31 Ağustos 2020 Pazartesi

Dwaj Ludzie Z Szafa(İki Adam ve Bir Dolap) üzerine

Tarih boyunca insanlar statü, mülkiyet, iktidar gibi alanlar itibariyle toplum içinde eşitsiz konumlara dağılmışlardır. Bu farklılıkları veya eşitsizlikleri ifade etmek için ise çeşitli kavramlar kullanılmıştır. Bu kavramlar bazen sosyal bir tabakayı, bazen de sosyal bir sınıfı işaret eden nitelikler taşımıştır. Sınıf veya tabaka olsun, bu kavramların hepsi toplumdaki hiyerarşik konumların belirlenmesi için kullanılmıştır. Sınıf kavramı genelde tek başına, sosyal sınıfın yerine eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Kapitalizm çağının en önemli iki teorisyeni olan Adam Smith ve Karl Marx’ın düşünceleri ise kapitalizmle beraber dönüşüme uğrayan sınıfsal yapılar içerisinde tahlil edilmiştir. Marx’ın sınıf meselesine bakışı, onun uzlaşmaz bir çatışma olarak nitelendirdiği kapitalistler ve proletarya arasındaki mücadele yaklaşımı çerçevesinde ele alınmıştır. Marx klasik politik ekonominin eleştirisini yapan bir iktisatçı olarak, kendisinden önceki iktisatçılardan belirli noktalarda ayrılmıştır. Dolayısıyla sınıf sözcüğünün etimolojik kökenlerinden hareketle ve kendisine yüklenen anlamları itibariyle bir kavram olarak ortaya çıkışının 18. yüzyılın sonlarına doğru önce İngiltere’de, 19. yüzyılda ise Avrupa’daki diğer ülkelerde gerçekleştiği söylenebilir. Sınıf sözcüğü bu noktadan itibaren önceki anlamlarının aksine, başka anlamlar içermeye başlamış ve toplumsal ilişkiler üzerine düşünmenin bir aracı haline gelmiştir. Yani sosyoloji ve siyaset biliminin önemli bir unsuru olan sınıf, toplumsal olguları açıklamaya yönelik fikirler içerisinde bir kavram olarak gelişmeye ve dönüşmeye başlamıştır.

“Yazılı olmayan yasalar doğa yasalarıdır. İlk olarak, eğer istisnasız bütün uyrukları bağlayan ve yazılı olamayan veya insanların görebileceği bir yerde ilan edilmemiş olan bir yasa varsa, bu bir doğa ya da toplumun kendi içinde oluşturduğu sınıftır. Çünkü insanların, başka insanların söyledikleri temelinde değil, kendi akıl ve mantıklarına dayanarak yasa olarak bildikleri bir şey her insanın akıl ve mantığı için uygun olmalıdır; bu da ancak bir doğa yasası olabilir. Dolayısıyla, doğa yasaları için herhangi bir ilan veya duyuru gerekmez; herkesçe kabul edilen şu sözde olduğu gibi: Başkası tarafından sana yapılmasını uygun bulmadığın  bir şeyi sen de başkasına yapma.” Thomas Hobbes’in Levlathan’ında geçen bu cümleler, insanların kendi sınıfsal farklılıkları oluşturduğuna ve kapitalizmi teoriden çıkarıp pratiğe döktüğünü gösterir. Bireyin sosyal sorumlulukları ve toplum içinde kendisine yer edinme çabaları ve dışlanma minvalleri birçok filozofa yöntem üretme politikasını sağlamıştır. “Doğru akıl nerededir, eğitimsiz insanlar nasıl yanılıyor ve yanlış toplumlar oluşturuyorlar” düşüncesine de yer veren Hobbes, insanlar arasında bir fark gözetmeden kuramlarını oluşturmuştur. Başta toplumu yöneten devleti eleştirdiği ve toplumun en küçük üyesi bireyi akıl üzerinden ele alan Hobbes’ın çalışmaları birçok düşünüre yol göstermiştir.

“Şunu herkes bilir ki, yasama önemli bir iştir ama bir düzene oturmuş bir kent iyi çıkarılmış yasaların yürütülmesini beceriksiz yöneticilere bırakırsa, bu iyi yasalardan daha çok yararlanamayıp maskara olmaktan öte geçemezler.” Platon’un bu sözleri sistematik felsefe içine yerleştirilip birçok toplumsal ve sınıfsal incelemelerde ön söz olmuştur. Dolayısıyla öznel hareket noktalarından yola çıkarak, Platon’un “toplum görüşü”, “idea görüşü”, “metafizik görüşü de incelenmiştir. Platon’u bütünde anlamaya yönelen her araştırma aynı zamanda toplumun unsurlarına ve sınıfsal kökenlere de inmiştir. Bütün bu sınıfsal farklılıkları ve toplumun gözle görülen bütün yanlarına fikri merkezine alan Roman Polanski, 1958 yılında 15 dakikalık  Dwaj Ludzie Z Szafa(İki Adam ve BİR Dolap) filmini çekmiştir. Çektiği kısa filmle toplumun neredeyse bütününü içine alan Polanski, ekonomik, iş, kültürel anlamda bütün farklılıkları serimlemiş. “Alçakgönüllüğün başka bir çeşidi vardır ki kendini yüksekten görmekten gelir. Birçok şeylerde bilgisizliğimizi kabul ederiz, akıl erdiremediğimiz taraflar olduğunu edebimizle açığa vururuz. İsteriz ki bizi dürüst, namuslu bilsinler ve başka şeyleri bildiğimizi ileri sürdüğümüz zaman inansınlar bize. Anlaşılmaz şeyleri  topluma kabul ettirmede ki başarımızı ve bunu yaparken sınıfsal ayrımları gözeterek, duygu, düşünce ve eğilimleri görebilelim.” Monteıgne-Denemeler-İnsan Bilgisi bölümünde böyle söylemiştir. Polanski, bu sözleri filmin geneline olumlamış.




Siyah beyaz, diyalogsuz sadece müzikle ilerleyen bu sosyal deney diye de nitelendirebileceğimiz filmin baş kahramanları, proletarya diye adlandırdırılan alt sınıftan iki arkadaş ve denizde buldukları bir dolaptır. Birçok medeniyette yüzleşme, ölüm ve döngü anlamına gelen ayna filmin en detaylı imgesidir. İnsanın kendi silüetine ulaştığı detaydan çok fazlasıdır. Aynaya yansıttığı apartmanlar ve burjuva diye adlandırılan sınıfın görüntülerini görürüz zaman zaman. Toplumun görünmeyen tarafının aynası olmuş bir nevi Polanski. Salt sanat anlayışı ve imgenin gerçekliği üzerinden giden yönetmen, sanatta soru sorma ve estetik anlatım tarzını benimsemiş. Kuşkusuz bu sorunun, estetik boyutun sanatın kurucu ögesi olması ile doğrudan ilişkilidir.  Sanat ve sinemanın maruz kaldığı; sosyolojik incelemeden sorumlu olduğu ya da sanat alanının özgürlüklerine karşı kör bir bakış sunduğu yönündeki eleştirilere bir nevi cevap vermiş Polanski. İki arkadaş buldukları dolapla birlikte tramvaya binmek isterler ama izin vermezler. Aynı anda onlar sokaklarda şaşkın bakışlar altında aşağılanırken, birbiriyle sohbet edip gülen iki arkadaştan biri diğerinin cüzdanını çalar. Burada önyargı ve ahlak konularına değinen yönetmen, Platon’un; “kim iyi kim kötü ya da kim daha ahlaklı asla bilemeyiz.” Sözlerini anlatımlamış. Sokakta karşılaştıkları bir kadına dolabı hediye etmek isterler fakat o bakmaz bile. Onları dış görünüşüyle değerlendirip şaşkınlık içinde uzaklaşır. Asıl sınıfsal farklılığı ve burjuva göndermesini iki arkadaşın dolapla birlikte lokantaya girmek istedikleri sahnede verir yönetmen; içeride üst sınıf sayılabilecek insanlar vardır ve bakışlar dolaba değil iki arkadaşın kıyafetinedir. İçeride bir kadının köpeğiyle birlikte yemek yemesi ve bu iki arkadaşın dışarıya atılması, yönetmenin vermek istediği mesajdır. Platon’un devleti oluşturanlar üst sınıf olmalı ama onları yönetenler alt sınıf mesajına eleştirel bakan yönetmen, sınıfsal farklılığı üst perdeden veriyor. Denizde başlayan kısa hikaye yine denizde son bulur fakat bir sahnede gördüğümüz ayna üzerindeki balık bir diğer mesajdır; balık, bir çok medeniyette yeniden doğuşun ve evrensel sevginin işaretidir. Bazı medeniyetler ise tekrar eden döngüyü işaret eder. Yönetmen bu düzenin zeminde, sevgi ve ahlakla yetiştirilmiş bir toplumdan oluşacağının mesajını vermiş. Aklıyla hareket eden bir toplum düşleyen Polanski, kendi geçmişine bir gönderme yapmış filmle biraz da. Sanatta soru sorma yönelimine ve sanatın içine aldığı toplumsal sorunlara böylelikle 15 dakikada ulaşmış oluyoruz. Salt gerçeklik var, imge o gerçekliğin kendisi.

 


 

 

 

30 Ağustos 2020 Pazar

Melancholia üzerine

Toplumda var olan doğal düzenin insan davranışları üzerindeki etkileri yüzyıllardır tartışma konusu olmuştur. İnsan hayatı ve toplumsal yaşamı, ahlak ve yasa etiği çerçevesinde birçok araştırmaya yön vermiştir. İskoçya’lı filozof Adam Smith, insan ve toplum psikolojisini analiz ederken kişinin erdemli olmasının daha önemli olduğunu vurgulamıştır. 1759’da yazdığı AHLAKİ DUYGULAR KURAMI kitabında; toplumsal ve kişisel ahlak felsefesi üzerine önemli fikirler geliştirmiştir. Bireylerin bencil ve çıkar gözetme duygularının varlığını kabul etmiş ancak, bu bencilliklerin yarattığı toplumsal sonuçların olumlu olduğunu kabul ederek bireylerin eylemlerini etkileyen şeyin sadece bireyin çıkarı olmadığını, başkalarının da bu eylemlerden olumlu etkilendiğini düşünmüştür. Smith’ın  bu kuramlarına karşı görüş geliştiren filozoflar da fazlasıyla olmuştur. Birey ve toplumun ahlaki ve psikolojik değişimine, ekonomik, kültürel etkenlerle beraber savaşları da eklemişlerdir. Bireyin, ahlak ve psikolojik olarak gündelik yaşam akışında gerek ekonomik, gerek siyasi olarak birçok disiplin tartışma inceleme konusu olmuştur. Geliştirilen kuramlarda ahlak, felsefenin bir dalı olarak “etik” in bir konusu olmaktan ziyade insanlar arası ilişkilere ve davranışlara yön veren bir beşeri davranış kuralları seti olarak yerini almıştır. Etik, ahlak ve toplumsal yasalar çerçevesinde şekillenen tartışmaların giderek yoğun bir nitelik kazanmasını; dinamik, değişken, karmaşık bir hal alan, önceden öngörülemeyen veya hesaplanamayan toplumsal ilişkilerinden ve yaşantılarından soyutlayarak anlamak daha mümkün olmuştur. Karmaşıklaşan, çeşitlenen, bir yanıyla benzeşirken diğer yanıyla farklılaşan bir toplumsal yaşam dünyasında insanlar ve gruplar, ilişkilerine ve davranışlarına yön verecek, yaşam ilişkilerine nispeten de olsa bir uyum veya ahenk geliştirebilecek ahlaki ilkelere, rehberlere ve toplumsal düzenlemelere ihtiyaç duymuşlardır.

Düzenli düşünceler dizelerinden oluşan ahlaki ve zorunlu kurallar içerisinde gelişen toplumlar, belirli bir arzu ve amaçla düzene sokulduğu için daha sürekli olmuşlardır. Çünkü, arzulanan veya korkulan şeylerin bıraktığı izlenim güçlü ve süreklidir veya bir süre için yok olsa bile, çabuk geri döner. Arzudan, amaçlananın benzerini ürettiği görüldüğü zaman bir araç düşüncesi ortaya çıkar ve böylece insanın kedi gücü dahilindeki bir başlangıca varıncaya kadar devam eder. Varlığın zihninde gelişigüzel dolaşmasında bile, insan genellikle bunun istikametini ve bir düşüncenin bir başka düşünceye bağlılığını farkedebilir. İnsan kendi sınırları içinde arama yapacağı belirli bir yer bilir ve düşünceleri o yerin bütün kısımları üzerinde gezinir. Toplum baskısı, ekonomik nedenler, çoğu zaman iç ve dış savaşlar geçmişin yorumlanması durumunda geçmişin deneyimlenmesi ve varlığa aranan yeni bir sığınak, yeni bir kimlik arayışı getirir. Toplumun içinde yer edinme, yaşanılandan uzaklaşma, “ben olma” isteği ve toplumun yararına zihinsel diskurlar düzenleyerek yeni düşünceler zincirine ihtiyaç duyulur.  İnsanın toplum içinde yerini alması ve kendi varlığına olan anlamı çözebilmesinde her ne kadar ahlaki, siyasi ve ekonomik yalpalanmalar sebep gibi gösterilse de asıl yerleşimi demokrasi ve bulunduğu topluluğun yönetim şekli olmuştur. Demokrasi, diğer bütün rejimlerden daha çok toplumsal koşullardan etkilenmektedir ve daha fazla toplumsal koşullara bağımlıdır. Çünkü demokratik bir rejimden bahsedebilmemiz bir takım sosyal, ekonomik ve kültürel koşulların yerine gelmesini gerektirmektedir. Güçlü bir orta sınıf, kentsel ve seküler bir yaşam, yaygın/yüksek eğitim ve hoşgörü kültürü, demokratik bir rejimin belli başlı sosyo-ekonomik koşullarıdır. Bütün bu koşullar modern bireyi hayatın merkezine yerleştiren gelişmelerdir. Dolayısıyla demokrasi birey üzerinden gelişen, birey merkezli bir siyasal sistemin adıdır. Bireyin yetki ve alanları, seçmiş olduğu yaşam tarzı ve inancının sorgulandığı bir yönetimde, yeni bir kimlik arayışına girmiştir.

Sanat ve toplum arasındaki denge de en az bireyin sosyal yaşam diyalektiği kadar önemlidir. Bu tuhaf denge, bireyin ve dolayısıyla bütün toplumun estetik duyguların hitap edecek şekilde dengeli yürümesidir. Bu, tuhaf bir sempati ve empati etkisidir. Sanat, sosyolojik bulguların analizini yaparak bir ideal pratiği sunar. Sanatın içine aldığı toplumsal sorunların duyumsarlığı tek ve nihai amaç olarak tanımlanmakta, sanatsal yaratımı “dışsal” etkenlerle açıklayan girişimlerin sanata içkin biçimsel yapıyı daha etkin açıkladığı görülmektedir. Sanatın içinde olan birey ve toplum üstüne olan analizler, kapalı sistem bir düzenekten alıp daha gözle görülür bir düzeye çıkarmıştır toplumsal sorunları. Batı’da 17. Yüzyıldan itibaren giderek hız kazanan sanatın sekülerleşmesi ve kendine ait bir pazar oluşturma sürecini takiben, önce aydınlanmanın da etkisiyle estetik değerler dışında toplumsal etkileşim, iktidar yapısı, coğrafi özellikleri ekonomik yapı, sembolik formlar gibi dışsal olarak nitelendirilebilecek bir takım nedensellik kaynaklarına vurgu yapılmıştır. Sanatın ne olduğu ve toplumun sorunlarına nedenli uzandığı konusu ve cevabı; sanatın salt zaman ve mekana göre değişen bir nosyon olduğu ve sanatın varlığını içsel niteliklerden çok dışsal niteliklere borçlu olduğudur. Ontolojik bir sanat fikrine ya da sanatın “niteliğine” değinen yine toplumsal olaylardır. “Sanat gerçeklikle ayırt edilemez” yargısına ithafen geliştirilen toplumsal deneyler, temelde ontolojik bir sanat tanımının, yani biraz açarsak zaman ve mekan bağımından bağımsız olarak bir şeyi sanat kılanın ne olduğunu anlamaya çalışır. İmgelenmiş olanın ve imgenin alanını toplum olarak kurarız. Bir şekilde imgeyi bir şey haline, imgelenmiş olandan farklı bir varoluş düzlemine koyarız. İmgeyi bir şey olarak görme ya da “imgeleri şeylerle aynı düzene koyma” durumuna “içkinlik yanılsaması” diyoruz.

Sanatın görünmeyen ile ilişkisi ve konvansiyonel estetiğin unsurlarını, toplum ve ahlaki kurallarını bütün halinde eksenine alan; sanat ve karakteristik sinemanın öncülerinden Lav Diaz, 2008’de 8 saatlik Melancholia filmini çekmiştir. Birey, toplum, ahlak ve en önemlisi savaşın ardında kalanları işlediği filmini üç bölüm şeklinde izleriz. Birinci bölüm “Travma Terapisi” olarak adlandırılır. Soğuk bir savaş; kaybedilen arkadaşlar, eş ve ardında kalan üç karakter. Diaz, savaşın görünmeyen yanlarını, sanatın görünen yanlarına işlemiş. Bir seks işcisi, bir pezevenk ve bir rahibe. Bu üç karakter aslında toplumun bütünü. Birinci bölümde bu üç karakterin birbirini tanımadığını düşünüyoruz, asıl sanatı burada ortaya çıkarmış Diaz. Martin Heidegger’in sanat kavramına götürüyor bizi biraz da. Yani onun terimleriyle söylersek otantisitenin üzerine inşa edildiği ve medyum olarak kavrayabileceğimiz alan  ile sanat eserinin varlığı arasında imgeler konuşur. Kendilerine yeni bir hayat kuran bu üç karakter sessiz ama, ayrı hayatların monarkları. Kendi hayatı üzerinde despotik bir ağırlığı olan seks işçisi kadın bu yeni hayatına ve şehire alışmaya çalışır. Savaşın arkasında yeniden başlayan psikolojik  bir savaş söz konusudur. Kadraja giren rahibe sessiz sokaklarda sürekli dilenir ve ona yardım eden tek kişi seks işçisi kadındır. Toplumda ahlak kuralları dışında kalan hayatları ve dinin bir nevi aracısı olan bu kadını aslında toplumun bütününe iliklemiş yönetmen. Ötekileştirilen ve toplum olarak varlıkları asla kabul görmeyen karakterler; zamanla bu toplumun içinde yer bulmaya çalışır. "İnsanların en büyük, en şatafatlı  eylemlerinden biri olan savaşı, bizim hayvanlara olan üstünlüğümüzü göstermekte mi kullanacağız, yoksa tam tersine budalalığımızı, eksikliğimizi mi?” der MONTAİGNE-DENEMELER-SAVAŞ bölümünde. Diaz, bu sözü filmin geneline savaşın geride bıraktığı koşullara ve ölüm korkusuyla yüzleşmek üzerine kendi sanatı dokusunda serimlemiş. Aslında bütün medeniyetlerin kanlı davası olan bu ideolojilerin; birey üzerinde etkilerini ve toplumun meydana gelişinde etkilerini gösteriyor.

 


“Yaşanılan her koşulda özgürlük ve demokrasi olması gerekir.” Diaz daha çok film boyunca bunu sokar gözümüze. Karakterlerin tekrardan toplum içine karışabilme çabası, edindiği meslek ne olursa olsun herkes eşittir düşüncesine götürüyor. Sosyal deney niteliğinde çektiği film; 1961 yılında Paola Pasolini’nin çektiği ve bir pezevengin hayatını ele aldığı Accattone filmiyle benzerlikler taşıyor. Demokrasi ve bireyin özgür yaşamını daha yakında inceleyerek hala günümüzde bile bulunamayan bu normlara bir nevi sitem etmiş. Demokrasi, günümüzde her ne kadar çağdaş dünyanın alternatifsiz yönetim biçimi olarak kabul edilse de hala tam anlamıyla uygulayan medeniyet yok. Demokrasi, ideal olanı temsil etmese de Churchill’in ifade ettiği gibi “kötü yönleri en az olan yönetim biçimidir” demek mümkündür. Hukuk önünde eşitlik, sosyal ve siyasal alana özgü özgürlükler, ifade, din ve vicdan özgürlüğü, kazanma ve tüketme hakkı demokrasiyi diğer rejimlerden ayıran ve onu üstün kılan yanlarıdır. 

 Platon, sanat yapıtını deneyimimizdeki şeylerden çıkan imgeler olarak görmüştür. Ancak bu imgeler hakikatle bağı anlamında ikincil dereceden ve dolayımlıydı. Basitçe kolaydılar. Diaz, kendi sinemasında bunu doğrular nitelikte adeta. Gerçek hayatları imgesel olarak kadraja alıyormuş gibi hissediyoruz. Sürekli olarak yağan yağmur ve içinde hissettiğimiz boşluk hissi ve varoluş sancısı. Seks işçisi Alberta ve sürekli onunla yan yana gelmeye çalışan Julian’ın kaybolmuş hayatları. Rahibe karakteri üzerinden bolca Hristiyanlık göndermesi görürüz. Filmin bir sahnesinde rahibe bir seks partisine katılır ve buradan sonrası filmin başlangıcıdır aslında. Her şeyin bir paradokstan ibaret olduğunu anlıyoruz. Diaz mesajını hayali bir sanat eseri üzerinden gerçekçi bir dille yansıtmış hepsi bu. Sanat ve birçok savaştan sonra Hristiyanlığın insan hayatına bakışını, insana verdiği değeri ve dayatılmış normlarını açık bir dille eleştiriyor yönetmen. Hristiyanlık inancında toplumsal sorunları içine alan seküler düşüncenin köklü temelini atan aydınlanma hareketi; geleneksel dayanışma toplumunun değerlerini köklü bir dönüşüme uğratan sanayi devrimi; demokrasiyi gündeme getiren Fransız burjuva devrimi, modern bireyin yani insanlık tarihinin daha önce şahit olmadığı yeni bir insan tipinin teşekkül ettiği bir tarihsel evrim sürecini açıklar. Ve bu süreç batı dünyasının tarihsel gelişim sürecine özgü bir gelişimdir. Batı dünyasının dışında kalan toplumlar, Batı’nın yaşadığı bu uzun soluklu modernleşme hareketine kısa sürede ulaşmak için devlet eliyle toplumsal dönüşümü gerçekleştirmeye çalıştılar. Birey ve toplumun bütünü neredeyse bu süreçte içsel savaşların kurbanı oldu. Bütün bunlara belgesel niteliğinde, deneysel bir filmle hedefine alıyor Diaz.

 


Filmin ikinci bölümünde geçmişe bir yolculuk görüyoruz. Karakterlerin geçmişinde yani savaştan önceki hayatını alıyor kadrajına yönetmen. Heidegger’a göre sanat yapıtı; “Verili bir zamanda bulunmakta olan belirli bir bütünlüğün yeniden üretimi olamaz; tam tersine sanat yapıtı şeyin genel olagelen-varolmasının yeniden üretimidir.” Bu şekilde görüldüğünde sanat yapıtı, gerçekliğin doğru bir temsili olduğu için değil, hakikat sanatın neden olduğu gizlenmişlik içerisinde ortaya çıktığı için güzeldir. Heideggerın sanat anlayışını benimseyen Diaz, tam anlamıyla bir zihin oryantasyonu yaptırıyor. Birinci bölümde seks işçisi olarak gördüğümüz Alberta bu bölümde bir okulda çalışıyor. Hem devlet anlayışı hem de toplumsal yapının izin vermediği bireysel yaşamın fazla gelişmemiş olduğu birinci bölüm aksine, demokrasinin varlığının bir sorunsal haline getirilmediği bir bölüm olmuş ikinci bölüm. Bireyin sivil toplum bağlamında demokrasi için taşıdığı önemi, bu bakımdan çalışan bireyi görüyoruz. Modern insanın ayırıcı özelliği sınırsız tüketici olma pozisyonudur. Bundan kaynaklı, insanın birey olarak düşünülmesini gerektiren modern ideolojinin; geleneklere göre insanın toplum içindeki yerini belirleyen bir zeminde varlık bulması zordur. İnsanın özgür bir varlık olması, emek gücü üzerinde iradesi ile tasarrufta bulunması ve maddi/manevi varlığını geliştirmesine bağlıdır. Bu bağlamda, modern toplum, ekonomik ilişkiler düzleminde insanın kendi emek gücü üzerinde tasarruf edebilme durumunu ifade eder. Yönetmen sosyal mesaj olarak yerleştiriyor böylece ikinci bölüme. Karakterlerin aile yapısını ve sosyal çevresini görüyoruz.

 


Filmin son bölümü yani başlangıç bölümü savaş başlangıcıdır aslında. Paranoya bir hayatın penceresinin aralandığı bölüm. “Küpün imgesi, küpün kendisidir.” Sözlerini benimseyen yönetmen, yine zihnin algılarını zorluyor. Sanat sosyolojisi alanının genel bir eğilimi sanat eserinin üzerindeki gizem perdesini söküp atmak ya da sanat eserini değer ya da ideolojiye indirgemek ise, çoğu sanat  tarihçisi de sosyolojiyi fazlasıyla genellemeci ve belirlenimci bulmakta ve tüm vurguyu sanat eserinin içsel niteliklerine yapmaktadır. “Toplumsal olgu” betimlemesi daha doğru olacaktır Diaz sanatı için. Salt sanatın toplumsal bir olgu olduğu gerçeğine ulaştırıyor bizi. Diğer toplumsal pratiklerin, yapıların ve kurumların sosyolojik analizleri genelleştirici olmuştur. Diaz daha sade bir dille zamansallık ve mekansallıktan uzak toplumun oluşumunda en öncü bireyden başlamış irdelemeye. Bütün medeniyetlerin en büyük ideolojik çıkarı olan savaştan başlayıp neredeyse toplumun bütün değerlerine dokunmuş. Bu kadar yalın bir dille, salt sanat anlayışıyla ulaştığı nokta toplumun geneli. “Savaşı ve toplumu anlatırken kendi sanatımı anlattım. İmge olarak gördükleriniz, gerçeğin kendisidir.” Böyle diyor Diaz kendi sineması için. Savaşın bütün yanlarını son bölümde görürüz. Çaresizliği, ölüme teslim olmayı tek bir sahnede verir. Film orada başlar. Çaresizlik içinde karakterin: “Vurun artık beni, öldürün!” demesi bölümün özetidir. Bütün ahlaki zayıflıklar, savaş, birey, toplum ve dışlanma hepsini bir potada eriten yönetmen, kendi sosyal deneyini yapmış adeta.

 


27 Ağustos 2020 Perşembe

Mindwalk(Zihin Yürüyüşü) üzerine

Gözleme, deneye ve hesaplamaya dayalı olan modern bilim ve insan arasında alternatif gelenekler gelişmiştir yüzyıllardır. Doğa yasalarının bazı insanların yararına manipüle edilebileceği varsayımı olan okültizm ve beraberinde birçok felsefecinin ortaya attığı seçenekler kuşkuculuğu getirmiştir. Modern bilim tarafında saf tutmuş düşünürlerin olduğu kadar, karşı tezler ve alternatif çözümler getiren filozoflar da olmuştur. Modern bilim ve doğacılık karşıtlığında, insanların geleceği üzerinde çıkarım yapan birçok bilim insanı ve filozof karşı karşıya gelmiştir. Aristotelesçi doğa felsefesi, fiziksel dünya hakkında olası soruların çoğuna yanıt üreten bütüncül, tutarlı ve güçlü bir sistem olmuştur. Sistemin çekirdeğini Aristotelesçilik oluştursa da Ptolemaios astronomisi ve Galenci tıp ile bütünleşmiş organizmacı doğa felsefesi de ilerlemiş, daha sonra modern bilim ve teknoloji çağıyla birlikte yerini makinalaşmaya bırakmıştır. Dercartes’ın desteklediği modern bilim, Aristoteles kaynaklı ve çeşitli skolastik filozoflarca biçimleri değiştirilmiş, kavram ve değerlerden bazıları engellenmiştir. Yeni bilim olgunlaşmaya başlamadan önce “felsefi bir ameliyatla” bu engeller ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. İnsanın iş gücüne etkisi ve kolektif düşünce bağının da araştırıldığı bu yeni bilim dönemi, doğadan uzaklaştıran bir sistematikle kapitalizmin kapılarını aralamıştır.

Modern felsefenin kurucularından Bacon'a göre, “İnsan, 'tabiat'ı anlar ve ona hükmeder. Bunu hem nesnelere hem zihne bakarak yapar. Anlamak hükmetmektir; bilgi güçtür; bilmek, yapmaktır. Güç ile eş anlamlı olan bilgiyi elde etmek için 'tabiat'ın kanunlarına uymak gerekir. Çünkü sebebin bilinmemesi, sonuçta insanı yanlış düşüncelere sürükleyebilir. Oysa spekülatif felsefede sebep olarak gösterilen şey, pratik bilimde kural olarak kullanılır. İnsan, 'tabiat' üzerinde bir şey yaparken, kendinden önce denenmiş vasıtaları kullanmazsa, delilik etmiş olur. İnsan, bilim yapmalıdır. Yani, 'tabiat'ı tanımalı, anlamalıdır. Ancak bu şekilde edindiği bilgilerden yararlanarak incelediği 'tabiat'a hakim olabilir, onu kontrol edebilir ve üzerinde etkide bulunarak birtakım değişiklikler yapabilir. İşte bu da bilime dayalı teknolojiye işaret etmektedir.” Her filozof kendi sistemi içinde, çağının ya da coğrafyasının bir problemini ortadan kaldırmak adına çözüm önerileri sunmuş ve bu önerilerin hayata geçmesini sağlayacak metotları belirlemiştir. Bu çerçevede bakıldığında Francis Bacon’ın kendi döneminde düşün insanları ve ardılları için oldukça dikkate değer fikirler ortaya koyduğu bir gerçektir. Bacon kendi toplumunun yaşadığı sıkıntıların çözümünü bilimde ve bilgide aramış; bulmakla kalmamış, bu konuda çalışması gereken her kesime yöntemsel davranış biçimleri sunmuştur. Tecrübeye dayalı öğrenmenin ve bilgi edinmenin, önce tek tek bireyler, ardından genel çerçevede toplumlar üzerinde olumlu ve sağlıklı bir davranış biçimi oluşturarak akli bir yaşama ve düşünme biçimi geliştirilmesi gerektiğinin altını çizen Bacon, karşısındaki Skolastisizm yandaşlarına karşı sağlam argümanlarla çıkabilen nadir isimlerden biridir. Bu çalışmada, özellikle günümüz insanın karşılaştığı ve aşmakta zorluklar çektiği zamane problemlerinin, Bacon ve onun ardından gelenlerin düşünceleri ve önerileriyle üstesinden gelinebileceği aktarılmaya çalışılmıştır. Bacon felsefesi kapitalizme kapı açan makinalaşmayı değil yani, Hobbes’in Levlathan’ı gibi bir canavarı değil, bilimsel çalışmalarla insanlığın önünü açacak bir sistem istemiştir aslında. Dercartes ve Bacon bu noktada ayrı düşmüşlerdir.

“İnsan yaratılışından kötüdür” diyen Hobbes, doğanın içinde, insanın sosyalleşme ve daha fazla elde etme arzusu kazanmıştır ideasını savunur. “İnsan insanın kurdudur, insan daima menfaati peşinde koşan bir varlıktır. Bu nedenle insan ve doğa arasında, her zaman savaş durumu mevcuttur. İnsanı bu tehlikeli savaşçı tabiatından uzaklaştırmak için ona sınırsız özgürlük vermemek gerekir. İnsanı insan yapan vasfı kötü olduğuna göre, onun şartsız bu özgürlüklerden fedakarlık edeceği bir idari sistemi geliştirmek lazımdır.” Bu sözleriyle insanı hedef alan Hobbes giderek doğadan yana bütün imkanları kapitalizme çeviren ve sosyal ayrımcılığı yaratan sistemi de eleştirmiştir. Doğa, insan, bilim, kapitalizm ve “Kolektif düşünce” bütün bunları merkezine alıp sanatına dokuyan Bernt Amsdeus Capra, 1990 yılında Mindwalk(Zihin Yürüyüşü) filmini çekmiştir. Bir yazar, bir bilim insanı ve bir politikacının dolambaçlı sohbetini izleriz. Zamanın bir güne sığdırıldığı filmde, insanın yüzyıllık değişimine ve sorunlarına ayna tutulmuş. Fritjof Capra’nın THE TURNİNG POİNT kitabından esinlenilen filmde,  Fritjof’un savunduğu “SİSTEM DÜŞÜNCESİ” konusuna değinilir daha çok. Dönüm noktası: bilim, toplum ve yükselen kültür olan kitabın içeriği saklanmadan serimlenmiş filmde. Zamanın başlıca sorunları altında yatan dinamikler, kanser, suç, kirlilik, nükleer enerji, enflasyon, enerji kıtlığı hepsi tartışma konusudur.

 


Bütünsel bir bilim ve ruh paradigması olan filmde; dünyanın dönüşüm ve değişimini, Liv Ulmann’ın hayat verdiği Sonya karakteri irdeler. Liv Ulmann’ı, İngmar Bergman filmleri dışında izlemek heyecanlandırdı açıkçası. Andrei Tarkovsky’nin 1979 yapımı Stalker(İz Sürücü) filminde; bilim ve özgür iradenin sonsuz çatışması irdelenmiştir. Bir yazar, bilim adamı ve iz sürücünün olduğu üç kişilik ekip “Bölge” adı verilen yere yolculuk yaparlar ve burada inceleme yaparlar. İnsan bilincine yapılan bir yolculuktur aslında. Hayali, imgesel olanı geride bırakıp ve salt olana gerçekliğe ve doğaya yönelmişlerdir. Stalker ve Mindwalk filminin benzer yanları fazlasıyla var. Stalker filminde geçen “Bölge”, Midwalk filminde eski bir manastır olarak ele alınmış. Stalker filminde geçen somut kavram, gerçeklik ve mutluluk üzerine geçen diyalog: “Müzede geçen antika bir çömleği düşünün. Zamanında yiyecek artıklarını saklamak için kullanılıyordu ama şimdi evrensel hayranlığın bir nesnesi. Özlü örüntüsü ve biricik biçimiyle herkes izliyor.” Mindwalk filminde; Manastır’da her yıl tekrar gömülen ölüler üzerinde verilir. İnsanlar buraya ziyarete gelir ve izlerler. İmgesel olanın mutlu kıldığı üzerine muazzam bir örneklendirmedir. Gerçekliğin önemli olmadığı, Stalker filminde; ilk halinde vazo, insanlar için bir hayranlık nesnesi, onları mutlu kılan bir araç iken, vazo aynı vazo olmasına rağmen gerçekliğinin ifşa edildiği imgeselin ortadan kalktığı durumda alelade bir vazodan başka bir şey değildir, kimsenin hayran olmadığı ilgiye değer bulmadığı bir vazodur. Keyif ölmüş yerini gerçeğin soğuk rutinliğine bırakmıştır.

 


Sistemsel düşünce ve makinalaşan insanlar üzerine fikirlerini beyan eden Sonia, başarısız bir Amerikan başkan adayı olan Jack ve filmin anlatıcısı şair Thomas filmin merkezinde. “Hepimiz ayrılmaz bir ilişkiler ağının parçasıyız.” Diyen Sonia, Descartes’ın mekanik görüşünün günümüz dünyası için ne kadar basit olduğundan bahseder. “Bilimsel teoriler gerçekliğin eksiksiz ve dört başı mamur bir tasvirini bize asla vermez. Onlar eşyanın gerçek mahiyetine yönelik tahminler olmaktan öteye gitmez. Bunu daha açık ortaya koyarsak, bilim adamları hakikatle haşır neşir olmaktan çok gerçekliğin sınırlı  ve tahmini tasvirleriyle uğraşırlar.” Capra’nın bu sözlerini, Sonia karakteri üzerinden verir yönetmen. Bir çeşit düşünsel yol hikayesi olan Capra’nın kitabı filme serimlenerek, kelebeğin kozadan çıkması niteliğinde olmuş. Fizik ile mistisizm arasındaki paralelliklerin günün birinde herkesin bildiği bir şey olacağını mutlak bir kesinlikle veriyor film. Doğu mistisizmi ile modern Batı bilimi arasında bir sentez vücuda getirme amacındaki Avusturya asıllı ABD’li fizikçi Fritjof Capra, modern bilimin bulguları ile Doğulu bilgelerin binlerce yıl önceki çalışmalarında zaman zaman bilim ile mistisizmin arasındaki mesafeyi bir zar seviyesine kadar indirmeyi başarıyor. Amacı, bu iki yarım küreyi tedahül ettirmek, birleştirmek değil; daha çok, her iki alanı insan ruhunun ve varoluşunun iki ontolojik temeli olarak ele alıp birini ihmal etmenin, sonuçta diğerinin tek başına anlamsız ve hatta insana ve çevreye zararlı hale getireceğini ortaya koymak. 

 Doğanın kendi içerisinde bir dönüşüme sahip olduğu, hayvanların tür ve özelliklerine göre belirli olan işlevlerini yürütmek için var olduğu kabul edildiği bilindiğine göre insana özgü olan düşünme yeteneğinin yanında insanı diğerlerinden farklı kılan önemli özelliklerden birisi de ilerleme yönünde gösterdiği istektir, arzudur. İnsanlar yaşadığımız dünyaya, her şeyin farklı ve daha iyi organize edildiği bir dünya düşünerek ve istediğimiz ilerlemeyi sağlama yönünde önemli bir çaba göstererek bakma yeteneğine sahip bulunmaktadır. Kişinin kendi görüş açısına bağlı olarak sadece daha iyi bir çalışma ortamı gibi sınırlı veya dünyada barışın olması gibi global büyüklükte bir arzusu olduğunda, dünyayı özel bir biçimde algılamaya götürecek kendi içinde tutarlı ussal yapılanmaların da bulunduğu, bir problemi ya da bir fırsatı anlayıp değerlendirerek bunların belli bir sona ulaştırılmasını sağlayacak bir araştırma sürecine gerek duymaktadır. Bu araştırma süreci yüzyıllar boyunca 16. yy da Avrupa’da kendini bulmaya başlayan, hipotezleri ortaya koyarak bunları kontrol eden ve yineleyen deneylerle test eden ve rasyonel araştırmanın temeli olan bilimsel araştırma yöntemidir. Bilimsel yöntemin, laboratuvarda iyi kontrol edilen koşulların dışındaki durumlarda bazı sınırlamalar içerdiği de kanıtlanmıştır. Bilimsel yöntem fiziksel dünyayı anlamakta son derecede başarılı olmasına karşılık, bir çok problemin sosyal içerikli ve karmaşık olması nedeniyle çok uygun olmadığı son yüzyıl içerisinde açıklık kazanmıştır. Kapalı bir fiziksel ortamda bulunmayan problemler de bir çok olay değişen ve karmaşık koşullar altında kalmıştır. Sistemsel düşünceyi beraberinde getiren bu çalışmalar, doğa ve insan arasında aşılmaz mekanik düşmanlığı da beraberinde getirmiştir. Francis Bacon’un YENİ ATLANTİS distopyasında yarattığı ve makinalarla ürettiği insanların tasviri tam olarak budur. Filmde; “ hiç kimse tek başına bir ada değildir. Herkes bir kıtanın bölümü, bütünün parçasıdır, işte bu yüzden hiç sorma çanların kimin için çaldığını, senin için çalıyor.”der şair siyasetçiye. Sistemsel düşüncenin parçası olan insanlar giderek makinalaşıp siyasetin ve kapitalizmin içine düşmüştür. Manastırın içinde bulunan eski dönemlere ait bir sistem üzerine konuşurlar: “Modern çağların başladığı zamanın öncesinden beri var, modern zamanın türünden farklı, bazen bu saatin, bu makinanın insanlığın doğa dünyasından ilk gerçek kopuşunu sağlayan nesne olduğunu düşünüyorum.” Diyaloğu yine Thomas Hobbes’ın Leviathan’ı ve Fritz Lang’ın Metropolis filmine atıftır.

 1940’lara kadar olan süreç makine çağı olarak adlandırılır ve bu döneme kadar insanlar dünyayı algılamada iki temel fikri benimsemiş durumdadır: indirgeme ve mekanizma’dır. İndirgeme fikrine göre her şey indirgenebilir, bileşenlerine ayrılabilir, daha fazla bölünemeyecek kadar en küçük parçalarına kadar ayrılabilir. Kimyadaki bileşenler, fizikteki atomlar, psikolojideki içgüdü, motive ve ihtiyaçlar örnek olarak verilebilir. Her konuda bir analitik düşünme şekli, araştırma ve anlama üzerine kurulu bir fikirdir. Bu düşünce sistemine göre yapılan analizde, konu seçimi, konuyu en küçük ve ayrılamayan parçalara ayırma, bu parçaların davranışlarını belirleme ve sonra da bu parçaları tekrar bir bütün olarak toplamaktan oluşur. Makine çağının diğer temel fikri olan mekanizma ise bütün olayların sebep-sonuç ilişkisiyle açıklanabileceğini savunmaktadır. Bir olay eğer diğeri için gerekli ve yeterli ise her zaman diğerinin sebebi olmaktadır. Bu durumda başka hiçbir sebebin, olayın sonucuna seçilen sebep kadar gerekli ve yeterli olmaması lazımdır. Bu araştırma fikri dış çevreden bağımsız olduğu için daha sonra kapalı sistem düşüncesine dönüşecektir. Bu dönemde bilim adamlarının (Copernic, Kepler, Bacon, Galileo ve Descartes v.d.) ortak inançları bilginin ölçülebilir, kesin, mutlak ve bölünebilir nesnelerin incelenmesi ve ölçülmesiyle elde edilebileceğidir. Bu durumda bilimin konusu madde ve egemen unsur da makine olmaktadır. Bilim, insan ve toplumu mekanik bir bakışla araştırarak telefon, elektrik, ilaç, araba, uçak gibi günümüzde kullanılan bir çok teknolojinin temellerinin atılıp üretilmesine neden olmuştur. Ayrıca bu mekanik bakış sadece doğa bilimlerini değil aynı zamanda tüm sosyal bilimleri de derinden etkilemiştir. “İnsanlar doğanın devasa bir saat olduğu fikrine kapıldılar, Dercartes dünyayı bir saat olarak gören görüşün başlıca mimarıydı, öyle bir mekanik görüş ki, bugün hala dünyanın büyük kısmına hükmediyor, bu düşünce kiliseyle de devrim niteliğinde bir ayrılık anlamına geliyordu. Dedi ki”Dünyanın nasıl işlediğini bana söylemesi için Papaya ihtiyacım yok. Bunu kendim de bulabilirim, çünkü bence dünya sadece bir makinadır.dedi ki “insan vücudunu bir makineden başka bir şeye benzetmem. Sağlıklı insan iyi yapılmış bir saate, hasta insan ise kötü yapılmış bir saate benzer.” Ve yanlışlık da burada. Her şeye uyarlandı. Sanata, politakaya,. Ama siz politikacıların kafasında saat mekanizması hala tik tak çalışıyor.” Sonia’nın bu sözleri makine çağı ve Dercartes ve Bacon’un makine insancıklarına göndermedir.

 

İnsanlar ve hayvanlar mekanik varlıklar olarak düşünülmekte ve insanları içeren problemler bu düşünceye göre çözüme kavuşturulmak istenmektedir. Örneğin, çevreyi kirleten fabrikaların kapatılarak yıkılması doğayı korumak adına yapılacak en doğru karar iken, beraberinde getireceği üretim kaybı, işsizlik, yıkım ile ortaya çıkacak kirlilik gibi unsurlar da göz ardı edilemeyecek kadar iç içe geçmiş karmaşık problemlerdir ve çözüm için nereden başlanacağı oldukça bulanıktır. Bu tür birbiriyle ilişkili problemler ağı Ackoff’un ifade ettiği gibi kargaşa olarak adlandırılmakta olup bu günümüzde modern dünyanın ele alarak endişelenmek durumunda olduğu önemli problemlerden bir tanesidir. İşte bu tür problemlerle başa çıkabilmek için başka bir araştırma yöntemi olan Sistem Düşüncesi’ne gereksinim duyulmaktadır. Bu çalışma, sistemsel düşünme yönteminin gereklilikten ziyade birçok bakımdan zorunluluk olduğunu ortaya koymaya çalışmaktadır. Çünkü olaylara yaklaşımda analitik bakış açısı yeterli olmamaktadır ve farklı bir açıdan yaklaşılması gerekmektedir. Sistem düşüncesi etkisinde kapitalizmin daha çok yayıldığını vurgulayan yönetmen, “Tıp zenginlere özel hale geliyor ve halk sağlığı yeteri kadar gelişmedi.” Sözlerini serimliyor. “sen hala onarılacak doğru parçayı arıyorsun.” diyen şair ve “her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğunu varsayalım, sen nereden başlamak istersin?” diyen siyasetçiye Sonia’nın cevabı: “Dünyayı görme biçimimizi değiştirerek başlarım.” Olur. Dünya için yeni bir vizyona ihtiyaç olduğunu ve kapitalist sistemin doğayı ve insanı tükettiğini savunan yönetmen, Aristoteles'ciler düşüncesine daha yakın durmuş. “Mekanik araçları, güç odaklı ataerkil insanların eline bırakıyoruz, silahlar hala üretiliyor ve yanlış insanların eline geçiyor.” Sözleri yine Stalker filmine göndermedir. Stalker filminde bölgede bir silah bulunur ve kendi aralarında tartışırlar; “ Bu silah, yanlış insanların eline geçebilir. Geçmemeli.”

 Buradan hareketle, sistem yaklaşımı tek başına yeni bir bilimsel disiplin olmaktan çok, belirli olayların, durumların ve gelişmelerin incelenmesinde kullanılan bir düşünce tarzı, bir metot, kapitalizme  bir yaklaşımdır. Böyle bir yaklaşımın amacı, yönetim olayının ve birimlerinin birbiri ile olan ilişkilerini ve bu ilişkilerin niteliğini incelemek, belirli bir birimdeki gelişmelerin diğer birimler üzerindeki etkilerini araştırmak; kısaca, yönetim olaylarını başka olaylarla ve dış çevre şartları ile ilişkili olarak incelemektir. Böyle bir yaklaşım tarzı, yönetim faaliyetlerinin temelini oluşturan koordinasyon için gerekli olan ve belirli yönetim olayları ile ilgili içsel ve dışsal (sistemin içinde ve dışında olan) faktörleri gösteren bir çerçeve sağlar. Makineleşme ve sistem düşüncesine başarılı bir atıf olmuş film.

 

KAYNAKÇALAR:

 

Thomas Hobbes- Levlathan

Francis Bacon-Yeni Atlantis

Fritjof Capra-The Turning Point

24 Ağustos 2020 Pazartesi

Spring, Summer, Fall, Winter and Spring(ilkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar) üzerine

 İlk insandan itibaren insanoğlu, evrenin ve hayatın merkezinde yer almıştır. Evrende varlığının manasını önce masumiyetinde sonra sevgi ve öfkesinde aramıştır. Bütün bunlara kılavuzluk eden dini olguları önüne katan insan; ruhani otorite sağlarken sevgi ve öfkesini, dolayısıyla bu iki gücü birbirine karşı getirip, kendi içsel savaşını çıkarmıştır. Daha çok göze görünür olan ve doğal aklın daha açık ışığında duran ruhani otoritesinde, giderek masumiyetten uzaklaşmış ve hergünkücülüğe yaklaşmıştır. Besleyici bir kuvvet olan din ise, hareket ettirici ve dizginleyici bir kuvvet olmaktan çıkıp, buyurma yetkilerini rasyonel kuvvete çevirmiştir. Varoluş nedeni ve amacının cevabını dinde bulan insan, insanlık tarihi kadar eski ve köklü geçmişi olan bu değerle; bütün dinlerde insana verilen üstün değerlere ulaşmıştır. İnsanlık tarihi boyunca, sayısız filozof ve düşünür “İnsan nedir? Sorusuna cevap aramıştır. Bu nedenle ilk çağlardan günümüze kadar insan için birçok tanım yapılmıştır. Örneğin; Aristo insanı “Medenileşmiş ve bilgi edinme yeteneğine sahip hayvan” olarak tanımlamıştır. Platon ise insanı “Tüyleri olmayan iki ayaklı hayvan” olarak tarif etmiştir. Özellikle insan ve hayatın anlamı üzerinde duran Stoacılar, insanı “düşünen öz” olarak ithaf ederek, sadece akıllı insanların mutluluğa ulaşabileceğini belirtmişlerdir.  Modern dönemde ise Pascal, insanı sonsuzluk ile hiçlik arasında bulunan bir varlık olarak tarif eder. O, bu durumu şu cümlelerle ifade eder: “İnsan ne acayip bir yaratıktır! O, ne kadar yeni, ne kadar saçma, ne kadar karmaşık ve çelişkilerle doludur ve henüz mükemmel değildir. O her şeyin hakimidir ancak hala zayıf bir solucandır. O gerçeğin deposudur ve hala yanlışlık ve şüphenin içerisine dalar. O evrenin şerefi ve pisliğidir.” İnsan sorununa özel bir önem veren ve insanın Tanrı’yı öldürdüğünü ifade eden Nietzsche ise, insanın kim olduğunu ve anlamının ne olduğunu keşfetmesi gerektiğini savunur. İnsana yüklenmeye çalışılan bu anlamlar tarihler boyu devam etmiştir ve hala devam etmektedir. İnsanın tek boyutta veya bir hayvan olarak algılanmaya çalışıldığı kanaati ağır basmıştır. Dolayısıyla bu tanımlar evrenin en karmaşık problemi olarak kalmıştır.

 Mutlak egemenlik içinde doğan için akli ilkelere ve dini bir kılavuz arayan insanın öncelikle masumiyeti ön plana çıkmış daha sonra sevgi ve öfkede kontrolü aranmıştır. Tarihte bütün dinlerde insan ve sevgi üzerine gidilmiştir en çok. İnsanın doğuştan gelen saflık ve masumiyetini sevgiye çevrilmesine bakılmıştır. Sevgi ve hoşgörü anlayışının ön plana çıktığı dinlerde, insanın temel haklarına yönelik birçok atıf vardır. Akla yani düşünme gücüne sahip yegane varlığın insan olması ve sevgi ve öfkesiyle sınanması bütün dinlerde keskinleştirilmiştir. Sevgi, tarihte bütün dinler ve medeniyetlerde ifadesini bulmuş en önemli kavramlardan biridir. Öyle ki, Doğu’dan Batı’ya geleneksel toplumlardan en karmaşık olanlarına kadar her kültürde mutlaka sevgiye karşılık gelen bir ifade bulunmaktadır. Sevgi, soyut bir ifade şekli olan kelimelerle olduğu gibi, somut ve sanatsal ifade şekilleriyle de kendini söz konusu kültürlerde tezahür ettirmiştir. İnsanlığın ortak paydasını oluşturan bu duygu dinlerin kutsal metinlerinde işlenmiştir. Sevgi her biri kendi ifade tarzına göre insanlara mesajını ulaştırmada bir bakıma dinlerin merkezini oluşturmuştur, denebilir. En çok dikkati çeken husus ise, sevginin dinlerdeki yerinin daima en üst düzeyde olmasıdır. Kimi dinlere göre sevgi varlığın gayesi, kimilerine göre de Tanrı’ya ulaştıran vasıtadır. Kesin olan şu ki, sevgiye yer vermeyen hiçbir din yoktur. Varlığı belli bir hiyerarşik yapı içerisinde tanımlayan dinler, insan ile insan arasındaki sevgiye önem vermekle beraber, insan ile Yaratıcı arasındaki sevgiye çok daha özel bir önem vermektedir.  Sevginin türlerini tamamını tasvir etmede sadece insandan insana değil, insandan bütün canlılara diye genişletilmiştir bütün dinlerde.

 İnsanın temel yaşam koşulları arasında doğumundan başlayan masumiyeti ve bunu besleyen dolaylı yollarla bozan; sevgi, nefret, öfke ve varlığın temel ilkelerini, doğa ve izole bir yaşam üzerinden veren, Güney Koreli yönetmen KİM Kİ-DUK, 2003 yılında;  Spring, Summer, Fall, Winter and Spring(İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar) çekmiştir. Mevsimlerin karakteristik özelliklerini ve insanın doğasına ait; sevgi, öfke, şehvet duygularını merkezine alan yönetmen, doğanın yansımalarıyla oluşturduğu metaforlarla insan ruhunun dışa yansımasını çizmiş adeta. Yönetmenin kendine özgü sinema anlayışı ve merkezine aldığı konuları serimleyişi, kendi hayatının yansıması niteliğinde. Güney Kore’de halkın büyük bir çoğunluğu, hayattaki acı, ızdırap ve tatminsizliğin  kaynaklarını açıklamak ve bunları gidermenin yollarını göstermek inancında olan Budizm’i benimsemişlerdir. Budizm’den sonra Hristiyanlık ve daha sonra Konfüçyüsçülük, Şamanizm dinleri gelir. Halk genel itibariyle seküler bir yaşam tarzını benimsemiştir. Budizm öğretisine daha yakın olan KİM Kİ-DUK, bu anlayışa yaklaştıran bütün zorluklardan geçmiştir. Filmde değindiği ve serimlediği konular her ne kadar bütün dinlerin ortak anlayışı gibi görünse de insanı terbiye etme, kısır döngü ve insandan soyutlanıp doğaya yaklaşma daha çok Budizm felsefesine götürüyor. Yumuşak ve mistik anlatım tarzıyla, insanın değişimi ve kapılar arkasında kalan masumiyetini farklı bir boyuta getiriyor. Kadrajına aldığı ağaçlar ve mistik bir görünüme sahip manastır adeta insanın iç dünyasında çok derinde kalan masumiyeti anlatıyor. Mevsim geçişleriyle, insanın değişimini aynı duyguda birleştiren yönetmen; Budizm anlayışı, birçok felsefede ve üstü örtük geleneklerde kutsal sayılan hayvanlara derin manalar yüklenmiş filmde.

 

SPRİNG(İLKBAHAR)

Yaşlanmış manastır kapısı ve arkasında KİM Kİ-DUK’UN müthiş betimlemesiyle doğanın bütün güzellikleri kadraja girer. Filmin bütününü alan ve merkezini oluşturan küçük bir çocuk ile ustasının hikayesi burada başlar. İnsanlardan kendisini soyutlayan ustanın hayatı aslında kısır döngüdür yani mevsimler gibi dönüyordur. Mevsimlerin rengini değiştiren ise çocuktur aslında. Masumiyeti simgeleyen çocuk aslında giderek değiştirecektir bu döngüyü. Dinlerin yapıcı potansiyeline ışık tutmak isteyen yönetmen, dini kurallara duyulan bu güveni, çatışmanın tarafları olan sevgi arabuluculuğuyla dinlere söz konusu olan bir üslupla işlemiş. Sözlü aktarımlar ve geleneklerin oluşturduğu geniş yelpaze her din içerisinde farklı ve çok çeşitli mezheplerin, akımların, cemaatlerin ve grupların oluşmasını da beraberinde getirmiştir. Bütün bunların dışında soyut bir kavram olarak ele aldığı yaşamı ve usta karakterini yalın ve gelenekçi bir dille anlatımlamış yönetmen. Yönetmenin yakın markajına aldığı Budizm anlayışını usta karakterinde görüyoruz.  “Uyanmış kişi-farkında olan” anlamına gelen Budizm bir tür toplumdan uzaklaşma ve saf sevgi ve ibadete yönelme manasına gelir. Budizm’in kurucusu olan Siddhartha, hayattaki acılarının kaynağını açıklamak amacıyla yaptığı uzun çalışmalar sonucu ızdırabı sona erdirecek bir manevi anlayışa ulaşır ve böylelikle Budalık’a erişir. Bir prens olarak doğduğu toprakları ve krallığını terkeden Siddhartha, uzun çalışmalar sonucunda ve insanlardan uzak kalarak aydınlanmaya ulaşmıştır. Manastırda kapılar arkasında bir gölün ortasında yaşayan ustanın hayatına nakışladığı konu tam olarak bu anlayıştır. Tanrı’ya hizmet etmenin yolunun, insana hizmet etmekten geçtiğini ilke olarak benimseyen Konfüçyüsçülüğün içerisinde yer aldığı anlayışta geçen, insanın nasıl terbiye edileceği ve onun sahip olması gereken ahlaki özellikler üzerinde duran yönetmen burada çırak karakterini ön plana çıkarıyor. Masumiyeti simgeleyen çocuk giderek bu saflığı kaybediyor. Doğa ile olan iletişiminde çocuk giderek masumiyetten uzaklaşıyor. İyi-kötü zıtlıklarını ön plana çıkaran yönetmen, çocuklar için iyi ve kötü idealarına değinmiş. Kahkahaalr eşliğinde hayvanlara yaptığı işkenceleri görürüz çocuğun. Bir sabah uyandığında sırtında bir taşla uyanan çocuk, “bunu neden yaptın?” diye sorar ustasına. Aynı şeyi onun da hayvanlara yaptığını söyleyen ustası, hayvanlardan birinin ölmesi halinde, kalbinde ömür boyu bir taş taşıyacağını söyler. Balık ve yılanın öldüğü, kurbağanın hayatta kaldığını öğrenen çırak, gözyaşlarına boğulur. Böylelikle çocuğun da İlkbaharın da masumiyeti sona erer. İnsana ve diğer bütün canlılara verilen değer ekseninde birçok dinde her ne kadar teferruata inilse de bazı farklılıklar görülebilir. Fakat yaşayan bütün canlıların canını, aklını, malını, dinini korumaya yönelik emir, yasak ve uygulamalar mevcuttur. Nitekim bir çok dinde çeşitli şekillerde vurgulanan “Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma!” sözü de yaşayan bütün canlıların temel haklarına saygının sloganı olarak kabul edilmiştir. Burada dinlerin aracısı ve terbiye edici görevi usta karakterinde görüyoruz. Çırağın işkence ettiği hayvanlar; balık, yılan, kurbağa mitolojik bir çok anlama gelmektedir. Yönetmenin özellikle vurguladığı hayvanlardan balık evrensel sevgiyi, ve dünyevi olaylaydan uzaklaşmayı yani aydınlanmayı temsil eder. Balığın ölmesi, çırağın bu aydınlanmaya erişse de ruhunda ki zıtlıkları aşamayacağına işarettir. Sonbahar bölümünde bunun etkilerini daha çok görürüz. Yılan bir çok inançta farklı anlamlara gelmektedir. Buddha’ya göre insanı tedavi eder, deri değiştirme eylemi; yeniden doğum, süreklilik ve döngüyü anlatır. Filmin bütününe hakim olan mevsimler ve döngü buna işarettir. Hayatta kalan kurbağa ise; yenilenme ve dönüşümün sembolüdür.

 


SUMMER(YAZ)

 Masumiyetten sevgi ve şehvete geçer bu bölümde yönetmen. İnsan hayatının ayrılmaz bir parçası olan sevgi ve şehvet, geçmişten günümüze insanın varoluşsal anlam arayışına bir cevap vermiş ve hayatına anlam kazandırmasına vesile olmuştur. Temas edilen dinlerde bunu desteklemiştir. Sevginin olduğu bir dünyada insanın; huzur, mutluluk ve güven içerisinde yaşayabilmesi adına ona sevmek hissini vermiştir. Sevginin ve şehvetin aşırısını bütün dinler neredeyse sakıncalı bulmuştur. Manastıra gelen bir kadın ve büyüyüp tutku ve hazlarını keşfeden çırak. Sevgi iyileştirir diyen bütün öğretilerin ispatı gibi. Üstü örtük geleneklerin belirlediği ahlaki kurallardan haberdar olarak büyüyen çocuk, tutku ve şehveti keşfeder bu kadınla. Ahlaki kuralların dışına çıkılan bütün sahnelerde Buddha heykeli karartılır. Karanlıktan aydınlığa çıkış yolunda, yönetmen aykırı bir yol ayrımı vermiş. Usta, ahlaki dayatmalar ve aşırıya kaçan sevginin şiddetini anlatarak bu yakınlaşmayı onaylamaz.“Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar. Ölümleri olur zaferleri, öpüşürken yanıp tutuşan ateşle barut gibi.” William Shakespare’nin bu sözlerine atıfta bulunan yönetmen, ustanın ağzından verir bu sözleri. Artık onun iyileştiğini ve onun sadece bir hasta olduğunu vurgular. “Eğer biz insana hizmet edemezsek, ruhlara nasıl hizmet edebiliriz?” diyerek Tanrı’ya hizmet etmenin yolunun insana hizmet etmekten geçtiğini ve insan doğasının temel prensibinin erdem olduğunu vurgulayan Konfüçyüs  düşüncesini benimser yönetmen bu bölümde.

 

FALL(SONBAHAR)

Masumiyet, sevgi ve şehvetten sonra hırs ve öfkeye dönüşmüştür Sonbaharla birlikte. Zıtlıklarla dolu yaşantısı tamamen değişmiştir çırağın. Bencillik, hırs ve kibri ele geçirmiştir benliğini. Ustasının bütün öğretilerini arkasında bırakarak sevginin peşinden gider ve manastırdan çıkar. Kibir ve hırsı onu katil yapmıştır. Masumiyeti ve inançlarını bıraktığı Manastır’a geri döner. Üstün insanın hayat tarzını belirlemeyi kendisine amaç edinen ve bir ahlak öğreticisi olan Konfüçyüs düşüncesinden gider yönetmen yine. İnsanların doğruluk için dünyaya geldiğini ve doğruluğun peşinde olan , hatalarından ders alarak doğru yolu bulan, bencil olmayan, üstün meziyetlere sahip, ne yaptığının bilincine varan insanların erdemli, üstün ve soylu insanlar olduğunu belirtir Konfüçyüs düşüncesi. Çırağın öfke ve bencilliğine yine bir terbiye etme üslubuyla yaklaşır ustası. Beyaz bir kedinin kuyruğuyla içinde öfke duyduğu isimleri kazır ve boyar çırak. Yardım ve merhamet duygularına dem vurmuş biraz da bu bölümde yönetmen; çırağı tutuklamak için gelen filmde sadece  ismini duyduğumuz iki polis, çırağa yardım ederler ve boyarlar isimleri. Filmde hiçbir karakterin ismi yoktur, iki polis hariç. Çırak karakterine yüklediği misyon bir nevi kısır döngüdür aslında. Ustadan çırağa geçen döngü. Aydınlanma ve arınma yolunda karakterlere yüklediği misyon, Budizm’in kurucusu Siddhartha’nın hayatıdır aslında. Eğlence ve lüks içinde yaşarken, acılar karşısında ruh sükünetini yitirmeyen bir keşişten etkilenerek gerçek hayatın saraydakinden farklı olduğunu anlamış ve altı yıl boyunca ağır bir zühd hayatı yaşamıştır Siddhartha. Sonunda aşırı zevk düşkünlüğü gibi şimdiki aşırı zühdün de insanı gerçeğe ulaştıramayacağını anlayınca, Neranjara nehri kıyısında bir tür incir ağacı altında aydınlanmaya erişmiştir.

 

WİNTER(KIŞ)

Kış gelmiştir ve döngü başlar. Artık ne masumiyet vardır ne öfke ne bencillik. Geriye sadece vicdan ve teslim alınan döngü kalmıştır. Yılanın deri değiştirme vakti gelmiştir. Buda’nın verdiği ilk vaaz olan “Aşırıklıktan kaç” devreye girmiştir. İnsanın doğduğu zaman yumuşak ve zayıf, öldüğünde ise sert ve güçlü olduğu bildirilir. Ustanın ölümüyle, kış bütün gücünü göstermeye başlıyor. Yılanın deri değiştirmeye başlaması ve Manastır’a kucağında bebeğiyle gelen bir kadın döngünün habercisidir. İnsanla gerçek arasında hayatın ızdıraplarla dolu olduğu şeklindeki kötümser anlayış Buda telkininin temelini oluşturur. Buda öğretisinin temelini oluşturan; insanın varlığı kötülük, tatminsizlik, hastalık, yaşlılık, ölüm gibi ızdıraplarla yoğrulmuştur düşüncesiyle; Kış, İlkbahar’a döner.

 

SPRİNG(VE İLKBAHAR)

 Manastır’ın kapıları tekrar başlangıç noktasına açılır. Buda’nın ikinci öğretisi olan; “ıstırabın sebebi arzu ve ihtirastır. Bu da yeni bir karma ve sudura, yeni tenasüh ve ölüme yol açar” sözlerini yeniden döngüye serimlemiş yönetmen. Bir diğer öğreti olan; “Istıraba son vermek için arzulardan, fani işlerden sıyrılmak gerekir. Bu sürekli tekrarlanan devrelerden kurtulmanın yolu Nirvana’dır.” der. Yüreğinde taşıdığı taşı beline bir iple bağlayan çırak dağlara çevirir yönünü. Arkasında taşla tırmanmaya başlar ve böylelikle bir diğer öğreti olan; “Bu hürriyete, yeni hayata, Nirvana’ya ulaşabilmek ancak sekiz dilimli yolu ile mümkündür. Bu sekiz dilimli yol ilk kutsal gerçeğin kavranılmasını, ikincisinin anlaşılmasını, üçüncüsünün de gerçekleşmesini sağlar.” düşüncesine yol alır. Fakat döngü yine devam eder, kadının ölümünden arkada kalan bebeği büyür ve kahkahalar eşliğinde hayvanlara işkence etmeye devam eder. Masumiyet yok olacaktır ve mevsimler dönecektir.


23 Ağustos 2020 Pazar

Dostoyevski-Raskolnikov ve Tikhiye Stranitsy(Fısıldayan Sayfalar) üzerine

Demokratik halk harekatının en büyük kaynağı olan kişiliğin özgür gelişimi, bireyin toplumdaki yerini belirlemiştir. Bireyci ahlakın insanlığa aykırı, yaşamdan kopuk bir ahlak olduğu, ilk bakışta birbiriyle çelişir gibi görünen, gerçekte ise karşılıklı olarak birbiriyle ilişkili ve birbirini tamamlayan iki unsurdur. Her varlık için en değerli, en yüksek varlık kendisidir. Başka varlıkların değerlerini kendi varlığını temel alarak ölçer, ona göre yargılar verir. Bu temel ve ölçü olmadıkça bireyin hayal gücü, insanın en kötü halinden, toplumun en kötü haline ulaşır. Montaıgne, “Kimse erdemsiz mutlu olamaz, erdem de aklın dışında değildir; akılsa insandan başka varlıkta yoktur.” der. Bu sözleri insanlık için söylerken, kuşkulu bir toplum gözetmiştir. Başka bir varlığın yüceliğini gözetmeye yönelik eylem sergileyen varlığın, özgürlük, erdem ve ahlaki üstünlükleri tartışılmıştır filozoflarca. Felsefe ve dinin kaçınılmaz çarpışması olan bu erdemler, çağın gerisinde ve çağın ilerisinde birer ön yargı olarak kalmıştır. Öfke ve kin doğruluğun sınırları dışındadır tartışması ve bu tutkuların yalnız işlerine akıllarıyla bağlanamayan insanların işine yaradığı söylenmiştir.

Aklın o kadar çeşitli yolları vardır ki hangisinden gideceğimizi bilemeyiz. Görgünün de öyle. Bu dünyada görülen olayların ortak özelliği ayrı ve değişik olmalarıdır. Bununla beraber kanunları çoğaltarak yargıçların yetkilerini daraltmak, yargılara sınır çizmek düşüncesine de yanaşılmıyor toplum olarak. Birey ve dolayısıyla toplum; kanunları yapmakta olduğu kadar onların yorumlanmasında da hürriyet ve yetki aramıştır. Kanun üzerinde yargıçlara bırakılan fikir yürütmek ve karar vermek işi, hürriyeti daraltmıştır. Dostoyevski, Suç ve ceza romanını yazarken, bireyin iyi niyetlerinin ölçüsüzce yönetildikleri zaman, kötü sonuçlara ve özgürlüğün iş görmezliğe sürüklediğini aktarmıştır ilk başta. Kendi dininde kör inançlara sahip olup, çağında dindaşlarıyla alay eden topluma bir ders vermek istemiştir. İnsanlık tarihinin bütün düşünsel ve ahlaki yalpalanmasını, özellikle de kentlerdeki her tür sınıfsal kökenden çıkan, kararsız değişken, sarsıntılı durumu bir kitapla vermiştir bize.

Dostoyevski, toplumsal eşitsizliği, bireysel ahlakı, ezilişi dile getirdiği kitabında, Raskolnikov karakteriyle en yüce yargı yeri olan vicdana ve insan aklına seslenmiştir. Toplumun eşitsizliği ve vicdan hükümsüzlüğüne karşı, insanın ahlaki yüceliğini savunmuştur karakterle. Bir suçlunun psikolojik öyküsüyle yeni bir vicdan mahkemesi yaratır. Toplumsal bir deney olarak cinayet işleyen Raskolnikov, kentlerde her tür kesimden düşünsel ve ahlaki yalpalamalar yaşayan çatı toplumudur aslında. “Ben bit miyim, yoksa insan mı?” ikileminde karakterin işlediği cinayet, Dostoyevski’nin ikilemidir. İyi ve kötü ideasını, karakteri aracılığıyla cevaplayan yazar, soruna çözümü toplumun vicdanından geçerek vermiş. Geçmiş çağlarda ve yaşanılan çağlarda toplumsal haksızlıklara karşı bir isyan içinde olan karakter, kendini sıradan insanların karşısına ve onlardan çok yukarılarda bir yerlere koyuyor. Dostoyevski, karakterinin olağanüstü bir insan olmadığını şu sözlerle verir; “yanlışlık temeldedir, “olağanüstü” insanlar teorisidir yanlış olan.” İyi ve kötünün karşılaştırmasını yapan yazar, böylelikle Platon’un kuramını doğrular karakteri üzerinden. Platon, “iyi ideası gerçek varlığın üstündedir, iyi ideasını mistik bir tecrübeyle, özel bir sezgiyle tanıyabiliriz. Çünkü iyi ideası varlığın ötesinde olmaktan başka, insanın kavrayış gücünün sınırlarının da ötesindedir. İyi ideasının kendisi tanımlanamaz, söze dökülemez ve açıklanamaz fakat başka herşeyi açıklar. İnsan bu tür bir mistik tecrübeyi yaşadıktan sonra, ideaların iyi ideasından pay almak suretiyle varlığa geldiklerini ve oldukları gibi olduklarını anlar. Gerçek ve akılla anlaşılabilir dünya ile içinde yaşadığımız duyusal dünya arasında ahlaki ve vicdani duvar vardır. İçinde yaşadığımız duyusal dünyadaki şeyler her bakımdan değişseler bile, bu dünyanın yine belli ölçüler içinde gerçek ve kalıcı olan yönleri vardır. Her bakımdan değişmeye uğrayan bu dünyada, en azından birtakım iyi idealar değişmeden aynı kalır. “ der. Dostoyevski’nin doğruladığı bu kuram yine Platon’un etkisinde kaldığı Heraklitos’un, “Sürekli değişen ve dönüşen varlıklar olan biz, insanların içsel yolculuğu da karşıtların mücadelesi, dönüşümü ve uyumu üzerine kuruludur.” Sözlerine dayanır.

Hayata Tolstoy gibi bir kont olarak gelmemiş ya da hiçbir zaman Turgenyev gibi zengin olamamış, Puşkin kadar şanslı ve dergicilik konusunda başarılı olamamıştır Dostoyevski. Cehennemi bu dünyada yaşayan yazar, eserlerinde isyanını ön plana çıkarmıştır. Vicdanın hareketliliğine özellikle Raskolnikov karakteriyle çıkan yazar, sıkı bir Rus milliyetçisi olduğu ve uç noktalarda yaşadığı hayatını sunmuş bu karakterle en başta. Dostoyevski romanlarında herhangi bir kahramanına daha fazla önem vermez; her kahramanı eşit ölçüde önemlidir. Evet bir ana kahramanı vardır ama en az ana kahramanlar kadar güçlü diğer kahramanlar da vardır. Ayrıca her romanında hayatı sorgulayan bir yanı da vardır. Hayata salt acı ya da salt üzüntü olarak bakmaz; hiçbir kahramanına da öyle baktırmaz. Aksine, duygu festivali yaşatır. İşlediği temalar, gerçekçi anlatımıyla birleşince okuyucuyu kontrollü bir kaosa sürüklüyor. Toplumsal karşı koyuş olarak; “Ahlakın taşıyıcıları, kendini diğer  insanların üzerinde görenler değil, açlığın, yoksulluğun en boğucu koşulları içinde bile hayata ve insanlara ilişkin inançlarını yitirmeyen, ahlaki yapılarında en ufak bir sarsılma olmayan, suçun, zulmün her türlüsüne karşı derin bir nefret duyan Sonya gibi sıradan insanlardır. “ sözlerini iliştirmiştir. Raskolnikov, başlarda kendisini üstün gördüğü sıradan yaşantılar için cinayet işlemiş, daha sonra bu sıradanlığıyla yüzleşmiştir. Halkın ahlaki isterlerine uyabilecek, kendisi gibi ezilen insanlarla yeniden birlikte olabilecek canlı, sağlıklı bir başlangıç, bir çıkış noktası aramıştır kendisine. Suç ve Ceza’nın çatısını oluşturan ahlaki idealler ve halksal öz, Raskolnikov’un vicdan mahkemesidir aslında.

Dostoyevski’nin romanında çizdiği tablo oldukça karanlıktır ama bu karalığı iyi ideasına çıkarmıştır. Raskolnikov, insanlığa karşı iyilik savaşı başlatır. İşlediği suçun üstünü örtmez dahası bu yükü taşımaya devam eder. Dostoyevski’nin kahramanı Raskolnikov’u, sinemaya kavrayış açısından bakan ve şiirsel bir dille belgesel ve deneysel yaklaşan Aleksandr Sokurov anlatımlamış. Karakteristik bir sinema diline sahip olan Sokurov, kavrayışa ulaşmayı amaçlıyor  sinemasında. Zamanın gizemini ve insanlığa yaşattığı varolluşsal bunalımı sıklıkla işliyor. “ İnsanın ölümsüzlükle ilgili düşüncelerinin kaynağı aslında kendisi değildir. Bizleri ölümlü yapan bedenimiz değil zamandır. Odur bizleri yoktan var edip yine yokluğa götüren. Ve yine odur bizleri bu çıkmazı fark etmemizi sağlayacak yaşanmışlığı yüzlerimize vuran. Çünkü bizi biz yapan geçmişimizdir. O, zamanın bize verdiği bir hediyedir ama aynı zamanda bizi o meşhur sona  götürdüğünü hatırlatan bir lanet. Ne zaman bir konu hakkında derinlemesine düşünsem, belli bir dikotomi yapsam hep ona varırım. İnsanoğlu yüz yıllardır varoluşunu anlamaya çalışıyor. Oysa belki de anlamamız gereken şey sadece zamandır.” Sözleriyle özetler sinemaya dair kendi ütopyasını.

1994 yapımı orijinal adı Tikhiye Stranitsy olan filmde doğrudan Raskolnikov karakteri işlenmiş. Sokurov’un şiirsel sinema dili, Raskolnikov’un cinayet sonrası vicdan mahkemesine değinmiş. Minimalizm örneği filmde, Raskolnikov’un sevdiği kız ve vicdanı arasında kurduğu dünyasını görürüz. Yüce yargı yeri olan vicdanı ön plana çıkarırken neredeyse sessiz bir belgesel vermiş Sokurov. İdealist düşünce ve varoluşu fimlerinde sıklıkla kullanan yönetmen, Rus edebiyatına olan merakını karakter incelemesi ve deneysel bir düzenekte vermiş. Bir çok karakterin olduğu ve anlamsız konuşmaların yer verildiği sahnelerde, duyduğumuz tek ses Raskolnikov’un vicdanının sesidir. Kendi ütopyasında bu mahkemeyi kuran yönetmen filmin bazı sahnelerinde ve özellikle final sahnesinde gösterdiği aslan heykeliyle, Sergei Eisenstein’ın 1925 yapımı Potemkin Zırhlısı filmine selamını vermiş. Varoluşçu bunalımı  ve çaresizliği temsil eden bu sahneyle, Raskolnikov’un vicdan ve halktan biri olma çabasına göndermesi olmuş. Raskolnikov’un, “Eğer ben insanlar arasında bir hiçsem” sözlerini filmin genel bütününe serimleyen yönetmen, kullandığı görsel ve şiirsel temalarla toplumun vicdanına bir son bırakmış.

 

 

 

 

21 Ağustos 2020 Cuma

Le Bonheur(Mutluluk) üzerine

 Evrenin amaçlı yapısı içerisinde varoluşun devamlılığı mutluluk modusları üzerine temellendirilmiştir. Dünya düzeni devamlılığında Tanrı’nın şanına ya da insanın yaşamına ve yüceltilmesine hizmet eden ve insanın yaşamını temellendirdiği mutluluk modusları dallara ayrılmıştır. Olumlu duygu, olumsuz duygu, yaşam doyumu; duygusal bileşen, bilişsel bileşen;  öznel iyi olma minvallerinde gidip gelen varlık doyumsuz mutluluğa ve öznel iyi olma kaygısına ulaşmıştır. Mutluluk ya da öznel iyi olma, bireyin yaşamına dair olumlu düşünce ve duygularının miktarca üstünlüğüdür. Başka bir deyişle bireylerin yaşamlarından aldıkları doyum ve olumlu duyguların toplamıdır. Öznel iyi olmayı etkileyen faktörler birçok dalda incelenmiştir. Etkenler içerisinde; yaş, cinsiyet, eğitim, evlilik, gelir ve kişilik istatistikler arasındadır. Varlık ve hiçlikte, “Varoluşçu Psikanaliz” bir bölüm mevcuttur. İnsanın yaşamı boyunca, varlığını temel tasarıları hakkında sorguladığında kendini kaptırdığı bir işlemdir bu. Daha önceden var olan bir yapıyı tüm çıplaklığıyla ortaya seren insan, varlığını bir hasta olarak ele alıp; hastayı daha önceki yaşantılarına yeni bir anlam vermeye ikna etmeye çalışır. Doyumsuz mutluluk arzusu burada devreye girer. Psikanalizin özgürleştirici ve tedavi edici etkisinin, sadece psikanalizci tarafından tarafından yapılan ifşaatlardan ve tavsiyelerden değil, hastanın kendi kişiliği hakkında yeni bir görüş oluşturmasından ve bu görüşe kendisinin özgürce rıza göstermesinden de kaynaklandığı görülür.

 İnsanın dünya resmi, kendi hakkında tatsız gerçeklerle yüzleşmeye sürükler. Bu sürükleniş ve mutluluk arayışı, bireyin esasen yalnızlığının yarattığı bağlamda ve nesnelliğini doğrulayacak herhangi bir şey bulunmayan bir kararın ve bir anlamın kabulünden başka hiçbir yanıtın olmadığı koşullara götürür. Mutluluk arayışı içerisinde kendi varlığına sorduğu sorular ve bulduğu yanıtlar nesnel değerlere dayalı olamaz, böyle değerler yoktur çünkü. Varoluşçuların ve mantıksal pozitivistlerin farklı yollardan ulaşmaya çalıştığı cevaplar yine hiçliktir. Sartre’ın varoluşçuluğunu çağın gereksinimlerinin yanıtıdır ideası aslında varlığın mutluluk arayışının cevabıdır. Edmund Husserl’in bilincin ayrı bir varlık halinde olmayıp nesnesine harcandığını gösteren “amaçlılık” kavramı; varoluşçulara “dolaysızlık” adlı bir teoriyi desteklemek için kullanılmıştır.” İnsan, yaptığı şeydir, aradığı şey değildir, insan vardır ve özü yoktur” kuramıyla cevaplamıştır varlığı. İnsanın mutluluk arayışında ölçüsüz muğlak ve çarçabuk yapısallığı, doyumsuz nesnelliği kavramlaştırmıştır.

 Mutluluk yaşantısını merkezine alıp, mutluluk üzerine bir çok felsefeci gibi kendi ütopyasını sanata dokuyan Agnes Varda, 1965 yılında Le Bonheur(Mutluluk) filmini çekmiştir. İnsan yaşamında mutluluk ilintisinin etkisini ütopya haline getiren yönetmen, 1969 yılında mutluluğu; olumlu duygu ve olumsuz duygu diye ele alan Bradburn’dan önce çektiği bu filmle serimlemiştir. İnsanın varoluşundan beridir mutluluğu araması, tanımlamaya ve yakalamaya çalışmasını dört kişilik mutlu bir aile üzerinden vermiş. Mutlu yaşamın getirdikleri ve insanın daha fazlasını elde etme arzusunu eksantrik ahlakçılıktan uzak bir dille işlemiş.  Ahlaki tepki kaynaklarını bir tarafa bırakan yönetmen, baş karakter François’ın mutlu yaşam düzeneğinin dışına çıkıp, ahlaksızlık olarak alınan ilişkisi ve aradığı mutluluğu; Paskal’ın “mizaçsal jansenizm”  düşüncesine iliklemiş. Günahın kaynağı ve, günahların insanın dünyaya gelmesiyle başladığını savunan Jansenizm düşüncesine tepkisel mizahla yaklaşan Paskal’ın yolundan giden yönetmen, François’ın mutluluk arayışını aynı mizahla serimliyor.


 Mutlu bir evliliği olan François’ın mutluluğa olan doyumsuz arayışı ve bu arayışın sonunda eşinin ölümüne sebep olması bizi amaçsız ve doyumsuz mutluluk kavramına götürüyor. Eşi ve çocuklarıyla mutlu bir hayatı olan François, işi gereği tanıştığı bir kadınla yeni bir arayışa girer. “eşinle mutlu musun” sorusuna verdiği cevap, doyumsuz mutluluğun arayışıdır aslında. “evet, mutluyum. Onu seviyorum.” Mutlu yaşamın nasıl olacağıyla ilgili bir çok düşünürün ortaya koyduğu düşüncelere François üzerinden varıyoruz. Antik Yunan Filozoflarından Aristotle’ya göre bireyi mutluluğa ve huzura götüren erdemli bir yaşam sürmesidir. Filmin başında karakterin işi ve evi arasında sürdüğü mutlu yaşantısında bu düşünceye ulaşabiliyoruz. Olumlu yaşam biçimi ve duygulanma biçimleri üzerinde; mutluluk, mutsuzluğun tersidir ideası etkin kalmıştır ve bu ilintiyi yine karakter üzerinde görüyoruz. Varda, vermek istediği mesajda; bireylerin ve toplumların yaşam kalitesini gösteren bir değer olarak öznel iyi olmanın,  iyi yaşam ve iyi toplumun varlığı için üzerinde durulması gereken bir kavram olduğunu vurgulamış. Bireyin yaşamdan aldığı doyum ve olumlu duyguların toplamı, duygu durumları ve yaşam modusları içerisinde erir. François için mutluluk kavramı: bireyin kendi yaşamını değerlendirmesi ve yargı bildirmesi anlamına geliyor. Yaşam doyumu, aile doyumu, depresyon ve sıkıntının varlığı, olumlu duygulanım ve duygu durumları gibi pek çok sayıda değişkeni kapsıyor François karakterinde.


 Mutluluk ütopyası içerisinde bu arayış; Spinoza felsefesinin ön gördüğü, “zihin gibi irade de düşüncenin tavrından ibarettir ve bundan dolayı her istek ancak başka bir gerektirilmiş nedenle var olabilir ve bu sonsuzca böyle gider.” düşüncesine götürüyor. François’ın iki kadın arasında mutluluğu daha fazla araması ve mutlu olduğunu söylemesi; iradeye hür neden denemez, yalnızca zorunlu neden denebilir düşüncesine zıt bir tabandan yaklaştırıyor. Bir erkeğin gözünden izlediğimiz mutluluk arayışı, mutluluk vardır ama görecelidir kavramına daha çok yaklaştırıyor bizi. Doyum alanı mutluluk olan bir adamın, duygusal bileşeni oluşturan olumlu duygu, neşe, coşku gibi hoş olan duygu ve genel olumlu ruh haline götürüyor. Filmin sonunda intihar ettiğini düşündüğümüz, François’ın eşinin olumsuz duygu modusları ise; üzüntü, sıkıntı endişe, sevgiyi bölme, utanç ve kıskançlık olmuştur. Genel yaşam doyumuna bir türlü ulaşamayan François’ın mutluluk yolculuğu çocukları ve Emilie ile devam eder.


 


“Mutluluğu içimizde bulmak zordur, başka bir yerde bulmak ise imkansızdır.”

       ARTHUR SCHOPENHAUER

 

 

20 Ağustos 2020 Perşembe

Franz Kafka-Dava üzerine

Türlü devlet biçimleri ve devleti oluşturan toplumlarda neyin eğri, neyin doğru olduğunu açıklarken hala bir kesinlik söz konusu değildir. Bunca ulusun yasalarından, törelerinden bu kadar eğreti bilginlikle söz etmek yine hukuk kavramının açıklığına getirir.  Doğrulukla, akıllıca düzenlenmemiş her toplumun geldiği nokta yine yasal boşluklar olmuştur. İnsan alelade zaman anlayışı ufku içinde işlevini sürdürürken, toplumu meydana getiren ontolojilerin merkezi sorununa tutumsuz kalmıştır. Doğru olarak görülen ve doğru olarak açığa kavuşturulan kuralları yok sayarak kendi bağımsız modus ve türevleriyle kendi görünürlüğüne uzanmıştır. İnsanı; en demokrat, en özgürlükçü, en ilerici bir varlık olarak kabul eden liberal düşünceyi kurumsallaştıran yine insanın hukukla olan amansız savaşıdır.

 İlk başta ahlak maskesi içinde ortaya çıkan, belli bir kurala bağlanmış yaşama üslubu anlamındaki  hukuk,  hukuki pozitivizm akımına göre ise adalet, hali hazırdaki mevcut hukuki sistemi ile değerlendirilir. Yani pozitif hukukun belirlenmesinden sonra adalet ile  ilgili tespitler yapılmaya başlanmıştır. Bu anlayışa göre adaletin gerçekleştirilmesi mevcut hukuki sistemin gerektiği gibi uygulanmasıyla olur. Adalet, yasamanın iradesi tarafından konmuş hukukun yasalarda öngörüldüğü bicimde yerine yerine getirilmesi ile  gerçekleşeceğinden, mevcut hukuki sistem ile sınırlıdır. Yani bu akım adaleti norm üstü, hukuk üstü bir ide olarak değil kuralların öngörüldüğü şekilde uygulanıyor olması ile eşdeğer olarak görür. Bu nedenle her hukuki sistemin kendine has bir adalet tasavvuru olduğunu savunan ve adaletin ancak bu hukuk kurallarının uygulanması yoluyla sağlanabileceğini benimseyen pozitif hukuk görüşü, bu anlamda adaletin göreliliğini savunur.

Adaletin göreliliği ve toplumdan bireye yansımasını, birey üzerinden distopik ele ala Franz Kafka;  ahlaken kuşkulu, yasalılığa itirazcı, Tanrı’nın takdirine karşı itaat yükümlülüğüne kavramsal bir zıtlık yaratmıştır. Ekonomik evren, püriten ahlakın en tutarlı antitezini Josef K.  Karakterini yaratarak vermiştir. Doktrinel temel ve yöntem açısından bir çok kaynakta araştırmaya tabi tutulan püriten anlayışına açık bir dille girmiştir Kafka.  Püriten bir ahlak adaletini antagonist karşısına protagonist Josef K’yı çıkarıyor yazar. Basit denilebilecek bir hayata sahip Josef K. Karakterinde bedensel üstünlük ya da insanlığın geri kalanından zihin üstünlüğü yönünden bir ayrım yaratmamış Kafka.  Fakat zihnin niteliğini görmek, bedenin ve pür ahlak toplumunun niteliğini görmekten daha zordur idesini zihnimize iletiyor.  Yasalar ve suçlu-suçsuz ayrımı içinde­; doğadan bazıları özgür, bazılarıyla köledir ve bunlar için, kölelik etmek hem doğru hem de uygundur.

 Aristoteles, köleliğin doğallığından ve kanıtlanmamasına değinirken; ‘Her toplumda ağaç kesecek ve su çekecek birileri olmak zorundadır’ der. ‘Kuvvet haktır’ düşüncesini savunan Aristoteles’in karşısına, sıradan bir yaşantıya sahip ve sahip olduğu hayatın içinde bir sabah suçlu olarak yer alan Josef K’yı koyuyor Kafka. Bir çok hukukçu gerçekte, bireyin özgürlüğüne ve suçlu olma durumuna sınırlama getirilmesine ve ispat evresine ‘kuvvet haktır’ sözüyle karşılık verirler.  Kahramanın eylemi sonuncu gelen yıkım, onunla birlikte toplumsal düzeni de sarsacak, onun acısı tüm topluma mal olacaktır. Yıkımla gelen bu acının bireysel olmaktan çıkıp toplumsallık kazanması ile bu durumun dramatik olmaktan çıkıp trajik boyut kazanması arasında birebir ilişki vardır. Bu ikisi, birbiriyle paralel yürüyen olgulardır. Josef K’nın yolculuğu tam olarak böyledir. Josef K. artık antik tragedyalarda görüldüğü gibi düzenin başındaki aristokrat bir yönetici, bir efsane kahramanı, erki elinde bulunduran bir kral ya da tanrılar dünyasından biri değildir. Yapmadığı bir eylem ile tüm toplumsal düzeni etkileyip sarsacak güç ve konuma da sahip değildir. O, içinde bulunduğu toplumun ekonomik, siyasal, sosyal koşullarının, ahlaki, dinsel ve kültürel değer yargılarının ürünü olan, sıradan bir insandır. İnsanın sosyal bir varlık olması onu diğer insanlarla bir arada yaşamaya yönelmiş, başlarda bir topluluk şeklinde ortaya çıkan bu beraberlik gereksinimlerin sonuçlanması üzerine toplum olabilmek amacıyla belli düzen kurallarına ihtiyaç duymuştur. İnsana ait bir olgu olan toplumsal düzen kuralları çeşitli vasıtalarla irdelenmiş; kökeni, esası, dayandığı temelleri açıklanmaya çalışılmıştır. Bu vasıtaların başında gelen hukuk felsefesi de kendine özgü bakış açısıyla hukuk olgusunu ele almış, değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur. Bütün bu olguların içinde insan özgürlüğünün suça dönüştüğü distopyayı kurgularken Kafka, ‘özgürsün, onun için mahvoldun’ cümlesine tutuklamıştır Josef K’yı. Bir sabah dev bir böceğe dönüşen Gregor Samsa ile farkı özgürlüğüdür. Felsefedeki maddeci ve ideci bakış ayrımını hukuk felsefesi alanına işleyen yazar, içimizden sıradan bir karakteri alarak bir sabah suçlu olarak uyandırmış. Hukuk olgusuna realist-maddeci açıdan bakarak hukukun öz ve esasını bu evredeki somut ve deneysel insanlar arası ilişkilere bağlamış. Duruma idealist açıdan baktığında ise; hukuku soyut, ideal, transandan, ussal, pozitivite üstü bir evrenin ürünü olarak ele almış. Birinci düşüncede Josef K.’nın masumiyetini; hukukun özünü, insanın somut biyolojik varlığında, ya sosyo ekonomik ilişkilerde, ya da normun kendisel varlığında(pozitivitesinde) sorgulamış. İkinci düşüncede hukuku adalet idesine bağlayarak, adalet idesi ya akıllı bulunmakta ya da sezgi aracılığıyla bir değer olarak ortaya çıkmakta ya da tanrısal adalet olarak kendisi göstermektedir düşüncesine ulaşmış.

Hukuk felsefesinde en çok tartışılan kavramların başında adalet gelir. Bu kavramın ne olduğu, dayandığı temel, hukukla ilişkisi üzerine farklı farklı görüşler ileri sürülmüştür. İlk Çağlardan günümüze kadar bu fikir hakkında çeşitli sorular sorulmuş, verilen cevaplardan daha başka sorular üretilerek bu kavram belirginleştirilmeye çalışılmıştır. Kafka, adalet kavramının insanin içinde olduğunu yine bir pasajla özetler. Bir sabah suçsuz yere evinden alınan ve mahkemeye çıkarılan Josef K’yı hiç kimse dinlememiştir. Suçunun ne olduğunu bilmeyen Josef K’yı dinleyen tek kişi; ona nasıl ulaştığını bilmediğimiz rahiptir. Katedralde tek başına oturan Josef K.’ya bir hikaye anlatır:

 "Hikaye, mahkemeye girmek için çok uzun bir yoldan gelen taşralı adam ile karşısına çıkan ve ona yol vermeyen kapıcı arasında mahkemenin kapısının önünde geçmektedir. İçeri girip giremeyeceğini soran taşralı adama kapıcı, “İstersen beni geçip girmeyi deneyebilirisin”, der. Ardından da ilk kapıdan sonra birçok kapının olduğunu ve her kapıda kendisinden çok daha güçlü kapıcıların olduğunu belirtir. İçeri izinsiz girmeye teşebbüs etmeyen taşralı adam, içeri alınması için her yolu dener ve içeri alınacağı günü kapıcının verdiği tabureye oturarak beklemeye başlar.Taşralı adam gittikçe yaşlanır. İçeri girebilmek için, her türlü yolu denemiştir. Rüşvet bile vermiştir. En sonunda ölmeden önce kapıcıya, bunca yıldır mahkemeye kendisinden başka girmek isteyenin neden olmadığını sorar. Ve kapıcı başkasının giremeyeceğini, çünkü bu girişin sadece onun için olduğunu söyler. Bu sözler aslında mahkemenin sadece taşralı adamın bakışlarında var olduğunu göstermektedir.”

Adaletin insanin içinde bulunduğunu; Hristiyanlıkta yaygın olan püriten anlayış ve etkisinde kalan topluma karşı yine Hristiyan bir din adamının adaletiyle vermiş Kafka.  Denkleştirici adalet kavramının, hukuki ilişkide taraf olanların eşit muamele görmesi gereğini din adamı yerine getirmiş Kafka’nın davasında. Romalı hukukçu Ulpian adaleti; herkese payına düşeni vermek konusunda sürekli ve sonsuz şekilde çaba harcanması olarak nitelendirmiştir. Grotius, adaleti söze bağlılık ile açıklarken Hobbes, sözleşmeye uymamayı adaletsizlik saymıştır. Adaletin varlığının temel şartının toplumda güvenliğin ve düzenin sağlanması olduğunu belirtip güvenliğin olmadığı toplum hayatında adaletten de söz edilemeyeceğini ifade etmiştir. Rousseau ise, adaletin temel niteliğinin karşılıklılık olduğunu ileri sürmüştür. John Stuart Mill, adalet ve fayda kavramları arasında ilişki kurulması gerektiğini bu ilişki kurulmaksızın adalet kavramına içerik sağlanamayacağını ifade etmiştir. Marx ve Engels ise daha başka bir açıdan yaklaşarak adalet kavramının kapitalist düzendeki sömürünün bir maskesi olduğu görüşünü taşımışlardır. Aristoteles’e göre adalet, karakter erdemleri arasında önemi bakımından diğerlerinden ayrılır. Çünkü adalet kendi amacını kendinde taşıyan bir karakter erdemidir. Diğer erdemler, kişinin kendi iyiliği için iken, adalet erdemi başkalarının da iyiliği içindir. Dolayısıyla adalet, insanın diğer insanlarla kurduğu ilişkilerde ortaya çıkar. Adalet erdemi de diğer karakter erdemleri gibi bir orta olma durumudur.9 Platon’da diğer bütün erdemleri kuşatan en yüksek erdem olarak gördüğümüz adaleti Aristoteles de çok önemsemiş, temel direğini eşitlik düşüncesi olarak belirttiği bu kavramı genel bir açıdan ele almakla yetinmeyip dağıtıcı adalet, denkleştirici adalet ve hakkaniyet olmak üzere çeşitli türlere ayırarak incelemiştir.

 

Kafka’nın Dava’sını sinemanın zeminine serimleyen  Orson Velles yine dinamiğini adaletin aksayan yanlarına vermiş.  1962 yapımı, özgün adı Le Proces olan filmin baş karakterini Anthony Perkins oynamıştır.