Gözleme, deneye ve hesaplamaya dayalı olan modern bilim
ve insan arasında alternatif gelenekler gelişmiştir yüzyıllardır. Doğa yasalarının
bazı insanların yararına manipüle edilebileceği varsayımı olan okültizm ve
beraberinde birçok felsefecinin ortaya attığı seçenekler kuşkuculuğu
getirmiştir. Modern bilim tarafında saf tutmuş düşünürlerin olduğu kadar, karşı
tezler ve alternatif çözümler getiren filozoflar da olmuştur. Modern bilim ve
doğacılık karşıtlığında, insanların geleceği üzerinde çıkarım yapan birçok
bilim insanı ve filozof karşı karşıya gelmiştir. Aristotelesçi doğa felsefesi,
fiziksel dünya hakkında olası soruların çoğuna yanıt üreten bütüncül, tutarlı
ve güçlü bir sistem olmuştur. Sistemin çekirdeğini Aristotelesçilik oluştursa
da Ptolemaios astronomisi ve Galenci tıp ile bütünleşmiş organizmacı doğa
felsefesi de ilerlemiş, daha sonra modern bilim ve teknoloji çağıyla birlikte
yerini makinalaşmaya bırakmıştır. Dercartes’ın desteklediği modern bilim, Aristoteles
kaynaklı ve çeşitli skolastik filozoflarca biçimleri değiştirilmiş, kavram ve
değerlerden bazıları engellenmiştir. Yeni bilim olgunlaşmaya başlamadan önce “felsefi
bir ameliyatla” bu engeller ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. İnsanın iş gücüne
etkisi ve kolektif düşünce bağının da araştırıldığı bu yeni bilim dönemi,
doğadan uzaklaştıran bir sistematikle kapitalizmin kapılarını aralamıştır.
Modern felsefenin kurucularından Bacon'a göre, “İnsan,
'tabiat'ı anlar ve ona hükmeder. Bunu hem nesnelere hem zihne bakarak yapar.
Anlamak hükmetmektir; bilgi güçtür; bilmek, yapmaktır. Güç ile eş anlamlı olan
bilgiyi elde etmek için 'tabiat'ın kanunlarına uymak gerekir. Çünkü sebebin
bilinmemesi, sonuçta insanı yanlış düşüncelere sürükleyebilir. Oysa spekülatif
felsefede sebep olarak gösterilen şey, pratik bilimde kural olarak kullanılır.
İnsan, 'tabiat' üzerinde bir şey yaparken, kendinden önce denenmiş vasıtaları
kullanmazsa, delilik etmiş olur. İnsan, bilim yapmalıdır. Yani, 'tabiat'ı
tanımalı, anlamalıdır. Ancak bu şekilde edindiği bilgilerden yararlanarak
incelediği 'tabiat'a hakim olabilir, onu kontrol edebilir ve üzerinde etkide
bulunarak birtakım değişiklikler yapabilir. İşte bu da bilime dayalı
teknolojiye işaret etmektedir.” Her filozof kendi sistemi içinde, çağının ya da
coğrafyasının bir problemini ortadan kaldırmak adına çözüm önerileri sunmuş ve
bu önerilerin hayata geçmesini sağlayacak metotları belirlemiştir. Bu çerçevede
bakıldığında Francis Bacon’ın kendi döneminde düşün insanları ve ardılları için
oldukça dikkate değer fikirler ortaya koyduğu bir gerçektir. Bacon kendi
toplumunun yaşadığı sıkıntıların çözümünü bilimde ve bilgide aramış; bulmakla
kalmamış, bu konuda çalışması gereken her kesime yöntemsel davranış biçimleri
sunmuştur. Tecrübeye dayalı öğrenmenin ve bilgi edinmenin, önce tek tek
bireyler, ardından genel çerçevede toplumlar üzerinde olumlu ve sağlıklı bir
davranış biçimi oluşturarak akli bir yaşama ve düşünme biçimi geliştirilmesi
gerektiğinin altını çizen Bacon, karşısındaki Skolastisizm yandaşlarına karşı
sağlam argümanlarla çıkabilen nadir isimlerden biridir. Bu çalışmada, özellikle
günümüz insanın karşılaştığı ve aşmakta zorluklar çektiği zamane
problemlerinin, Bacon ve onun ardından gelenlerin düşünceleri ve önerileriyle
üstesinden gelinebileceği aktarılmaya çalışılmıştır. Bacon felsefesi kapitalizme
kapı açan makinalaşmayı değil yani, Hobbes’in Levlathan’ı gibi bir canavarı
değil, bilimsel çalışmalarla insanlığın önünü açacak bir sistem istemiştir
aslında. Dercartes ve Bacon bu noktada ayrı düşmüşlerdir.
“İnsan yaratılışından kötüdür” diyen Hobbes, doğanın
içinde, insanın sosyalleşme ve daha fazla elde etme arzusu kazanmıştır ideasını
savunur. “İnsan insanın kurdudur, insan daima menfaati peşinde koşan bir
varlıktır. Bu nedenle insan ve doğa arasında, her zaman savaş durumu mevcuttur.
İnsanı bu tehlikeli savaşçı tabiatından uzaklaştırmak için ona sınırsız
özgürlük vermemek gerekir. İnsanı insan yapan vasfı kötü olduğuna göre, onun
şartsız bu özgürlüklerden fedakarlık edeceği bir idari sistemi geliştirmek
lazımdır.” Bu sözleriyle insanı hedef alan Hobbes giderek doğadan yana bütün
imkanları kapitalizme çeviren ve sosyal ayrımcılığı yaratan sistemi de eleştirmiştir.
Doğa, insan, bilim, kapitalizm ve “Kolektif düşünce” bütün bunları merkezine
alıp sanatına dokuyan Bernt Amsdeus Capra, 1990 yılında Mindwalk(Zihin Yürüyüşü)
filmini çekmiştir. Bir yazar, bir bilim insanı ve bir politikacının dolambaçlı
sohbetini izleriz. Zamanın bir güne sığdırıldığı filmde, insanın yüzyıllık
değişimine ve sorunlarına ayna tutulmuş. Fritjof Capra’nın THE TURNİNG POİNT
kitabından esinlenilen filmde, Fritjof’un
savunduğu “SİSTEM DÜŞÜNCESİ” konusuna değinilir daha çok. Dönüm noktası: bilim,
toplum ve yükselen kültür olan kitabın içeriği saklanmadan serimlenmiş filmde. Zamanın
başlıca sorunları altında yatan dinamikler, kanser, suç, kirlilik, nükleer
enerji, enflasyon, enerji kıtlığı hepsi tartışma konusudur.
Bütünsel bir bilim ve ruh paradigması olan filmde; dünyanın
dönüşüm ve değişimini, Liv Ulmann’ın hayat verdiği Sonya karakteri irdeler. Liv
Ulmann’ı, İngmar Bergman filmleri dışında izlemek heyecanlandırdı açıkçası. Andrei
Tarkovsky’nin 1979 yapımı Stalker(İz Sürücü) filminde; bilim ve özgür iradenin
sonsuz çatışması irdelenmiştir. Bir yazar, bilim adamı ve iz sürücünün olduğu
üç kişilik ekip “Bölge” adı verilen yere yolculuk yaparlar ve burada inceleme
yaparlar. İnsan bilincine yapılan bir yolculuktur aslında. Hayali, imgesel
olanı geride bırakıp ve salt olana gerçekliğe ve doğaya yönelmişlerdir. Stalker
ve Mindwalk filminin benzer yanları fazlasıyla var. Stalker filminde geçen “Bölge”,
Midwalk filminde eski bir manastır olarak ele alınmış. Stalker filminde geçen
somut kavram, gerçeklik ve mutluluk üzerine geçen diyalog: “Müzede geçen antika
bir çömleği düşünün. Zamanında yiyecek artıklarını saklamak için kullanılıyordu
ama şimdi evrensel hayranlığın bir nesnesi. Özlü örüntüsü ve biricik biçimiyle
herkes izliyor.” Mindwalk filminde; Manastır’da her yıl tekrar gömülen ölüler
üzerinde verilir. İnsanlar buraya ziyarete gelir ve izlerler. İmgesel olanın
mutlu kıldığı üzerine muazzam bir örneklendirmedir. Gerçekliğin önemli
olmadığı, Stalker filminde; ilk halinde vazo, insanlar için bir hayranlık
nesnesi, onları mutlu kılan bir araç iken, vazo aynı vazo olmasına rağmen
gerçekliğinin ifşa edildiği imgeselin ortadan kalktığı durumda alelade bir
vazodan başka bir şey değildir, kimsenin hayran olmadığı ilgiye değer bulmadığı
bir vazodur. Keyif ölmüş yerini gerçeğin soğuk rutinliğine bırakmıştır.
Sistemsel düşünce ve makinalaşan insanlar üzerine
fikirlerini beyan eden Sonia, başarısız bir Amerikan başkan adayı olan Jack ve
filmin anlatıcısı şair Thomas filmin merkezinde. “Hepimiz ayrılmaz bir
ilişkiler ağının parçasıyız.” Diyen Sonia, Descartes’ın mekanik görüşünün
günümüz dünyası için ne kadar basit olduğundan bahseder. “Bilimsel teoriler
gerçekliğin eksiksiz ve dört başı mamur bir tasvirini bize asla vermez. Onlar eşyanın
gerçek mahiyetine yönelik tahminler olmaktan öteye gitmez. Bunu daha açık
ortaya koyarsak, bilim adamları hakikatle haşır neşir olmaktan çok gerçekliğin
sınırlı ve tahmini tasvirleriyle
uğraşırlar.” Capra’nın bu sözlerini, Sonia karakteri üzerinden verir yönetmen.
Bir çeşit düşünsel yol hikayesi olan Capra’nın kitabı filme serimlenerek,
kelebeğin kozadan çıkması niteliğinde olmuş. Fizik ile mistisizm arasındaki
paralelliklerin günün birinde herkesin bildiği bir şey olacağını mutlak bir
kesinlikle veriyor film. Doğu mistisizmi ile modern Batı bilimi arasında bir
sentez vücuda getirme amacındaki Avusturya asıllı ABD’li fizikçi Fritjof Capra,
modern bilimin bulguları ile Doğulu bilgelerin binlerce yıl önceki çalışmalarında
zaman zaman bilim ile mistisizmin arasındaki mesafeyi bir zar seviyesine kadar
indirmeyi başarıyor. Amacı, bu iki yarım küreyi tedahül ettirmek, birleştirmek
değil; daha çok, her iki alanı insan ruhunun ve varoluşunun iki ontolojik
temeli olarak ele alıp birini ihmal etmenin, sonuçta diğerinin tek başına
anlamsız ve hatta insana ve çevreye zararlı hale getireceğini ortaya koymak.
Doğanın kendi içerisinde bir dönüşüme sahip olduğu,
hayvanların tür ve özelliklerine göre belirli olan işlevlerini yürütmek için
var olduğu kabul edildiği bilindiğine göre insana özgü olan düşünme yeteneğinin
yanında insanı diğerlerinden farklı kılan önemli özelliklerden birisi de
ilerleme yönünde gösterdiği istektir, arzudur. İnsanlar yaşadığımız dünyaya,
her şeyin farklı ve daha iyi organize edildiği bir dünya düşünerek ve
istediğimiz ilerlemeyi sağlama yönünde önemli bir çaba göstererek bakma
yeteneğine sahip bulunmaktadır. Kişinin kendi görüş açısına bağlı olarak sadece
daha iyi bir çalışma ortamı gibi sınırlı veya dünyada barışın olması gibi
global büyüklükte bir arzusu olduğunda, dünyayı özel bir biçimde algılamaya
götürecek kendi içinde tutarlı ussal yapılanmaların da bulunduğu, bir problemi
ya da bir fırsatı anlayıp değerlendirerek bunların belli bir sona
ulaştırılmasını sağlayacak bir araştırma sürecine gerek duymaktadır. Bu
araştırma süreci yüzyıllar boyunca 16. yy da Avrupa’da kendini bulmaya
başlayan, hipotezleri ortaya koyarak bunları kontrol eden ve yineleyen
deneylerle test eden ve rasyonel araştırmanın temeli olan bilimsel araştırma
yöntemidir. Bilimsel yöntemin, laboratuvarda iyi kontrol edilen koşulların dışındaki
durumlarda bazı sınırlamalar içerdiği de kanıtlanmıştır. Bilimsel yöntem
fiziksel dünyayı anlamakta son derecede başarılı olmasına karşılık, bir çok
problemin sosyal içerikli ve karmaşık olması nedeniyle çok uygun olmadığı son
yüzyıl içerisinde açıklık kazanmıştır. Kapalı bir fiziksel ortamda bulunmayan
problemler de bir çok olay değişen ve karmaşık koşullar altında kalmıştır. Sistemsel
düşünceyi beraberinde getiren bu çalışmalar, doğa ve insan arasında aşılmaz
mekanik düşmanlığı da beraberinde getirmiştir. Francis Bacon’un YENİ ATLANTİS distopyasında
yarattığı ve makinalarla ürettiği insanların tasviri tam olarak budur. Filmde; “
hiç kimse tek başına bir ada değildir. Herkes bir kıtanın bölümü, bütünün parçasıdır,
işte bu yüzden hiç sorma çanların kimin için çaldığını, senin için çalıyor.”der
şair siyasetçiye. Sistemsel düşüncenin parçası olan insanlar giderek makinalaşıp
siyasetin ve kapitalizmin içine düşmüştür. Manastırın içinde bulunan eski
dönemlere ait bir sistem üzerine konuşurlar: “Modern çağların başladığı zamanın
öncesinden beri var, modern zamanın türünden farklı, bazen bu saatin, bu
makinanın insanlığın doğa dünyasından ilk gerçek kopuşunu sağlayan nesne
olduğunu düşünüyorum.” Diyaloğu yine Thomas Hobbes’ın Leviathan’ı ve Fritz Lang’ın
Metropolis filmine atıftır.
1940’lara kadar olan süreç makine çağı olarak
adlandırılır ve bu döneme kadar insanlar dünyayı algılamada iki temel fikri
benimsemiş durumdadır: indirgeme ve mekanizma’dır. İndirgeme fikrine göre her
şey indirgenebilir, bileşenlerine ayrılabilir, daha fazla bölünemeyecek kadar
en küçük parçalarına kadar ayrılabilir. Kimyadaki bileşenler, fizikteki
atomlar, psikolojideki içgüdü, motive ve ihtiyaçlar örnek olarak verilebilir.
Her konuda bir analitik düşünme şekli, araştırma ve anlama üzerine kurulu bir
fikirdir. Bu düşünce sistemine göre yapılan analizde, konu seçimi, konuyu en
küçük ve ayrılamayan parçalara ayırma, bu parçaların davranışlarını belirleme
ve sonra da bu parçaları tekrar bir bütün olarak toplamaktan oluşur. Makine
çağının diğer temel fikri olan mekanizma ise bütün olayların sebep-sonuç
ilişkisiyle açıklanabileceğini savunmaktadır. Bir olay eğer diğeri için gerekli
ve yeterli ise her zaman diğerinin sebebi olmaktadır. Bu durumda başka hiçbir
sebebin, olayın sonucuna seçilen sebep kadar gerekli ve yeterli olmaması
lazımdır. Bu araştırma fikri dış çevreden bağımsız olduğu için daha sonra
kapalı sistem düşüncesine dönüşecektir. Bu dönemde bilim adamlarının (Copernic,
Kepler, Bacon, Galileo ve Descartes v.d.) ortak inançları bilginin ölçülebilir,
kesin, mutlak ve bölünebilir nesnelerin incelenmesi ve ölçülmesiyle elde
edilebileceğidir. Bu durumda bilimin konusu madde ve egemen unsur da makine
olmaktadır. Bilim, insan ve toplumu mekanik bir bakışla araştırarak telefon,
elektrik, ilaç, araba, uçak gibi günümüzde kullanılan bir çok teknolojinin
temellerinin atılıp üretilmesine neden olmuştur. Ayrıca bu mekanik bakış sadece
doğa bilimlerini değil aynı zamanda tüm sosyal bilimleri de derinden
etkilemiştir. “İnsanlar doğanın devasa bir saat olduğu fikrine kapıldılar, Dercartes
dünyayı bir saat olarak gören görüşün başlıca mimarıydı, öyle bir mekanik görüş
ki, bugün hala dünyanın büyük kısmına hükmediyor, bu düşünce kiliseyle de
devrim niteliğinde bir ayrılık anlamına geliyordu. Dedi ki”Dünyanın nasıl
işlediğini bana söylemesi için Papaya ihtiyacım yok. Bunu kendim de
bulabilirim, çünkü bence dünya sadece bir makinadır.dedi ki “insan vücudunu bir
makineden başka bir şeye benzetmem. Sağlıklı insan iyi yapılmış bir saate,
hasta insan ise kötü yapılmış bir saate benzer.” Ve yanlışlık da burada. Her şeye
uyarlandı. Sanata, politakaya,. Ama siz politikacıların kafasında saat
mekanizması hala tik tak çalışıyor.” Sonia’nın bu sözleri makine çağı ve
Dercartes ve Bacon’un makine insancıklarına göndermedir.
İnsanlar ve hayvanlar mekanik varlıklar olarak
düşünülmekte ve insanları içeren problemler bu düşünceye göre çözüme
kavuşturulmak istenmektedir. Örneğin, çevreyi kirleten fabrikaların kapatılarak
yıkılması doğayı korumak adına yapılacak en doğru karar iken, beraberinde
getireceği üretim kaybı, işsizlik, yıkım ile ortaya çıkacak kirlilik gibi
unsurlar da göz ardı edilemeyecek kadar iç içe geçmiş karmaşık problemlerdir ve
çözüm için nereden başlanacağı oldukça bulanıktır. Bu tür birbiriyle ilişkili
problemler ağı Ackoff’un ifade ettiği gibi kargaşa olarak adlandırılmakta olup
bu günümüzde modern dünyanın ele alarak endişelenmek durumunda olduğu önemli
problemlerden bir tanesidir. İşte bu tür problemlerle başa çıkabilmek için
başka bir araştırma yöntemi olan Sistem Düşüncesi’ne gereksinim duyulmaktadır.
Bu çalışma, sistemsel düşünme yönteminin gereklilikten ziyade birçok bakımdan
zorunluluk olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır. Çünkü olaylara yaklaşımda
analitik bakış açısı yeterli olmamaktadır ve farklı bir açıdan yaklaşılması
gerekmektedir. Sistem düşüncesi etkisinde kapitalizmin daha çok yayıldığını
vurgulayan yönetmen, “Tıp zenginlere özel hale geliyor ve halk sağlığı yeteri
kadar gelişmedi.” Sözlerini serimliyor. “sen hala onarılacak doğru parçayı
arıyorsun.” diyen şair ve “her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu varsayalım,
sen nereden başlamak istersin?” diyen siyasetçiye Sonia’nın cevabı: “Dünyayı
görme biçimimizi değiştirerek başlarım.” Olur. Dünya için yeni bir vizyona
ihtiyaç olduğunu ve kapitalist sistemin doğayı ve insanı tükettiğini savunan
yönetmen, Aristoteles'ciler düşüncesine daha yakın durmuş. “Mekanik araçları,
güç odaklı ataerkil insanların eline bırakıyoruz, silahlar hala üretiliyor ve
yanlış insanların eline geçiyor.” Sözleri yine Stalker filmine göndermedir.
Stalker filminde bölgede bir silah bulunur ve kendi aralarında tartışırlar; “ Bu
silah, yanlış insanların eline geçebilir. Geçmemeli.”
Buradan hareketle, sistem yaklaşımı tek başına yeni bir
bilimsel disiplin olmaktan çok, belirli olayların, durumların ve gelişmelerin
incelenmesinde kullanılan bir düşünce tarzı, bir metot, kapitalizme bir yaklaşımdır. Böyle bir yaklaşımın amacı,
yönetim olayının ve birimlerinin birbiri ile olan ilişkilerini ve bu
ilişkilerin niteliğini incelemek, belirli bir birimdeki gelişmelerin diğer
birimler üzerindeki etkilerini araştırmak; kısaca, yönetim olaylarını başka
olaylarla ve dış çevre şartları ile ilişkili olarak incelemektir. Böyle bir
yaklaşım tarzı, yönetim faaliyetlerinin temelini oluşturan koordinasyon için
gerekli olan ve belirli yönetim olayları ile ilgili içsel ve dışsal (sistemin
içinde ve dışında olan) faktörleri gösteren bir çerçeve sağlar. Makineleşme ve
sistem düşüncesine başarılı bir atıf olmuş film.
KAYNAKÇALAR:
Thomas Hobbes- Levlathan
Francis Bacon-Yeni Atlantis
Fritjof Capra-The Turning Point