoğuna yanıt üreten bütüncül, tutarlı ve güçlü bir sistem olmuştur. Sistemin çekirdeğini Aristotelesçilik oluştursa da Ptolemaios astronomisi ve Galenci tıp ile bütünleşmiş organizmacı doğa felsefesi de ilerlemiş, daha sonra modern bilim ve teknoloji çağıyla birlikte yerini makinalaşmaya bırakmıştır. Dercartes’ın desteklediği modern bilim, Aristoteles kaynaklı ve çeşitli skolastik filozoflarca biçimleri değiştirilmiş, kavram ve değerlerden bazıları engellenmiştir. Yeni bilim olgunlaşmaya başlamadan önce “felsefi bir ameliyatla” bu engeller ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. İnsanın iş gücüne etkisi ve kolektif düşünce bağının da araştırıldığı bu yeni bilim dönemi, doğadan uzaklaştıran bir sistematikle kapitalizmin kapılarını aralamıştır.

Modern felsefenin kurucularından Bacon'a göre, “İnsan, 'tabiat'ı anlar ve ona hükmeder. Bunu hem nesnelere hem zihne bakarak yapar. Anlamak hükmetmektir; bilgi güçtür; bilmek, yapmaktır. Güç ile eş anlamlı olan bilgiyi elde etmek için 'tabiat'ın kanunlarına uymak gerekir. Çünkü sebebin bilinmemesi, sonuçta insanı yanlış düşüncelere sürükleyebilir. Oysa spekülatif felsefede sebep olarak gösterilen şey, pratik bilimde kural olarak kullanılır. İnsan, 'tabiat' üzerinde bir şey yaparken, kendinden önce denenmiş vasıtaları kullanmazsa, delilik etmiş olur. İnsan, bilim yapmalıdır. Yani, 'tabiat'ı tanımalı, anlamalıdır. Ancak bu şekilde edindiği bilgilerden yararlanarak incelediği 'tabiat'a hakim olabilir, onu kontrol edebilir ve üzerinde etkide bulunarak birtakım değişiklikler yapabilir. İşte bu da bilime dayalı teknolojiye işaret etmektedir.” Her filozof kendi sistemi içinde, çağının ya da coğrafyasının bir problemini ortadan kaldırmak adına çözüm önerileri sunmuş ve bu önerilerin hayata geçmesini sağlayacak metotları belirlemiştir. Bu çerçevede bakıldığında Francis Bacon’ın kendi döneminde düşün insanları ve ardılları için oldukça dikkate değer fikirler ortaya koyduğu bir gerçektir. Bacon kendi toplumunun yaşadığı sıkıntıların çözümünü bilimde ve bilgide aramış; bulmakla kalmamış, bu konuda çalışması gereken her kesime yöntemsel davranış biçimleri sunmuştur. Tecrübeye dayalı öğrenmenin ve bilgi edinmenin, önce tek tek bireyler, ardından genel çerçevede toplumlar üzerinde olumlu ve sağlıklı bir davranış biçimi oluşturarak akli bir yaşama ve düşünme biçimi geliştirilmesi gerektiğinin altını çizen Bacon, karşısındaki Skolastisizm yandaşlarına karşı sağlam argümanlarla çıkabilen nadir isimlerden biridir. Bu çalışmada, özellikle günümüz insanın karşılaştığı ve aşmakta zorluklar çektiği zamane problemlerinin, Bacon ve onun ardından gelenlerin düşünceleri ve önerileriyle üstesinden gelinebileceği aktarılmaya çalışılmıştır. Bacon felsefesi kapitalizme kapı açan makinalaşmayı değil yani, Hobbes’in Levlathan’ı gibi bir canavarı değil, bilimsel çalışmalarla insanlığın önünü açacak bir sistem istemiştir aslında. Dercartes ve Bacon bu noktada ayrı düşmüşlerdir.

“İnsan yaratılışından kötüdür” diyen Hobbes, doğanın içinde, insanın sosyalleşme ve daha fazla elde etme arzusu kazanmıştır ideasını savunur. “İnsan insanın kurdudur, insan daima menfaati peşinde koşan bir varlıktır. Bu nedenle insan ve doğa arasında, her zaman savaş durumu mevcuttur. İnsanı bu tehlikeli savaşçı tabiatından uzaklaştırmak için ona sınırsız özgürlük vermemek gerekir. İnsanı insan yapan vasfı kötü olduğuna göre, onun şartsız bu özgürlüklerden fedakarlık edeceği bir idari sistemi geliştirmek lazımdır.” Bu sözleriyle insanı hedef alan Hobbes giderek doğadan yana bütün imkanları kapitalizme çeviren ve sosyal ayrımcılığı yaratan sistemi de eleştirmiştir. Doğa, insan, bilim, kapitalizm ve “Kolektif düşünce” bütün bunları merkezine alıp sanatına dokuyan Bernt Amsdeus Capra, 1990 yılında Mindwalk(Zihin Yürüyüşü) filmini çekmiştir. Bir yazar, bir bilim insanı ve bir politikacının dolambaçlı sohbetini izleriz. Zamanın bir güne sığdırıldığı filmde, insanın yüzyıllık değişimine ve sorunlarına ayna tutulmuş. Fritjof Capra’nın THE TURNİNG POİNT kitabından esinlenilen filmde,  Fritjof’un savunduğu “SİSTEM DÜŞÜNCESİ” konusuna değinilir daha çok. Dönüm noktası: bilim, toplum ve yükselen kültür olan kitabın içeriği saklanmadan serimlenmiş filmde. Zamanın başlıca sorunları altında yatan dinamikler, kanser, suç, kirlilik, nükleer enerji, enflasyon, enerji kıtlığı hepsi tartışma konusudur.

 


Bütünsel bir bilim ve ruh paradigması olan filmde; dünyanın dönüşüm ve değişimini, Liv Ulmann’ın hayat verdiği Sonya karakteri irdeler. Liv Ulmann’ı, İngmar Bergman filmleri dışında izlemek heyecanlandırdı açıkçası. Andrei Tarkovsky’nin 1979 yapımı Stalker(İz Sürücü) filminde; bilim ve özgür iradenin sonsuz çatışması irdelenmiştir. Bir yazar, bilim adamı ve iz sürücünün olduğu üç kişilik ekip “Bölge” adı verilen yere yolculuk yaparlar ve burada inceleme yaparlar. İnsan bilincine yapılan bir yolculuktur aslında. Hayali, imgesel olanı geride bırakıp ve salt olana gerçekliğe ve doğaya yönelmişlerdir. Stalker ve Mindwalk filminin benzer yanları fazlasıyla var. Stalker filminde geçen “Bölge”, Midwalk filminde eski bir manastır olarak ele alınmış. Stalker filminde geçen somut kavram, gerçeklik ve mutluluk üzerine geçen diyalog: “Müzede geçen antika bir çömleği düşünün. Zamanında yiyecek artıklarını saklamak için kullanılıyordu ama şimdi evrensel hayranlığın bir nesnesi. Özlü örüntüsü ve biricik biçimiyle herkes izliyor.” Mindwalk filminde; Manastır’da her yıl tekrar gömülen ölüler üzerinde verilir. İnsanlar buraya ziyarete gelir ve izlerler. İmgesel olanın mutlu kıldığı üzerine muazzam bir örneklendirmedir. Gerçekliğin önemli olmadığı, Stalker filminde; ilk halinde vazo, insanlar için bir hayranlık nesnesi, onları mutlu kılan bir araç iken, vazo aynı vazo olmasına rağmen gerçekliğinin ifşa edildiği imgeselin ortadan kalktığı durumda alelade bir vazodan başka bir şey değildir, kimsenin hayran olmadığı ilgiye değer bulmadığı bir vazodur. Keyif ölmüş yerini gerçeğin soğuk rutinliğine bırakmıştır.

 


Sistemsel düşünce ve makinalaşan insanlar üzerine fikirlerini beyan eden Sonia, başarısız bir Amerikan başkan adayı olan Jack ve filmin anlatıcısı şair Thomas filmin merkezinde. “Hepimiz ayrılmaz bir ilişkiler ağının parçasıyız.” Diyen Sonia, Descartes’ın mekanik görüşünün günümüz dünyası için ne kadar basit olduğundan bahseder. “Bilimsel teoriler gerçekliğin eksiksiz ve dört başı mamur bir tasvirini bize asla vermez. Onlar eşyanın gerçek mahiyetine yönelik tahminler olmaktan öteye gitmez. Bunu daha açık ortaya koyarsak, bilim adamları hakikatle haşır neşir olmaktan çok gerçekliğin sınırlı  ve tahmini tasvirleriyle uğraşırlar.” Capra’nın bu sözlerini, Sonia karakteri üzerinden verir yönetmen. Bir çeşit düşünsel yol hikayesi olan Capra’nın kitabı filme serimlenerek, kelebeğin kozadan çıkması niteliğinde olmuş. Fizik ile mistisizm arasındaki paralelliklerin günün birinde herkesin bildiği bir şey olacağını mutlak bir kesinlikle veriyor film. Doğu mistisizmi ile modern Batı bilimi arasında bir sentez vücuda getirme amacındaki Avusturya asıllı ABD’li fizikçi Fritjof Capra, modern bilimin bulguları ile Doğulu bilgelerin binlerce yıl önceki çalışmalarında zaman zaman bilim ile mistisizmin arasındaki mesafeyi bir zar seviyesine kadar indirmeyi başarıyor. Amacı, bu iki yarım küreyi tedahül ettirmek, birleştirmek değil; daha çok, her iki alanı insan ruhunun ve varoluşunun iki ontolojik temeli olarak ele alıp birini ihmal etmenin, sonuçta diğerinin tek başına anlamsız ve hatta insana ve çevreye zararlı hale getireceğini ortaya koymak. 

 Doğanın kendi içerisinde bir dönüşüme sahip olduğu, hayvanların tür ve özelliklerine göre belirli olan işlevlerini yürütmek için var olduğu kabul edildiği bilindiğine göre insana özgü olan düşünme yeteneğinin yanında insanı diğerlerinden farklı kılan önemli özelliklerden birisi de ilerleme yönünde gösterdiği istektir, arzudur. İnsanlar yaşadığımız dünyaya, her şeyin farklı ve daha iyi organize edildiği bir dünya düşünerek ve istediğimiz ilerlemeyi sağlama yönünde önemli bir çaba göstererek bakma yeteneğine sahip bulunmaktadır. Kişinin kendi görüş açısına bağlı olarak sadece daha iyi bir çalışma ortamı gibi sınırlı veya dünyada barışın olması gibi global büyüklükte bir arzusu olduğunda, dünyayı özel bir biçimde algılamaya götürecek kendi içinde tutarlı ussal yapılanmaların da bulunduğu, bir problemi ya da bir fırsatı anlayıp değerlendirerek bunların belli bir sona ulaştırılmasını sağlayacak bir araştırma sürecine gerek duymaktadır. Bu araştırma süreci yüzyıllar boyunca 16. yy da Avrupa’da kendini bulmaya başlayan, hipotezleri ortaya koyarak bunları kontrol eden ve yineleyen deneylerle test eden ve rasyonel araştırmanın temeli olan bilimsel araştırma yöntemidir. Bilimsel yöntemin, laboratuvarda iyi kontrol edilen koşulların dışındaki durumlarda bazı sınırlamalar içerdiği de kanıtlanmıştır. Bilimsel yöntem fiziksel dünyayı anlamakta son derecede başarılı olmasına karşılık, bir çok problemin sosyal içerikli ve karmaşık olması nedeniyle çok uygun olmadığı son yüzyıl içerisinde açıklık kazanmıştır. Kapalı bir fiziksel ortamda bulunmayan problemler de bir çok olay değişen ve karmaşık koşullar altında kalmıştır. Sistemsel düşünceyi beraberinde getiren bu çalışmalar, doğa ve insan arasında aşılmaz mekanik düşmanlığı da beraberinde getirmiştir. Francis Bacon’un YENİ ATLANTİS distopyasında yarattığı ve makinalarla ürettiği insanların tasviri tam olarak budur. Filmde; “ hiç kimse tek başına bir ada değildir. Herkes bir kıtanın bölümü, bütünün parçasıdır, işte bu yüzden hiç sorma çanların kimin için çaldığını, senin için çalıyor.”der şair siyasetçiye. Sistemsel düşüncenin parçası olan insanlar giderek makinalaşıp siyasetin ve kapitalizmin içine düşmüştür. Manastırın içinde bulunan eski dönemlere ait bir sistem üzerine konuşurlar: “Modern çağların başladığı zamanın öncesinden beri var, modern zamanın türünden farklı, bazen bu saatin, bu makinanın insanlığın doğa dünyasından ilk gerçek kopuşunu sağlayan nesne olduğunu düşünüyorum.” Diyaloğu yine Thomas Hobbes’ın Leviathan’ı ve Fritz Lang’ın Metropolis filmine atıftır.

 1940’lara kadar olan süreç makine çağı olarak adlandırılır ve bu döneme kadar insanlar dünyayı algılamada iki temel fikri benimsemiş durumdadır: indirgeme ve mekanizma’dır. İndirgeme fikrine göre her şey indirgenebilir, bileşenlerine ayrılabilir, daha fazla bölünemeyecek kadar en küçük parçalarına kadar ayrılabilir. Kimyadaki bileşenler, fizikteki atomlar, psikolojideki içgüdü, motive ve ihtiyaçlar örnek olarak verilebilir. Her konuda bir analitik düşünme şekli, araştırma ve anlama üzerine kurulu bir fikirdir. Bu düşünce sistemine göre yapılan analizde, konu seçimi, konuyu en küçük ve ayrılamayan parçalara ayırma, bu parçaların davranışlarını belirleme ve sonra da bu parçaları tekrar bir bütün olarak toplamaktan oluşur. Makine çağının diğer temel fikri olan mekanizma ise bütün olayların sebep-sonuç ilişkisiyle açıklanabileceğini savunmaktadır. Bir olay eğer diğeri için gerekli ve yeterli ise her zaman diğerinin sebebi olmaktadır. Bu durumda başka hiçbir sebebin, olayın sonucuna seçilen sebep kadar gerekli ve yeterli olmaması lazımdır. Bu araştırma fikri dış çevreden bağımsız olduğu için daha sonra kapalı sistem düşüncesine dönüşecektir. Bu dönemde bilim adamlarının (Copernic, Kepler, Bacon, Galileo ve Descartes v.d.) ortak inançları bilginin ölçülebilir, kesin, mutlak ve bölünebilir nesnelerin incelenmesi ve ölçülmesiyle elde edilebileceğidir. Bu durumda bilimin konusu madde ve egemen unsur da makine olmaktadır. Bilim, insan ve toplumu mekanik bir bakışla araştırarak telefon, elektrik, ilaç, araba, uçak gibi günümüzde kullanılan bir çok teknolojinin temellerinin atılıp üretilmesine neden olmuştur. Ayrıca bu mekanik bakış sadece doğa bilimlerini değil aynı zamanda tüm sosyal bilimleri de derinden etkilemiştir. “İnsanlar doğanın devasa bir saat olduğu fikrine kapıldılar, Dercartes dünyayı bir saat olarak gören görüşün başlıca mimarıydı, öyle bir mekanik görüş ki, bugün hala dünyanın büyük kısmına hükmediyor, bu düşünce kiliseyle de devrim niteliğinde bir ayrılık anlamına geliyordu. Dedi ki”Dünyanın nasıl işlediğini bana söylemesi için Papaya ihtiyacım yok. Bunu kendim de bulabilirim, çünkü bence dünya sadece bir makinadır.dedi ki “insan vücudunu bir makineden başka bir şeye benzetmem. Sağlıklı insan iyi yapılmış bir saate, hasta insan ise kötü yapılmış bir saate benzer.” Ve yanlışlık da burada. Her şeye uyarlandı. Sanata, politakaya,. Ama siz politikacıların kafasında saat mekanizması hala tik tak çalışıyor.” Sonia’nın bu sözleri makine çağı ve Dercartes ve Bacon’un makine insancıklarına göndermedir.

 

İnsanlar ve hayvanlar mekanik varlıklar olarak düşünülmekte ve insanları içeren problemler bu düşünceye göre çözüme kavuşturulmak istenmektedir. Örneğin, çevreyi kirleten fabrikaların kapatılarak yıkılması doğayı korumak adına yapılacak en doğru karar iken, beraberinde getireceği üretim kaybı, işsizlik, yıkım ile ortaya çıkacak kirlilik gibi unsurlar da göz ardı edilemeyecek kadar iç içe geçmiş karmaşık problemlerdir ve çözüm için nereden başlanacağı oldukça bulanıktır. Bu tür birbiriyle ilişkili problemler ağı Ackoff’un ifade ettiği gibi kargaşa olarak adlandırılmakta olup bu günümüzde modern dünyanın ele alarak endişelenmek durumunda olduğu önemli problemlerden bir tanesidir. İşte bu tür problemlerle başa çıkabilmek için başka bir araştırma yöntemi olan Sistem Düşüncesi’ne gereksinim duyulmaktadır. Bu çalışma, sistemsel düşünme yönteminin gereklilikten ziyade birçok bakımdan zorunluluk olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır. Çünkü olaylara yaklaşımda analitik bakış açısı yeterli olmamaktadır ve farklı bir açıdan yaklaşılması gerekmektedir. Sistem düşüncesi etkisinde kapitalizmin daha çok yayıldığını vurgulayan yönetmen, “Tıp zenginlere özel hale geliyor ve halk sağlığı yeteri kadar gelişmedi.” Sözlerini serimliyor. “sen hala onarılacak doğru parçayı arıyorsun.” diyen şair ve “her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu varsayalım, sen nereden başlamak istersin?” diyen siyasetçiye Sonia’nın cevabı: “Dünyayı görme biçimimizi değiştirerek başlarım.” Olur. Dünya için yeni bir vizyona ihtiyaç olduğunu ve kapitalist sistemin doğayı ve insanı tükettiğini savunan yönetmen, Aristoteles'ciler düşüncesine daha yakın durmuş. “Mekanik araçları, güç odaklı ataerkil insanların eline bırakıyoruz, silahlar hala üretiliyor ve yanlış insanların eline geçiyor.” Sözleri yine Stalker filmine göndermedir. Stalker filminde bölgede bir silah bulunur ve kendi aralarında tartışırlar; “ Bu silah, yanlış insanların eline geçebilir. Geçmemeli.”

 Buradan hareketle, sistem yaklaşımı tek başına yeni bir bilimsel disiplin olmaktan çok, belirli olayların, durumların ve gelişmelerin incelenmesinde kullanılan bir düşünce tarzı, bir metot, kapitalizme  bir yaklaşımdır. Böyle bir yaklaşımın amacı, yönetim olayının ve birimlerinin birbiri ile olan ilişkilerini ve bu ilişkilerin niteliğini incelemek, belirli bir birimdeki gelişmelerin diğer birimler üzerindeki etkilerini araştırmak; kısaca, yönetim olaylarını başka olaylarla ve dış çevre şartları ile ilişkili olarak incelemektir. Böyle bir yaklaşım tarzı, yönetim faaliyetlerinin temelini oluşturan koordinasyon için gerekli olan ve belirli yönetim olayları ile ilgili içsel ve dışsal (sistemin içinde ve dışında olan) faktörleri gösteren bir çerçeve sağlar. Makineleşme ve sistem düşüncesine başarılı bir atıf olmuş film.

 

KAYNAKÇALAR:

 

Thomas Hobbes- Levlathan

Francis Bacon-Yeni Atlantis

Fritjof Capra-The Turning Point