Türlü devlet biçimleri ve devleti oluşturan toplumlarda
neyin eğri, neyin doğru olduğunu açıklarken hala bir kesinlik söz konusu
değildir. Bunca ulusun yasalarından, törelerinden bu kadar eğreti bilginlikle
söz etmek yine hukuk kavramının açıklığına getirir. Doğrulukla, akıllıca düzenlenmemiş her toplumun
geldiği nokta yine yasal boşluklar olmuştur. İnsan alelade zaman anlayışı ufku
içinde işlevini sürdürürken, toplumu meydana getiren ontolojilerin merkezi
sorununa tutumsuz kalmıştır. Doğru olarak görülen ve doğru olarak açığa kavuşturulan
kuralları yok sayarak kendi bağımsız modus ve türevleriyle kendi görünürlüğüne
uzanmıştır. İnsanı; en demokrat, en özgürlükçü, en ilerici bir varlık olarak
kabul eden liberal düşünceyi kurumsallaştıran yine insanın hukukla olan amansız
savaşıdır.
İlk başta ahlak
maskesi içinde ortaya çıkan, belli bir kurala bağlanmış yaşama üslubu anlamındaki
hukuk,
hukuki pozitivizm akımına göre ise adalet, hali hazırdaki mevcut hukuki
sistemi ile değerlendirilir. Yani pozitif
hukukun belirlenmesinden sonra adalet ile
ilgili tespitler yapılmaya başlanmıştır. Bu anlayışa göre adaletin
gerçekleştirilmesi mevcut hukuki sistemin gerektiği gibi uygulanmasıyla olur. Adalet,
yasamanın iradesi tarafından konmuş hukukun yasalarda öngörüldüğü bicimde
yerine yerine getirilmesi ile
gerçekleşeceğinden, mevcut hukuki sistem ile sınırlıdır. Yani bu akım
adaleti norm üstü, hukuk üstü bir ide olarak değil kuralların öngörüldüğü
şekilde uygulanıyor olması ile eşdeğer olarak görür. Bu nedenle her hukuki
sistemin kendine has bir adalet tasavvuru olduğunu savunan ve adaletin ancak bu
hukuk kurallarının uygulanması yoluyla sağlanabileceğini benimseyen pozitif
hukuk görüşü, bu anlamda adaletin göreliliğini savunur.
Adaletin göreliliği ve toplumdan bireye yansımasını,
birey üzerinden distopik ele ala Franz Kafka; ahlaken kuşkulu, yasalılığa itirazcı, Tanrı’nın
takdirine karşı itaat yükümlülüğüne kavramsal bir zıtlık yaratmıştır. Ekonomik evren,
püriten ahlakın en tutarlı antitezini Josef K. Karakterini yaratarak vermiştir. Doktrinel temel
ve yöntem açısından bir çok kaynakta araştırmaya tabi tutulan püriten anlayışına
açık bir dille girmiştir Kafka. Püriten bir
ahlak adaletini antagonist karşısına protagonist Josef K’yı çıkarıyor yazar. Basit
denilebilecek bir hayata sahip Josef K. Karakterinde bedensel üstünlük ya da
insanlığın geri kalanından zihin üstünlüğü yönünden bir ayrım yaratmamış Kafka. Fakat zihnin niteliğini görmek, bedenin ve
pür ahlak toplumunun niteliğini görmekten daha zordur idesini zihnimize iletiyor. Yasalar ve suçlu-suçsuz ayrımı içinde;
doğadan bazıları özgür, bazılarıyla köledir ve bunlar için, kölelik etmek hem
doğru hem de uygundur.
Aristoteles, köleliğin doğallığından ve kanıtlanmamasına
değinirken; ‘Her toplumda ağaç kesecek ve su çekecek birileri olmak zorundadır’
der. ‘Kuvvet haktır’ düşüncesini savunan Aristoteles’in karşısına, sıradan bir
yaşantıya sahip ve sahip olduğu hayatın içinde bir sabah suçlu olarak yer alan
Josef K’yı koyuyor Kafka. Bir çok hukukçu gerçekte, bireyin özgürlüğüne ve suçlu
olma durumuna sınırlama getirilmesine ve ispat evresine ‘kuvvet haktır’ sözüyle
karşılık verirler. Kahramanın eylemi
sonuncu gelen yıkım, onunla birlikte toplumsal düzeni de sarsacak, onun acısı
tüm topluma mal olacaktır. Yıkımla gelen bu acının bireysel olmaktan çıkıp
toplumsallık kazanması ile bu durumun dramatik olmaktan çıkıp trajik boyut
kazanması arasında birebir ilişki vardır. Bu ikisi, birbiriyle paralel yürüyen
olgulardır. Josef K’nın yolculuğu tam olarak böyledir. Josef K. artık antik
tragedyalarda görüldüğü gibi düzenin başındaki aristokrat bir yönetici, bir
efsane kahramanı, erki elinde bulunduran bir kral ya da tanrılar dünyasından
biri değildir. Yapmadığı bir eylem ile tüm toplumsal düzeni etkileyip sarsacak
güç ve konuma da sahip değildir. O, içinde bulunduğu toplumun ekonomik,
siyasal, sosyal koşullarının, ahlaki, dinsel ve kültürel değer yargılarının
ürünü olan, sıradan bir insandır. İnsanın sosyal bir varlık olması onu diğer
insanlarla bir arada yaşamaya yönelmiş, başlarda bir topluluk şeklinde ortaya
çıkan bu beraberlik gereksinimlerin sonuçlanması üzerine toplum olabilmek amacıyla
belli düzen kurallarına ihtiyaç duymuştur. İnsana ait bir olgu olan toplumsal
düzen kuralları çeşitli vasıtalarla irdelenmiş; kökeni, esası, dayandığı
temelleri açıklanmaya çalışılmıştır. Bu vasıtaların başında gelen hukuk
felsefesi de kendine özgü bakış açısıyla hukuk olgusunu ele almış,
değerlendirme ve tespitlerde bulunmuştur. Bütün bu olguların içinde insan
özgürlüğünün suça dönüştüğü distopyayı kurgularken Kafka, ‘özgürsün, onun için
mahvoldun’ cümlesine tutuklamıştır Josef K’yı. Bir sabah dev bir böceğe dönüşen
Gregor Samsa ile farkı özgürlüğüdür. Felsefedeki maddeci ve ideci bakış
ayrımını hukuk felsefesi alanına işleyen yazar, içimizden sıradan bir karakteri
alarak bir sabah suçlu olarak uyandırmış. Hukuk olgusuna realist-maddeci açıdan
bakarak hukukun öz ve esasını bu evredeki somut ve deneysel insanlar arası
ilişkilere bağlamış. Duruma idealist açıdan baktığında ise; hukuku soyut, ideal,
transandan, ussal, pozitivite üstü bir evrenin ürünü olarak ele almış. Birinci
düşüncede Josef K.’nın masumiyetini; hukukun özünü, insanın somut biyolojik
varlığında, ya sosyo ekonomik ilişkilerde, ya da normun kendisel varlığında(pozitivitesinde)
sorgulamış. İkinci düşüncede hukuku adalet idesine bağlayarak, adalet idesi ya
akıllı bulunmakta ya da sezgi aracılığıyla bir değer olarak ortaya çıkmakta ya
da tanrısal adalet olarak kendisi göstermektedir düşüncesine ulaşmış.
Hukuk felsefesinde en çok tartışılan kavramların başında
adalet gelir. Bu kavramın ne olduğu, dayandığı temel, hukukla ilişkisi üzerine
farklı farklı görüşler ileri sürülmüştür. İlk Çağlardan günümüze kadar bu fikir
hakkında çeşitli sorular sorulmuş, verilen cevaplardan daha başka sorular üretilerek
bu kavram belirginleştirilmeye çalışılmıştır. Kafka, adalet kavramının insanin
içinde olduğunu yine bir pasajla özetler. Bir sabah suçsuz yere evinden alınan
ve mahkemeye çıkarılan Josef K’yı hiç kimse dinlememiştir. Suçunun ne olduğunu
bilmeyen Josef K’yı dinleyen tek kişi; ona nasıl ulaştığını bilmediğimiz rahiptir.
Katedralde tek başına oturan Josef K.’ya bir hikaye anlatır:
"Hikaye,
mahkemeye girmek için çok uzun bir yoldan gelen taşralı adam ile karşısına
çıkan ve ona yol vermeyen kapıcı arasında mahkemenin kapısının önünde
geçmektedir. İçeri girip giremeyeceğini soran taşralı adama kapıcı,
“İstersen beni geçip girmeyi deneyebilirisin”, der. Ardından da ilk
kapıdan sonra birçok kapının olduğunu ve her kapıda kendisinden çok daha güçlü kapıcıların
olduğunu belirtir. İçeri izinsiz girmeye teşebbüs etmeyen taşralı adam, içeri
alınması için her yolu dener ve içeri alınacağı günü kapıcının verdiği
tabureye oturarak beklemeye başlar.Taşralı adam gittikçe yaşlanır. İçeri
girebilmek için, her türlü yolu denemiştir. Rüşvet bile vermiştir. En
sonunda ölmeden önce kapıcıya, bunca yıldır mahkemeye kendisinden başka girmek
isteyenin neden olmadığını sorar. Ve kapıcı başkasının giremeyeceğini, çünkü bu
girişin sadece onun için olduğunu söyler. Bu sözler aslında mahkemenin sadece taşralı adamın bakışlarında var olduğunu
göstermektedir.”
Adaletin
insanin içinde bulunduğunu; Hristiyanlıkta yaygın olan püriten anlayış ve
etkisinde kalan topluma karşı yine Hristiyan bir din adamının adaletiyle vermiş
Kafka. Denkleştirici adalet kavramının,
hukuki ilişkide taraf olanların eşit muamele görmesi gereğini din adamı yerine
getirmiş Kafka’nın davasında. Romalı hukukçu Ulpian adaleti; herkese payına
düşeni vermek konusunda sürekli ve sonsuz şekilde çaba harcanması olarak
nitelendirmiştir. Grotius, adaleti söze bağlılık ile açıklarken Hobbes, sözleşmeye
uymamayı adaletsizlik saymıştır. Adaletin varlığının temel şartının toplumda
güvenliğin ve düzenin sağlanması olduğunu belirtip güvenliğin olmadığı toplum
hayatında adaletten de söz edilemeyeceğini ifade etmiştir. Rousseau ise,
adaletin temel niteliğinin karşılıklılık olduğunu ileri sürmüştür. John Stuart
Mill, adalet ve fayda kavramları arasında ilişki kurulması gerektiğini bu
ilişki kurulmaksızın adalet kavramına içerik sağlanamayacağını ifade etmiştir.
Marx ve Engels ise daha başka bir açıdan yaklaşarak adalet kavramının
kapitalist düzendeki sömürünün bir maskesi olduğu görüşünü taşımışlardır. Aristoteles’e
göre adalet, karakter erdemleri arasında önemi bakımından diğerlerinden
ayrılır. Çünkü adalet kendi amacını kendinde taşıyan bir karakter erdemidir.
Diğer erdemler, kişinin kendi iyiliği için iken, adalet erdemi başkalarının da
iyiliği içindir. Dolayısıyla adalet, insanın diğer insanlarla kurduğu
ilişkilerde ortaya çıkar. Adalet erdemi de diğer karakter erdemleri gibi bir
orta olma durumudur.9 Platon’da diğer bütün erdemleri kuşatan en yüksek erdem
olarak gördüğümüz adaleti Aristoteles de çok önemsemiş, temel direğini eşitlik
düşüncesi olarak belirttiği bu kavramı genel bir açıdan ele almakla yetinmeyip
dağıtıcı adalet, denkleştirici adalet ve hakkaniyet olmak üzere çeşitli türlere
ayırarak incelemiştir.
Kafka’nın
Dava’sını sinemanın zeminine serimleyen
Orson Velles yine dinamiğini adaletin aksayan yanlarına vermiş. 1962 yapımı, özgün adı Le Proces olan filmin
baş karakterini Anthony Perkins oynamıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder