İlk insandan itibaren insanoğlu, evrenin ve hayatın merkezinde yer almıştır. Evrende varlığının manasını önce masumiyetinde sonra sevgi ve öfkesinde aramıştır. Bütün bunlara kılavuzluk eden dini olguları önüne katan insan; ruhani otorite sağlarken sevgi ve öfkesini, dolayısıyla bu iki gücü birbirine karşı getirip, kendi içsel savaşını çıkarmıştır. Daha çok göze görünür olan ve doğal aklın daha açık ışığında duran ruhani otoritesinde, giderek masumiyetten uzaklaşmış ve hergünkücülüğe yaklaşmıştır. Besleyici bir kuvvet olan din ise, hareket ettirici ve dizginleyici bir kuvvet olmaktan çıkıp, buyurma yetkilerini rasyonel kuvvete çevirmiştir. Varoluş nedeni ve amacının cevabını dinde bulan insan, insanlık tarihi kadar eski ve köklü geçmişi olan bu değerle; bütün dinlerde insana verilen üstün değerlere ulaşmıştır. İnsanlık tarihi boyunca, sayısız filozof ve düşünür “İnsan nedir? Sorusuna cevap aramıştır. Bu nedenle ilk çağlardan günümüze kadar insan için birçok tanım yapılmıştır. Örneğin; Aristo insanı “Medenileşmiş ve bilgi edinme yeteneğine sahip hayvan” olarak tanımlamıştır. Platon ise insanı “Tüyleri olmayan iki ayaklı hayvan” olarak tarif etmiştir. Özellikle insan ve hayatın anlamı üzerinde duran Stoacılar, insanı “düşünen öz” olarak ithaf ederek, sadece akıllı insanların mutluluğa ulaşabileceğini belirtmişlerdir. Modern dönemde ise Pascal, insanı sonsuzluk ile hiçlik arasında bulunan bir varlık olarak tarif eder. O, bu durumu şu cümlelerle ifade eder: “İnsan ne acayip bir yaratıktır! O, ne kadar yeni, ne kadar saçma, ne kadar karmaşık ve çelişkilerle doludur ve henüz mükemmel değildir. O her şeyin hakimidir ancak hala zayıf bir solucandır. O gerçeğin deposudur ve hala yanlışlık ve şüphenin içerisine dalar. O evrenin şerefi ve pisliğidir.” İnsan sorununa özel bir önem veren ve insanın Tanrı’yı öldürdüğünü ifade eden Nietzsche ise, insanın kim olduğunu ve anlamının ne olduğunu keşfetmesi gerektiğini savunur. İnsana yüklenmeye çalışılan bu anlamlar tarihler boyu devam etmiştir ve hala devam etmektedir. İnsanın tek boyutta veya bir hayvan olarak algılanmaya çalışıldığı kanaati ağır basmıştır. Dolayısıyla bu tanımlar evrenin en karmaşık problemi olarak kalmıştır.
SPRİNG(İLKBAHAR)
Yaşlanmış manastır kapısı ve arkasında KİM Kİ-DUK’UN müthiş
betimlemesiyle doğanın bütün güzellikleri kadraja girer. Filmin bütününü alan
ve merkezini oluşturan küçük bir çocuk ile ustasının hikayesi burada başlar. İnsanlardan
kendisini soyutlayan ustanın hayatı aslında kısır döngüdür yani mevsimler gibi
dönüyordur. Mevsimlerin rengini değiştiren ise çocuktur aslında. Masumiyeti simgeleyen
çocuk aslında giderek değiştirecektir bu döngüyü. Dinlerin yapıcı potansiyeline
ışık tutmak isteyen yönetmen, dini kurallara duyulan bu güveni, çatışmanın
tarafları olan sevgi arabuluculuğuyla dinlere söz konusu olan bir üslupla
işlemiş. Sözlü aktarımlar ve geleneklerin oluşturduğu geniş yelpaze her din
içerisinde farklı ve çok çeşitli mezheplerin, akımların, cemaatlerin ve
grupların oluşmasını da beraberinde getirmiştir. Bütün bunların dışında soyut
bir kavram olarak ele aldığı yaşamı ve usta karakterini yalın ve gelenekçi bir
dille anlatımlamış yönetmen. Yönetmenin yakın markajına aldığı Budizm
anlayışını usta karakterinde görüyoruz. “Uyanmış
kişi-farkında olan” anlamına gelen Budizm bir tür toplumdan uzaklaşma ve saf
sevgi ve ibadete yönelme manasına gelir. Budizm’in kurucusu olan Siddhartha,
hayattaki acılarının kaynağını açıklamak amacıyla yaptığı uzun çalışmalar
sonucu ızdırabı sona erdirecek bir manevi anlayışa ulaşır ve böylelikle Budalık’a
erişir. Bir prens olarak doğduğu toprakları ve krallığını terkeden Siddhartha, uzun
çalışmalar sonucunda ve insanlardan uzak kalarak aydınlanmaya ulaşmıştır. Manastırda
kapılar arkasında bir gölün ortasında yaşayan ustanın hayatına nakışladığı konu
tam olarak bu anlayıştır. Tanrı’ya hizmet etmenin yolunun, insana hizmet
etmekten geçtiğini ilke olarak benimseyen Konfüçyüsçülüğün içerisinde yer
aldığı anlayışta geçen, insanın nasıl terbiye edileceği ve onun sahip olması
gereken ahlaki özellikler üzerinde duran yönetmen burada çırak karakterini ön plana
çıkarıyor. Masumiyeti simgeleyen çocuk giderek bu saflığı kaybediyor. Doğa ile
olan iletişiminde çocuk giderek masumiyetten uzaklaşıyor. İyi-kötü
zıtlıklarını ön plana çıkaran yönetmen, çocuklar için iyi ve kötü idealarına
değinmiş. Kahkahaalr eşliğinde hayvanlara yaptığı işkenceleri görürüz çocuğun. Bir
sabah uyandığında sırtında bir taşla uyanan çocuk, “bunu neden yaptın?” diye
sorar ustasına. Aynı şeyi onun da hayvanlara yaptığını söyleyen ustası,
hayvanlardan birinin ölmesi halinde, kalbinde ömür boyu bir taş taşıyacağını
söyler. Balık ve yılanın öldüğü, kurbağanın hayatta kaldığını öğrenen çırak,
gözyaşlarına boğulur. Böylelikle çocuğun da İlkbaharın da masumiyeti sona erer.
İnsana ve diğer bütün canlılara verilen değer ekseninde birçok dinde her ne kadar
teferruata inilse de bazı farklılıklar görülebilir. Fakat yaşayan bütün
canlıların canını, aklını, malını, dinini korumaya yönelik emir, yasak ve
uygulamalar mevcuttur. Nitekim bir çok dinde çeşitli şekillerde vurgulanan “Kendine
yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma!” sözü de yaşayan bütün
canlıların temel haklarına saygının sloganı olarak kabul edilmiştir. Burada dinlerin
aracısı ve terbiye edici görevi usta karakterinde görüyoruz. Çırağın işkence
ettiği hayvanlar; balık, yılan, kurbağa mitolojik bir çok anlama gelmektedir. Yönetmenin
özellikle vurguladığı hayvanlardan balık evrensel sevgiyi, ve dünyevi
olaylaydan uzaklaşmayı yani aydınlanmayı temsil eder. Balığın ölmesi, çırağın
bu aydınlanmaya erişse de ruhunda ki zıtlıkları aşamayacağına işarettir. Sonbahar
bölümünde bunun etkilerini daha çok görürüz. Yılan bir çok inançta farklı
anlamlara gelmektedir. Buddha’ya göre insanı tedavi eder, deri değiştirme
eylemi; yeniden doğum, süreklilik ve döngüyü anlatır. Filmin bütününe hakim
olan mevsimler ve döngü buna işarettir. Hayatta kalan kurbağa ise; yenilenme ve
dönüşümün sembolüdür.
SUMMER(YAZ)
FALL(SONBAHAR)
Masumiyet, sevgi ve şehvetten sonra hırs ve öfkeye
dönüşmüştür Sonbaharla birlikte. Zıtlıklarla dolu yaşantısı tamamen değişmiştir
çırağın. Bencillik, hırs ve kibri ele geçirmiştir benliğini. Ustasının bütün
öğretilerini arkasında bırakarak sevginin peşinden gider ve manastırdan çıkar. Kibir
ve hırsı onu katil yapmıştır. Masumiyeti ve inançlarını bıraktığı Manastır’a
geri döner. Üstün insanın hayat tarzını belirlemeyi kendisine amaç edinen ve
bir ahlak öğreticisi olan Konfüçyüs düşüncesinden gider yönetmen yine. İnsanların
doğruluk için dünyaya geldiğini ve doğruluğun peşinde olan , hatalarından ders
alarak doğru yolu bulan, bencil olmayan, üstün meziyetlere sahip, ne yaptığının
bilincine varan insanların erdemli, üstün ve soylu insanlar olduğunu belirtir
Konfüçyüs düşüncesi. Çırağın öfke ve bencilliğine yine bir terbiye etme üslubuyla
yaklaşır ustası. Beyaz bir kedinin kuyruğuyla içinde öfke duyduğu isimleri
kazır ve boyar çırak. Yardım ve merhamet duygularına dem vurmuş biraz da bu
bölümde yönetmen; çırağı tutuklamak için gelen filmde sadece ismini duyduğumuz iki polis,
çırağa yardım ederler ve boyarlar isimleri. Filmde hiçbir karakterin ismi
yoktur, iki polis hariç. Çırak karakterine yüklediği misyon bir nevi kısır
döngüdür aslında. Ustadan çırağa geçen döngü. Aydınlanma ve arınma yolunda
karakterlere yüklediği misyon, Budizm’in kurucusu Siddhartha’nın hayatıdır
aslında. Eğlence ve lüks içinde yaşarken, acılar karşısında ruh sükünetini
yitirmeyen bir keşişten etkilenerek gerçek hayatın saraydakinden farklı
olduğunu anlamış ve altı yıl boyunca ağır bir zühd hayatı yaşamıştır Siddhartha.
Sonunda aşırı zevk düşkünlüğü gibi şimdiki aşırı zühdün de insanı gerçeğe
ulaştıramayacağını anlayınca, Neranjara nehri kıyısında bir tür incir ağacı
altında aydınlanmaya erişmiştir.
WİNTER(KIŞ)
Kış gelmiştir ve döngü başlar. Artık ne masumiyet vardır
ne öfke ne bencillik. Geriye sadece vicdan ve teslim alınan döngü kalmıştır. Yılanın
deri değiştirme vakti gelmiştir. Buda’nın verdiği ilk vaaz olan “Aşırıklıktan
kaç” devreye girmiştir. İnsanın doğduğu zaman yumuşak ve zayıf, öldüğünde ise
sert ve güçlü olduğu bildirilir. Ustanın ölümüyle, kış bütün gücünü göstermeye
başlıyor. Yılanın deri değiştirmeye başlaması ve Manastır’a kucağında bebeğiyle
gelen bir kadın döngünün habercisidir. İnsanla gerçek arasında hayatın
ızdıraplarla dolu olduğu şeklindeki kötümser anlayış Buda telkininin temelini
oluşturur. Buda öğretisinin temelini oluşturan; insanın varlığı kötülük,
tatminsizlik, hastalık, yaşlılık, ölüm gibi ızdıraplarla yoğrulmuştur düşüncesiyle; Kış, İlkbahar’a döner.
SPRİNG(VE İLKBAHAR)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder