27 Ağustos 2020 Perşembe

Mindwalk(Zihin Yürüyüşü) üzerine

Gözleme, deneye ve hesaplamaya dayalı olan modern bilim ve insan arasında alternatif gelenekler gelişmiştir yüzyıllardır. Doğa yasalarının bazı insanların yararına manipüle edilebileceği varsayımı olan okültizm ve beraberinde birçok felsefecinin ortaya attığı seçenekler kuşkuculuğu getirmiştir. Modern bilim tarafında saf tutmuş düşünürlerin olduğu kadar, karşı tezler ve alternatif çözümler getiren filozoflar da olmuştur. Modern bilim ve doğacılık karşıtlığında, insanların geleceği üzerinde çıkarım yapan birçok bilim insanı ve filozof karşı karşıya gelmiştir. Aristotelesçi doğa felsefesi, fiziksel dünya hakkında olası soruların çoğuna yanıt üreten bütüncül, tutarlı ve güçlü bir sistem olmuştur. Sistemin çekirdeğini Aristotelesçilik oluştursa da Ptolemaios astronomisi ve Galenci tıp ile bütünleşmiş organizmacı doğa felsefesi de ilerlemiş, daha sonra modern bilim ve teknoloji çağıyla birlikte yerini makinalaşmaya bırakmıştır. Dercartes’ın desteklediği modern bilim, Aristoteles kaynaklı ve çeşitli skolastik filozoflarca biçimleri değiştirilmiş, kavram ve değerlerden bazıları engellenmiştir. Yeni bilim olgunlaşmaya başlamadan önce “felsefi bir ameliyatla” bu engeller ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. İnsanın iş gücüne etkisi ve kolektif düşünce bağının da araştırıldığı bu yeni bilim dönemi, doğadan uzaklaştıran bir sistematikle kapitalizmin kapılarını aralamıştır.

Modern felsefenin kurucularından Bacon'a göre, “İnsan, 'tabiat'ı anlar ve ona hükmeder. Bunu hem nesnelere hem zihne bakarak yapar. Anlamak hükmetmektir; bilgi güçtür; bilmek, yapmaktır. Güç ile eş anlamlı olan bilgiyi elde etmek için 'tabiat'ın kanunlarına uymak gerekir. Çünkü sebebin bilinmemesi, sonuçta insanı yanlış düşüncelere sürükleyebilir. Oysa spekülatif felsefede sebep olarak gösterilen şey, pratik bilimde kural olarak kullanılır. İnsan, 'tabiat' üzerinde bir şey yaparken, kendinden önce denenmiş vasıtaları kullanmazsa, delilik etmiş olur. İnsan, bilim yapmalıdır. Yani, 'tabiat'ı tanımalı, anlamalıdır. Ancak bu şekilde edindiği bilgilerden yararlanarak incelediği 'tabiat'a hakim olabilir, onu kontrol edebilir ve üzerinde etkide bulunarak birtakım değişiklikler yapabilir. İşte bu da bilime dayalı teknolojiye işaret etmektedir.” Her filozof kendi sistemi içinde, çağının ya da coğrafyasının bir problemini ortadan kaldırmak adına çözüm önerileri sunmuş ve bu önerilerin hayata geçmesini sağlayacak metotları belirlemiştir. Bu çerçevede bakıldığında Francis Bacon’ın kendi döneminde düşün insanları ve ardılları için oldukça dikkate değer fikirler ortaya koyduğu bir gerçektir. Bacon kendi toplumunun yaşadığı sıkıntıların çözümünü bilimde ve bilgide aramış; bulmakla kalmamış, bu konuda çalışması gereken her kesime yöntemsel davranış biçimleri sunmuştur. Tecrübeye dayalı öğrenmenin ve bilgi edinmenin, önce tek tek bireyler, ardından genel çerçevede toplumlar üzerinde olumlu ve sağlıklı bir davranış biçimi oluşturarak akli bir yaşama ve düşünme biçimi geliştirilmesi gerektiğinin altını çizen Bacon, karşısındaki Skolastisizm yandaşlarına karşı sağlam argümanlarla çıkabilen nadir isimlerden biridir. Bu çalışmada, özellikle günümüz insanın karşılaştığı ve aşmakta zorluklar çektiği zamane problemlerinin, Bacon ve onun ardından gelenlerin düşünceleri ve önerileriyle üstesinden gelinebileceği aktarılmaya çalışılmıştır. Bacon felsefesi kapitalizme kapı açan makinalaşmayı değil yani, Hobbes’in Levlathan’ı gibi bir canavarı değil, bilimsel çalışmalarla insanlığın önünü açacak bir sistem istemiştir aslında. Dercartes ve Bacon bu noktada ayrı düşmüşlerdir.

“İnsan yaratılışından kötüdür” diyen Hobbes, doğanın içinde, insanın sosyalleşme ve daha fazla elde etme arzusu kazanmıştır ideasını savunur. “İnsan insanın kurdudur, insan daima menfaati peşinde koşan bir varlıktır. Bu nedenle insan ve doğa arasında, her zaman savaş durumu mevcuttur. İnsanı bu tehlikeli savaşçı tabiatından uzaklaştırmak için ona sınırsız özgürlük vermemek gerekir. İnsanı insan yapan vasfı kötü olduğuna göre, onun şartsız bu özgürlüklerden fedakarlık edeceği bir idari sistemi geliştirmek lazımdır.” Bu sözleriyle insanı hedef alan Hobbes giderek doğadan yana bütün imkanları kapitalizme çeviren ve sosyal ayrımcılığı yaratan sistemi de eleştirmiştir. Doğa, insan, bilim, kapitalizm ve “Kolektif düşünce” bütün bunları merkezine alıp sanatına dokuyan Bernt Amsdeus Capra, 1990 yılında Mindwalk(Zihin Yürüyüşü) filmini çekmiştir. Bir yazar, bir bilim insanı ve bir politikacının dolambaçlı sohbetini izleriz. Zamanın bir güne sığdırıldığı filmde, insanın yüzyıllık değişimine ve sorunlarına ayna tutulmuş. Fritjof Capra’nın THE TURNİNG POİNT kitabından esinlenilen filmde,  Fritjof’un savunduğu “SİSTEM DÜŞÜNCESİ” konusuna değinilir daha çok. Dönüm noktası: bilim, toplum ve yükselen kültür olan kitabın içeriği saklanmadan serimlenmiş filmde. Zamanın başlıca sorunları altında yatan dinamikler, kanser, suç, kirlilik, nükleer enerji, enflasyon, enerji kıtlığı hepsi tartışma konusudur.

 


Bütünsel bir bilim ve ruh paradigması olan filmde; dünyanın dönüşüm ve değişimini, Liv Ulmann’ın hayat verdiği Sonya karakteri irdeler. Liv Ulmann’ı, İngmar Bergman filmleri dışında izlemek heyecanlandırdı açıkçası. Andrei Tarkovsky’nin 1979 yapımı Stalker(İz Sürücü) filminde; bilim ve özgür iradenin sonsuz çatışması irdelenmiştir. Bir yazar, bilim adamı ve iz sürücünün olduğu üç kişilik ekip “Bölge” adı verilen yere yolculuk yaparlar ve burada inceleme yaparlar. İnsan bilincine yapılan bir yolculuktur aslında. Hayali, imgesel olanı geride bırakıp ve salt olana gerçekliğe ve doğaya yönelmişlerdir. Stalker ve Mindwalk filminin benzer yanları fazlasıyla var. Stalker filminde geçen “Bölge”, Midwalk filminde eski bir manastır olarak ele alınmış. Stalker filminde geçen somut kavram, gerçeklik ve mutluluk üzerine geçen diyalog: “Müzede geçen antika bir çömleği düşünün. Zamanında yiyecek artıklarını saklamak için kullanılıyordu ama şimdi evrensel hayranlığın bir nesnesi. Özlü örüntüsü ve biricik biçimiyle herkes izliyor.” Mindwalk filminde; Manastır’da her yıl tekrar gömülen ölüler üzerinde verilir. İnsanlar buraya ziyarete gelir ve izlerler. İmgesel olanın mutlu kıldığı üzerine muazzam bir örneklendirmedir. Gerçekliğin önemli olmadığı, Stalker filminde; ilk halinde vazo, insanlar için bir hayranlık nesnesi, onları mutlu kılan bir araç iken, vazo aynı vazo olmasına rağmen gerçekliğinin ifşa edildiği imgeselin ortadan kalktığı durumda alelade bir vazodan başka bir şey değildir, kimsenin hayran olmadığı ilgiye değer bulmadığı bir vazodur. Keyif ölmüş yerini gerçeğin soğuk rutinliğine bırakmıştır.

 


Sistemsel düşünce ve makinalaşan insanlar üzerine fikirlerini beyan eden Sonia, başarısız bir Amerikan başkan adayı olan Jack ve filmin anlatıcısı şair Thomas filmin merkezinde. “Hepimiz ayrılmaz bir ilişkiler ağının parçasıyız.” Diyen Sonia, Descartes’ın mekanik görüşünün günümüz dünyası için ne kadar basit olduğundan bahseder. “Bilimsel teoriler gerçekliğin eksiksiz ve dört başı mamur bir tasvirini bize asla vermez. Onlar eşyanın gerçek mahiyetine yönelik tahminler olmaktan öteye gitmez. Bunu daha açık ortaya koyarsak, bilim adamları hakikatle haşır neşir olmaktan çok gerçekliğin sınırlı  ve tahmini tasvirleriyle uğraşırlar.” Capra’nın bu sözlerini, Sonia karakteri üzerinden verir yönetmen. Bir çeşit düşünsel yol hikayesi olan Capra’nın kitabı filme serimlenerek, kelebeğin kozadan çıkması niteliğinde olmuş. Fizik ile mistisizm arasındaki paralelliklerin günün birinde herkesin bildiği bir şey olacağını mutlak bir kesinlikle veriyor film. Doğu mistisizmi ile modern Batı bilimi arasında bir sentez vücuda getirme amacındaki Avusturya asıllı ABD’li fizikçi Fritjof Capra, modern bilimin bulguları ile Doğulu bilgelerin binlerce yıl önceki çalışmalarında zaman zaman bilim ile mistisizmin arasındaki mesafeyi bir zar seviyesine kadar indirmeyi başarıyor. Amacı, bu iki yarım küreyi tedahül ettirmek, birleştirmek değil; daha çok, her iki alanı insan ruhunun ve varoluşunun iki ontolojik temeli olarak ele alıp birini ihmal etmenin, sonuçta diğerinin tek başına anlamsız ve hatta insana ve çevreye zararlı hale getireceğini ortaya koymak. 

 Doğanın kendi içerisinde bir dönüşüme sahip olduğu, hayvanların tür ve özelliklerine göre belirli olan işlevlerini yürütmek için var olduğu kabul edildiği bilindiğine göre insana özgü olan düşünme yeteneğinin yanında insanı diğerlerinden farklı kılan önemli özelliklerden birisi de ilerleme yönünde gösterdiği istektir, arzudur. İnsanlar yaşadığımız dünyaya, her şeyin farklı ve daha iyi organize edildiği bir dünya düşünerek ve istediğimiz ilerlemeyi sağlama yönünde önemli bir çaba göstererek bakma yeteneğine sahip bulunmaktadır. Kişinin kendi görüş açısına bağlı olarak sadece daha iyi bir çalışma ortamı gibi sınırlı veya dünyada barışın olması gibi global büyüklükte bir arzusu olduğunda, dünyayı özel bir biçimde algılamaya götürecek kendi içinde tutarlı ussal yapılanmaların da bulunduğu, bir problemi ya da bir fırsatı anlayıp değerlendirerek bunların belli bir sona ulaştırılmasını sağlayacak bir araştırma sürecine gerek duymaktadır. Bu araştırma süreci yüzyıllar boyunca 16. yy da Avrupa’da kendini bulmaya başlayan, hipotezleri ortaya koyarak bunları kontrol eden ve yineleyen deneylerle test eden ve rasyonel araştırmanın temeli olan bilimsel araştırma yöntemidir. Bilimsel yöntemin, laboratuvarda iyi kontrol edilen koşulların dışındaki durumlarda bazı sınırlamalar içerdiği de kanıtlanmıştır. Bilimsel yöntem fiziksel dünyayı anlamakta son derecede başarılı olmasına karşılık, bir çok problemin sosyal içerikli ve karmaşık olması nedeniyle çok uygun olmadığı son yüzyıl içerisinde açıklık kazanmıştır. Kapalı bir fiziksel ortamda bulunmayan problemler de bir çok olay değişen ve karmaşık koşullar altında kalmıştır. Sistemsel düşünceyi beraberinde getiren bu çalışmalar, doğa ve insan arasında aşılmaz mekanik düşmanlığı da beraberinde getirmiştir. Francis Bacon’un YENİ ATLANTİS distopyasında yarattığı ve makinalarla ürettiği insanların tasviri tam olarak budur. Filmde; “ hiç kimse tek başına bir ada değildir. Herkes bir kıtanın bölümü, bütünün parçasıdır, işte bu yüzden hiç sorma çanların kimin için çaldığını, senin için çalıyor.”der şair siyasetçiye. Sistemsel düşüncenin parçası olan insanlar giderek makinalaşıp siyasetin ve kapitalizmin içine düşmüştür. Manastırın içinde bulunan eski dönemlere ait bir sistem üzerine konuşurlar: “Modern çağların başladığı zamanın öncesinden beri var, modern zamanın türünden farklı, bazen bu saatin, bu makinanın insanlığın doğa dünyasından ilk gerçek kopuşunu sağlayan nesne olduğunu düşünüyorum.” Diyaloğu yine Thomas Hobbes’ın Leviathan’ı ve Fritz Lang’ın Metropolis filmine atıftır.

 1940’lara kadar olan süreç makine çağı olarak adlandırılır ve bu döneme kadar insanlar dünyayı algılamada iki temel fikri benimsemiş durumdadır: indirgeme ve mekanizma’dır. İndirgeme fikrine göre her şey indirgenebilir, bileşenlerine ayrılabilir, daha fazla bölünemeyecek kadar en küçük parçalarına kadar ayrılabilir. Kimyadaki bileşenler, fizikteki atomlar, psikolojideki içgüdü, motive ve ihtiyaçlar örnek olarak verilebilir. Her konuda bir analitik düşünme şekli, araştırma ve anlama üzerine kurulu bir fikirdir. Bu düşünce sistemine göre yapılan analizde, konu seçimi, konuyu en küçük ve ayrılamayan parçalara ayırma, bu parçaların davranışlarını belirleme ve sonra da bu parçaları tekrar bir bütün olarak toplamaktan oluşur. Makine çağının diğer temel fikri olan mekanizma ise bütün olayların sebep-sonuç ilişkisiyle açıklanabileceğini savunmaktadır. Bir olay eğer diğeri için gerekli ve yeterli ise her zaman diğerinin sebebi olmaktadır. Bu durumda başka hiçbir sebebin, olayın sonucuna seçilen sebep kadar gerekli ve yeterli olmaması lazımdır. Bu araştırma fikri dış çevreden bağımsız olduğu için daha sonra kapalı sistem düşüncesine dönüşecektir. Bu dönemde bilim adamlarının (Copernic, Kepler, Bacon, Galileo ve Descartes v.d.) ortak inançları bilginin ölçülebilir, kesin, mutlak ve bölünebilir nesnelerin incelenmesi ve ölçülmesiyle elde edilebileceğidir. Bu durumda bilimin konusu madde ve egemen unsur da makine olmaktadır. Bilim, insan ve toplumu mekanik bir bakışla araştırarak telefon, elektrik, ilaç, araba, uçak gibi günümüzde kullanılan bir çok teknolojinin temellerinin atılıp üretilmesine neden olmuştur. Ayrıca bu mekanik bakış sadece doğa bilimlerini değil aynı zamanda tüm sosyal bilimleri de derinden etkilemiştir. “İnsanlar doğanın devasa bir saat olduğu fikrine kapıldılar, Dercartes dünyayı bir saat olarak gören görüşün başlıca mimarıydı, öyle bir mekanik görüş ki, bugün hala dünyanın büyük kısmına hükmediyor, bu düşünce kiliseyle de devrim niteliğinde bir ayrılık anlamına geliyordu. Dedi ki”Dünyanın nasıl işlediğini bana söylemesi için Papaya ihtiyacım yok. Bunu kendim de bulabilirim, çünkü bence dünya sadece bir makinadır.dedi ki “insan vücudunu bir makineden başka bir şeye benzetmem. Sağlıklı insan iyi yapılmış bir saate, hasta insan ise kötü yapılmış bir saate benzer.” Ve yanlışlık da burada. Her şeye uyarlandı. Sanata, politakaya,. Ama siz politikacıların kafasında saat mekanizması hala tik tak çalışıyor.” Sonia’nın bu sözleri makine çağı ve Dercartes ve Bacon’un makine insancıklarına göndermedir.

 

İnsanlar ve hayvanlar mekanik varlıklar olarak düşünülmekte ve insanları içeren problemler bu düşünceye göre çözüme kavuşturulmak istenmektedir. Örneğin, çevreyi kirleten fabrikaların kapatılarak yıkılması doğayı korumak adına yapılacak en doğru karar iken, beraberinde getireceği üretim kaybı, işsizlik, yıkım ile ortaya çıkacak kirlilik gibi unsurlar da göz ardı edilemeyecek kadar iç içe geçmiş karmaşık problemlerdir ve çözüm için nereden başlanacağı oldukça bulanıktır. Bu tür birbiriyle ilişkili problemler ağı Ackoff’un ifade ettiği gibi kargaşa olarak adlandırılmakta olup bu günümüzde modern dünyanın ele alarak endişelenmek durumunda olduğu önemli problemlerden bir tanesidir. İşte bu tür problemlerle başa çıkabilmek için başka bir araştırma yöntemi olan Sistem Düşüncesi’ne gereksinim duyulmaktadır. Bu çalışma, sistemsel düşünme yönteminin gereklilikten ziyade birçok bakımdan zorunluluk olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır. Çünkü olaylara yaklaşımda analitik bakış açısı yeterli olmamaktadır ve farklı bir açıdan yaklaşılması gerekmektedir. Sistem düşüncesi etkisinde kapitalizmin daha çok yayıldığını vurgulayan yönetmen, “Tıp zenginlere özel hale geliyor ve halk sağlığı yeteri kadar gelişmedi.” Sözlerini serimliyor. “sen hala onarılacak doğru parçayı arıyorsun.” diyen şair ve “her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu varsayalım, sen nereden başlamak istersin?” diyen siyasetçiye Sonia’nın cevabı: “Dünyayı görme biçimimizi değiştirerek başlarım.” Olur. Dünya için yeni bir vizyona ihtiyaç olduğunu ve kapitalist sistemin doğayı ve insanı tükettiğini savunan yönetmen, Aristoteles'ciler düşüncesine daha yakın durmuş. “Mekanik araçları, güç odaklı ataerkil insanların eline bırakıyoruz, silahlar hala üretiliyor ve yanlış insanların eline geçiyor.” Sözleri yine Stalker filmine göndermedir. Stalker filminde bölgede bir silah bulunur ve kendi aralarında tartışırlar; “ Bu silah, yanlış insanların eline geçebilir. Geçmemeli.”

 Buradan hareketle, sistem yaklaşımı tek başına yeni bir bilimsel disiplin olmaktan çok, belirli olayların, durumların ve gelişmelerin incelenmesinde kullanılan bir düşünce tarzı, bir metot, kapitalizme  bir yaklaşımdır. Böyle bir yaklaşımın amacı, yönetim olayının ve birimlerinin birbiri ile olan ilişkilerini ve bu ilişkilerin niteliğini incelemek, belirli bir birimdeki gelişmelerin diğer birimler üzerindeki etkilerini araştırmak; kısaca, yönetim olaylarını başka olaylarla ve dış çevre şartları ile ilişkili olarak incelemektir. Böyle bir yaklaşım tarzı, yönetim faaliyetlerinin temelini oluşturan koordinasyon için gerekli olan ve belirli yönetim olayları ile ilgili içsel ve dışsal (sistemin içinde ve dışında olan) faktörleri gösteren bir çerçeve sağlar. Makineleşme ve sistem düşüncesine başarılı bir atıf olmuş film.

 

KAYNAKÇALAR:

 

Thomas Hobbes- Levlathan

Francis Bacon-Yeni Atlantis

Fritjof Capra-The Turning Point

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder