23 Ağustos 2020 Pazar

Dostoyevski-Raskolnikov ve Tikhiye Stranitsy(Fısıldayan Sayfalar) üzerine

Demokratik halk harekatının en büyük kaynağı olan kişiliğin özgür gelişimi, bireyin toplumdaki yerini belirlemiştir. Bireyci ahlakın insanlığa aykırı, yaşamdan kopuk bir ahlak olduğu, ilk bakışta birbiriyle çelişir gibi görünen, gerçekte ise karşılıklı olarak birbiriyle ilişkili ve birbirini tamamlayan iki unsurdur. Her varlık için en değerli, en yüksek varlık kendisidir. Başka varlıkların değerlerini kendi varlığını temel alarak ölçer, ona göre yargılar verir. Bu temel ve ölçü olmadıkça bireyin hayal gücü, insanın en kötü halinden, toplumun en kötü haline ulaşır. Montaıgne, “Kimse erdemsiz mutlu olamaz, erdem de aklın dışında değildir; akılsa insandan başka varlıkta yoktur.” der. Bu sözleri insanlık için söylerken, kuşkulu bir toplum gözetmiştir. Başka bir varlığın yüceliğini gözetmeye yönelik eylem sergileyen varlığın, özgürlük, erdem ve ahlaki üstünlükleri tartışılmıştır filozoflarca. Felsefe ve dinin kaçınılmaz çarpışması olan bu erdemler, çağın gerisinde ve çağın ilerisinde birer ön yargı olarak kalmıştır. Öfke ve kin doğruluğun sınırları dışındadır tartışması ve bu tutkuların yalnız işlerine akıllarıyla bağlanamayan insanların işine yaradığı söylenmiştir.

Aklın o kadar çeşitli yolları vardır ki hangisinden gideceğimizi bilemeyiz. Görgünün de öyle. Bu dünyada görülen olayların ortak özelliği ayrı ve değişik olmalarıdır. Bununla beraber kanunları çoğaltarak yargıçların yetkilerini daraltmak, yargılara sınır çizmek düşüncesine de yanaşılmıyor toplum olarak. Birey ve dolayısıyla toplum; kanunları yapmakta olduğu kadar onların yorumlanmasında da hürriyet ve yetki aramıştır. Kanun üzerinde yargıçlara bırakılan fikir yürütmek ve karar vermek işi, hürriyeti daraltmıştır. Dostoyevski, Suç ve ceza romanını yazarken, bireyin iyi niyetlerinin ölçüsüzce yönetildikleri zaman, kötü sonuçlara ve özgürlüğün iş görmezliğe sürüklediğini aktarmıştır ilk başta. Kendi dininde kör inançlara sahip olup, çağında dindaşlarıyla alay eden topluma bir ders vermek istemiştir. İnsanlık tarihinin bütün düşünsel ve ahlaki yalpalanmasını, özellikle de kentlerdeki her tür sınıfsal kökenden çıkan, kararsız değişken, sarsıntılı durumu bir kitapla vermiştir bize.

Dostoyevski, toplumsal eşitsizliği, bireysel ahlakı, ezilişi dile getirdiği kitabında, Raskolnikov karakteriyle en yüce yargı yeri olan vicdana ve insan aklına seslenmiştir. Toplumun eşitsizliği ve vicdan hükümsüzlüğüne karşı, insanın ahlaki yüceliğini savunmuştur karakterle. Bir suçlunun psikolojik öyküsüyle yeni bir vicdan mahkemesi yaratır. Toplumsal bir deney olarak cinayet işleyen Raskolnikov, kentlerde her tür kesimden düşünsel ve ahlaki yalpalamalar yaşayan çatı toplumudur aslında. “Ben bit miyim, yoksa insan mı?” ikileminde karakterin işlediği cinayet, Dostoyevski’nin ikilemidir. İyi ve kötü ideasını, karakteri aracılığıyla cevaplayan yazar, soruna çözümü toplumun vicdanından geçerek vermiş. Geçmiş çağlarda ve yaşanılan çağlarda toplumsal haksızlıklara karşı bir isyan içinde olan karakter, kendini sıradan insanların karşısına ve onlardan çok yukarılarda bir yerlere koyuyor. Dostoyevski, karakterinin olağanüstü bir insan olmadığını şu sözlerle verir; “yanlışlık temeldedir, “olağanüstü” insanlar teorisidir yanlış olan.” İyi ve kötünün karşılaştırmasını yapan yazar, böylelikle Platon’un kuramını doğrular karakteri üzerinden. Platon, “iyi ideası gerçek varlığın üstündedir, iyi ideasını mistik bir tecrübeyle, özel bir sezgiyle tanıyabiliriz. Çünkü iyi ideası varlığın ötesinde olmaktan başka, insanın kavrayış gücünün sınırlarının da ötesindedir. İyi ideasının kendisi tanımlanamaz, söze dökülemez ve açıklanamaz fakat başka herşeyi açıklar. İnsan bu tür bir mistik tecrübeyi yaşadıktan sonra, ideaların iyi ideasından pay almak suretiyle varlığa geldiklerini ve oldukları gibi olduklarını anlar. Gerçek ve akılla anlaşılabilir dünya ile içinde yaşadığımız duyusal dünya arasında ahlaki ve vicdani duvar vardır. İçinde yaşadığımız duyusal dünyadaki şeyler her bakımdan değişseler bile, bu dünyanın yine belli ölçüler içinde gerçek ve kalıcı olan yönleri vardır. Her bakımdan değişmeye uğrayan bu dünyada, en azından birtakım iyi idealar değişmeden aynı kalır. “ der. Dostoyevski’nin doğruladığı bu kuram yine Platon’un etkisinde kaldığı Heraklitos’un, “Sürekli değişen ve dönüşen varlıklar olan biz, insanların içsel yolculuğu da karşıtların mücadelesi, dönüşümü ve uyumu üzerine kuruludur.” Sözlerine dayanır.

Hayata Tolstoy gibi bir kont olarak gelmemiş ya da hiçbir zaman Turgenyev gibi zengin olamamış, Puşkin kadar şanslı ve dergicilik konusunda başarılı olamamıştır Dostoyevski. Cehennemi bu dünyada yaşayan yazar, eserlerinde isyanını ön plana çıkarmıştır. Vicdanın hareketliliğine özellikle Raskolnikov karakteriyle çıkan yazar, sıkı bir Rus milliyetçisi olduğu ve uç noktalarda yaşadığı hayatını sunmuş bu karakterle en başta. Dostoyevski romanlarında herhangi bir kahramanına daha fazla önem vermez; her kahramanı eşit ölçüde önemlidir. Evet bir ana kahramanı vardır ama en az ana kahramanlar kadar güçlü diğer kahramanlar da vardır. Ayrıca her romanında hayatı sorgulayan bir yanı da vardır. Hayata salt acı ya da salt üzüntü olarak bakmaz; hiçbir kahramanına da öyle baktırmaz. Aksine, duygu festivali yaşatır. İşlediği temalar, gerçekçi anlatımıyla birleşince okuyucuyu kontrollü bir kaosa sürüklüyor. Toplumsal karşı koyuş olarak; “Ahlakın taşıyıcıları, kendini diğer  insanların üzerinde görenler değil, açlığın, yoksulluğun en boğucu koşulları içinde bile hayata ve insanlara ilişkin inançlarını yitirmeyen, ahlaki yapılarında en ufak bir sarsılma olmayan, suçun, zulmün her türlüsüne karşı derin bir nefret duyan Sonya gibi sıradan insanlardır. “ sözlerini iliştirmiştir. Raskolnikov, başlarda kendisini üstün gördüğü sıradan yaşantılar için cinayet işlemiş, daha sonra bu sıradanlığıyla yüzleşmiştir. Halkın ahlaki isterlerine uyabilecek, kendisi gibi ezilen insanlarla yeniden birlikte olabilecek canlı, sağlıklı bir başlangıç, bir çıkış noktası aramıştır kendisine. Suç ve Ceza’nın çatısını oluşturan ahlaki idealler ve halksal öz, Raskolnikov’un vicdan mahkemesidir aslında.

Dostoyevski’nin romanında çizdiği tablo oldukça karanlıktır ama bu karalığı iyi ideasına çıkarmıştır. Raskolnikov, insanlığa karşı iyilik savaşı başlatır. İşlediği suçun üstünü örtmez dahası bu yükü taşımaya devam eder. Dostoyevski’nin kahramanı Raskolnikov’u, sinemaya kavrayış açısından bakan ve şiirsel bir dille belgesel ve deneysel yaklaşan Aleksandr Sokurov anlatımlamış. Karakteristik bir sinema diline sahip olan Sokurov, kavrayışa ulaşmayı amaçlıyor  sinemasında. Zamanın gizemini ve insanlığa yaşattığı varolluşsal bunalımı sıklıkla işliyor. “ İnsanın ölümsüzlükle ilgili düşüncelerinin kaynağı aslında kendisi değildir. Bizleri ölümlü yapan bedenimiz değil zamandır. Odur bizleri yoktan var edip yine yokluğa götüren. Ve yine odur bizleri bu çıkmazı fark etmemizi sağlayacak yaşanmışlığı yüzlerimize vuran. Çünkü bizi biz yapan geçmişimizdir. O, zamanın bize verdiği bir hediyedir ama aynı zamanda bizi o meşhur sona  götürdüğünü hatırlatan bir lanet. Ne zaman bir konu hakkında derinlemesine düşünsem, belli bir dikotomi yapsam hep ona varırım. İnsanoğlu yüz yıllardır varoluşunu anlamaya çalışıyor. Oysa belki de anlamamız gereken şey sadece zamandır.” Sözleriyle özetler sinemaya dair kendi ütopyasını.

1994 yapımı orijinal adı Tikhiye Stranitsy olan filmde doğrudan Raskolnikov karakteri işlenmiş. Sokurov’un şiirsel sinema dili, Raskolnikov’un cinayet sonrası vicdan mahkemesine değinmiş. Minimalizm örneği filmde, Raskolnikov’un sevdiği kız ve vicdanı arasında kurduğu dünyasını görürüz. Yüce yargı yeri olan vicdanı ön plana çıkarırken neredeyse sessiz bir belgesel vermiş Sokurov. İdealist düşünce ve varoluşu fimlerinde sıklıkla kullanan yönetmen, Rus edebiyatına olan merakını karakter incelemesi ve deneysel bir düzenekte vermiş. Bir çok karakterin olduğu ve anlamsız konuşmaların yer verildiği sahnelerde, duyduğumuz tek ses Raskolnikov’un vicdanının sesidir. Kendi ütopyasında bu mahkemeyi kuran yönetmen filmin bazı sahnelerinde ve özellikle final sahnesinde gösterdiği aslan heykeliyle, Sergei Eisenstein’ın 1925 yapımı Potemkin Zırhlısı filmine selamını vermiş. Varoluşçu bunalımı  ve çaresizliği temsil eden bu sahneyle, Raskolnikov’un vicdan ve halktan biri olma çabasına göndermesi olmuş. Raskolnikov’un, “Eğer ben insanlar arasında bir hiçsem” sözlerini filmin genel bütününe serimleyen yönetmen, kullandığı görsel ve şiirsel temalarla toplumun vicdanına bir son bırakmış.

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder