30 Ağustos 2020 Pazar

Melancholia üzerine

Toplumda var olan doğal düzenin insan davranışları üzerindeki etkileri yüzyıllardır tartışma konusu olmuştur. İnsan hayatı ve toplumsal yaşamı, ahlak ve yasa etiği çerçevesinde birçok araştırmaya yön vermiştir. İskoçya’lı filozof Adam Smith, insan ve toplum psikolojisini analiz ederken kişinin erdemli olmasının daha önemli olduğunu vurgulamıştır. 1759’da yazdığı AHLAKİ DUYGULAR KURAMI kitabında; toplumsal ve kişisel ahlak felsefesi üzerine önemli fikirler geliştirmiştir. Bireylerin bencil ve çıkar gözetme duygularının varlığını kabul etmiş ancak, bu bencilliklerin yarattığı toplumsal sonuçların olumlu olduğunu kabul ederek bireylerin eylemlerini etkileyen şeyin sadece bireyin çıkarı olmadığını, başkalarının da bu eylemlerden olumlu etkilendiğini düşünmüştür. Smith’ın  bu kuramlarına karşı görüş geliştiren filozoflar da fazlasıyla olmuştur. Birey ve toplumun ahlaki ve psikolojik değişimine, ekonomik, kültürel etkenlerle beraber savaşları da eklemişlerdir. Bireyin, ahlak ve psikolojik olarak gündelik yaşam akışında gerek ekonomik, gerek siyasi olarak birçok disiplin tartışma inceleme konusu olmuştur. Geliştirilen kuramlarda ahlak, felsefenin bir dalı olarak “etik” in bir konusu olmaktan ziyade insanlar arası ilişkilere ve davranışlara yön veren bir beşeri davranış kuralları seti olarak yerini almıştır. Etik, ahlak ve toplumsal yasalar çerçevesinde şekillenen tartışmaların giderek yoğun bir nitelik kazanmasını; dinamik, değişken, karmaşık bir hal alan, önceden öngörülemeyen veya hesaplanamayan toplumsal ilişkilerinden ve yaşantılarından soyutlayarak anlamak daha mümkün olmuştur. Karmaşıklaşan, çeşitlenen, bir yanıyla benzeşirken diğer yanıyla farklılaşan bir toplumsal yaşam dünyasında insanlar ve gruplar, ilişkilerine ve davranışlarına yön verecek, yaşam ilişkilerine nispeten de olsa bir uyum veya ahenk geliştirebilecek ahlaki ilkelere, rehberlere ve toplumsal düzenlemelere ihtiyaç duymuşlardır.

Düzenli düşünceler dizelerinden oluşan ahlaki ve zorunlu kurallar içerisinde gelişen toplumlar, belirli bir arzu ve amaçla düzene sokulduğu için daha sürekli olmuşlardır. Çünkü, arzulanan veya korkulan şeylerin bıraktığı izlenim güçlü ve süreklidir veya bir süre için yok olsa bile, çabuk geri döner. Arzudan, amaçlananın benzerini ürettiği görüldüğü zaman bir araç düşüncesi ortaya çıkar ve böylece insanın kedi gücü dahilindeki bir başlangıca varıncaya kadar devam eder. Varlığın zihninde gelişigüzel dolaşmasında bile, insan genellikle bunun istikametini ve bir düşüncenin bir başka düşünceye bağlılığını farkedebilir. İnsan kendi sınırları içinde arama yapacağı belirli bir yer bilir ve düşünceleri o yerin bütün kısımları üzerinde gezinir. Toplum baskısı, ekonomik nedenler, çoğu zaman iç ve dış savaşlar geçmişin yorumlanması durumunda geçmişin deneyimlenmesi ve varlığa aranan yeni bir sığınak, yeni bir kimlik arayışı getirir. Toplumun içinde yer edinme, yaşanılandan uzaklaşma, “ben olma” isteği ve toplumun yararına zihinsel diskurlar düzenleyerek yeni düşünceler zincirine ihtiyaç duyulur.  İnsanın toplum içinde yerini alması ve kendi varlığına olan anlamı çözebilmesinde her ne kadar ahlaki, siyasi ve ekonomik yalpalanmalar sebep gibi gösterilse de asıl yerleşimi demokrasi ve bulunduğu topluluğun yönetim şekli olmuştur. Demokrasi, diğer bütün rejimlerden daha çok toplumsal koşullardan etkilenmektedir ve daha fazla toplumsal koşullara bağımlıdır. Çünkü demokratik bir rejimden bahsedebilmemiz bir takım sosyal, ekonomik ve kültürel koşulların yerine gelmesini gerektirmektedir. Güçlü bir orta sınıf, kentsel ve seküler bir yaşam, yaygın/yüksek eğitim ve hoşgörü kültürü, demokratik bir rejimin belli başlı sosyo-ekonomik koşullarıdır. Bütün bu koşullar modern bireyi hayatın merkezine yerleştiren gelişmelerdir. Dolayısıyla demokrasi birey üzerinden gelişen, birey merkezli bir siyasal sistemin adıdır. Bireyin yetki ve alanları, seçmiş olduğu yaşam tarzı ve inancının sorgulandığı bir yönetimde, yeni bir kimlik arayışına girmiştir.

Sanat ve toplum arasındaki denge de en az bireyin sosyal yaşam diyalektiği kadar önemlidir. Bu tuhaf denge, bireyin ve dolayısıyla bütün toplumun estetik duyguların hitap edecek şekilde dengeli yürümesidir. Bu, tuhaf bir sempati ve empati etkisidir. Sanat, sosyolojik bulguların analizini yaparak bir ideal pratiği sunar. Sanatın içine aldığı toplumsal sorunların duyumsarlığı tek ve nihai amaç olarak tanımlanmakta, sanatsal yaratımı “dışsal” etkenlerle açıklayan girişimlerin sanata içkin biçimsel yapıyı daha etkin açıkladığı görülmektedir. Sanatın içinde olan birey ve toplum üstüne olan analizler, kapalı sistem bir düzenekten alıp daha gözle görülür bir düzeye çıkarmıştır toplumsal sorunları. Batı’da 17. Yüzyıldan itibaren giderek hız kazanan sanatın sekülerleşmesi ve kendine ait bir pazar oluşturma sürecini takiben, önce aydınlanmanın da etkisiyle estetik değerler dışında toplumsal etkileşim, iktidar yapısı, coğrafi özellikleri ekonomik yapı, sembolik formlar gibi dışsal olarak nitelendirilebilecek bir takım nedensellik kaynaklarına vurgu yapılmıştır. Sanatın ne olduğu ve toplumun sorunlarına nedenli uzandığı konusu ve cevabı; sanatın salt zaman ve mekana göre değişen bir nosyon olduğu ve sanatın varlığını içsel niteliklerden çok dışsal niteliklere borçlu olduğudur. Ontolojik bir sanat fikrine ya da sanatın “niteliğine” değinen yine toplumsal olaylardır. “Sanat gerçeklikle ayırt edilemez” yargısına ithafen geliştirilen toplumsal deneyler, temelde ontolojik bir sanat tanımının, yani biraz açarsak zaman ve mekan bağımından bağımsız olarak bir şeyi sanat kılanın ne olduğunu anlamaya çalışır. İmgelenmiş olanın ve imgenin alanını toplum olarak kurarız. Bir şekilde imgeyi bir şey haline, imgelenmiş olandan farklı bir varoluş düzlemine koyarız. İmgeyi bir şey olarak görme ya da “imgeleri şeylerle aynı düzene koyma” durumuna “içkinlik yanılsaması” diyoruz.

Sanatın görünmeyen ile ilişkisi ve konvansiyonel estetiğin unsurlarını, toplum ve ahlaki kurallarını bütün halinde eksenine alan; sanat ve karakteristik sinemanın öncülerinden Lav Diaz, 2008’de 8 saatlik Melancholia filmini çekmiştir. Birey, toplum, ahlak ve en önemlisi savaşın ardında kalanları işlediği filmini üç bölüm şeklinde izleriz. Birinci bölüm “Travma Terapisi” olarak adlandırılır. Soğuk bir savaş; kaybedilen arkadaşlar, eş ve ardında kalan üç karakter. Diaz, savaşın görünmeyen yanlarını, sanatın görünen yanlarına işlemiş. Bir seks işcisi, bir pezevenk ve bir rahibe. Bu üç karakter aslında toplumun bütünü. Birinci bölümde bu üç karakterin birbirini tanımadığını düşünüyoruz, asıl sanatı burada ortaya çıkarmış Diaz. Martin Heidegger’in sanat kavramına götürüyor bizi biraz da. Yani onun terimleriyle söylersek otantisitenin üzerine inşa edildiği ve medyum olarak kavrayabileceğimiz alan  ile sanat eserinin varlığı arasında imgeler konuşur. Kendilerine yeni bir hayat kuran bu üç karakter sessiz ama, ayrı hayatların monarkları. Kendi hayatı üzerinde despotik bir ağırlığı olan seks işçisi kadın bu yeni hayatına ve şehire alışmaya çalışır. Savaşın arkasında yeniden başlayan psikolojik  bir savaş söz konusudur. Kadraja giren rahibe sessiz sokaklarda sürekli dilenir ve ona yardım eden tek kişi seks işçisi kadındır. Toplumda ahlak kuralları dışında kalan hayatları ve dinin bir nevi aracısı olan bu kadını aslında toplumun bütününe iliklemiş yönetmen. Ötekileştirilen ve toplum olarak varlıkları asla kabul görmeyen karakterler; zamanla bu toplumun içinde yer bulmaya çalışır. "İnsanların en büyük, en şatafatlı  eylemlerinden biri olan savaşı, bizim hayvanlara olan üstünlüğümüzü göstermekte mi kullanacağız, yoksa tam tersine budalalığımızı, eksikliğimizi mi?” der MONTAİGNE-DENEMELER-SAVAŞ bölümünde. Diaz, bu sözü filmin geneline savaşın geride bıraktığı koşullara ve ölüm korkusuyla yüzleşmek üzerine kendi sanatı dokusunda serimlemiş. Aslında bütün medeniyetlerin kanlı davası olan bu ideolojilerin; birey üzerinde etkilerini ve toplumun meydana gelişinde etkilerini gösteriyor.

 


“Yaşanılan her koşulda özgürlük ve demokrasi olması gerekir.” Diaz daha çok film boyunca bunu sokar gözümüze. Karakterlerin tekrardan toplum içine karışabilme çabası, edindiği meslek ne olursa olsun herkes eşittir düşüncesine götürüyor. Sosyal deney niteliğinde çektiği film; 1961 yılında Paola Pasolini’nin çektiği ve bir pezevengin hayatını ele aldığı Accattone filmiyle benzerlikler taşıyor. Demokrasi ve bireyin özgür yaşamını daha yakında inceleyerek hala günümüzde bile bulunamayan bu normlara bir nevi sitem etmiş. Demokrasi, günümüzde her ne kadar çağdaş dünyanın alternatifsiz yönetim biçimi olarak kabul edilse de hala tam anlamıyla uygulayan medeniyet yok. Demokrasi, ideal olanı temsil etmese de Churchill’in ifade ettiği gibi “kötü yönleri en az olan yönetim biçimidir” demek mümkündür. Hukuk önünde eşitlik, sosyal ve siyasal alana özgü özgürlükler, ifade, din ve vicdan özgürlüğü, kazanma ve tüketme hakkı demokrasiyi diğer rejimlerden ayıran ve onu üstün kılan yanlarıdır. 

 Platon, sanat yapıtını deneyimimizdeki şeylerden çıkan imgeler olarak görmüştür. Ancak bu imgeler hakikatle bağı anlamında ikincil dereceden ve dolayımlıydı. Basitçe kolaydılar. Diaz, kendi sinemasında bunu doğrular nitelikte adeta. Gerçek hayatları imgesel olarak kadraja alıyormuş gibi hissediyoruz. Sürekli olarak yağan yağmur ve içinde hissettiğimiz boşluk hissi ve varoluş sancısı. Seks işçisi Alberta ve sürekli onunla yan yana gelmeye çalışan Julian’ın kaybolmuş hayatları. Rahibe karakteri üzerinden bolca Hristiyanlık göndermesi görürüz. Filmin bir sahnesinde rahibe bir seks partisine katılır ve buradan sonrası filmin başlangıcıdır aslında. Her şeyin bir paradokstan ibaret olduğunu anlıyoruz. Diaz mesajını hayali bir sanat eseri üzerinden gerçekçi bir dille yansıtmış hepsi bu. Sanat ve birçok savaştan sonra Hristiyanlığın insan hayatına bakışını, insana verdiği değeri ve dayatılmış normlarını açık bir dille eleştiriyor yönetmen. Hristiyanlık inancında toplumsal sorunları içine alan seküler düşüncenin köklü temelini atan aydınlanma hareketi; geleneksel dayanışma toplumunun değerlerini köklü bir dönüşüme uğratan sanayi devrimi; demokrasiyi gündeme getiren Fransız burjuva devrimi, modern bireyin yani insanlık tarihinin daha önce şahit olmadığı yeni bir insan tipinin teşekkül ettiği bir tarihsel evrim sürecini açıklar. Ve bu süreç batı dünyasının tarihsel gelişim sürecine özgü bir gelişimdir. Batı dünyasının dışında kalan toplumlar, Batı’nın yaşadığı bu uzun soluklu modernleşme hareketine kısa sürede ulaşmak için devlet eliyle toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeye çalıştılar. Birey ve toplumun bütünü neredeyse bu süreçte içsel savaşların kurbanı oldu. Bütün bunlara belgesel niteliğinde, deneysel bir filmle hedefine alıyor Diaz.

 


Filmin ikinci bölümünde geçmişe bir yolculuk görüyoruz. Karakterlerin geçmişinde yani savaştan önceki hayatını alıyor kadrajına yönetmen. Heidegger’a göre sanat yapıtı; “Verili bir zamanda bulunmakta olan belirli bir bütünlüğün yeniden üretimi olamaz; tam tersine sanat yapıtı şeyin genel olagelen-varolmasının yeniden üretimidir.” Bu şekilde görüldüğünde sanat yapıtı, gerçekliğin doğru bir temsili olduğu için değil, hakikat sanatın neden olduğu gizlenmişlik içerisinde ortaya çıktığı için güzeldir. Heideggerın sanat anlayışını benimseyen Diaz, tam anlamıyla bir zihin oryantasyonu yaptırıyor. Birinci bölümde seks işçisi olarak gördüğümüz Alberta bu bölümde bir okulda çalışıyor. Hem devlet anlayışı hem de toplumsal yapının izin vermediği bireysel yaşamın fazla gelişmemiş olduğu birinci bölüm aksine, demokrasinin varlığının bir sorunsal haline getirilmediği bir bölüm olmuş ikinci bölüm. Bireyin sivil toplum bağlamında demokrasi için taşıdığı önemi, bu bakımdan çalışan bireyi görüyoruz. Modern insanın ayırıcı özelliği sınırsız tüketici olma pozisyonudur. Bundan kaynaklı, insanın birey olarak düşünülmesini gerektiren modern ideolojinin; geleneklere göre insanın toplum içindeki yerini belirleyen bir zeminde varlık bulması zordur. İnsanın özgür bir varlık olması, emek gücü üzerinde iradesi ile tasarrufta bulunması ve maddi/manevi varlığını geliştirmesine bağlıdır. Bu bağlamda, modern toplum, ekonomik ilişkiler düzleminde insanın kendi emek gücü üzerinde tasarruf edebilme durumunu ifade eder. Yönetmen sosyal mesaj olarak yerleştiriyor böylece ikinci bölüme. Karakterlerin aile yapısını ve sosyal çevresini görüyoruz.

 


Filmin son bölümü yani başlangıç bölümü savaş başlangıcıdır aslında. Paranoya bir hayatın penceresinin aralandığı bölüm. “Küpün imgesi, küpün kendisidir.” Sözlerini benimseyen yönetmen, yine zihnin algılarını zorluyor. Sanat sosyolojisi alanının genel bir eğilimi sanat eserinin üzerindeki gizem perdesini söküp atmak ya da sanat eserini değer ya da ideolojiye indirgemek ise, çoğu sanat  tarihçisi de sosyolojiyi fazlasıyla genellemeci ve belirlenimci bulmakta ve tüm vurguyu sanat eserinin içsel niteliklerine yapmaktadır. “Toplumsal olgu” betimlemesi daha doğru olacaktır Diaz sanatı için. Salt sanatın toplumsal bir olgu olduğu gerçeğine ulaştırıyor bizi. Diğer toplumsal pratiklerin, yapıların ve kurumların sosyolojik analizleri genelleştirici olmuştur. Diaz daha sade bir dille zamansallık ve mekansallıktan uzak toplumun oluşumunda en öncü bireyden başlamış irdelemeye. Bütün medeniyetlerin en büyük ideolojik çıkarı olan savaştan başlayıp neredeyse toplumun bütün değerlerine dokunmuş. Bu kadar yalın bir dille, salt sanat anlayışıyla ulaştığı nokta toplumun geneli. “Savaşı ve toplumu anlatırken kendi sanatımı anlattım. İmge olarak gördükleriniz, gerçeğin kendisidir.” Böyle diyor Diaz kendi sineması için. Savaşın bütün yanlarını son bölümde görürüz. Çaresizliği, ölüme teslim olmayı tek bir sahnede verir. Film orada başlar. Çaresizlik içinde karakterin: “Vurun artık beni, öldürün!” demesi bölümün özetidir. Bütün ahlaki zayıflıklar, savaş, birey, toplum ve dışlanma hepsini bir potada eriten yönetmen, kendi sosyal deneyini yapmış adeta.

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder