24 Ağustos 2020 Pazartesi

Spring, Summer, Fall, Winter and Spring(ilkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar) üzerine

 İlk insandan itibaren insanoğlu, evrenin ve hayatın merkezinde yer almıştır. Evrende varlığının manasını önce masumiyetinde sonra sevgi ve öfkesinde aramıştır. Bütün bunlara kılavuzluk eden dini olguları önüne katan insan; ruhani otorite sağlarken sevgi ve öfkesini, dolayısıyla bu iki gücü birbirine karşı getirip, kendi içsel savaşını çıkarmıştır. Daha çok göze görünür olan ve doğal aklın daha açık ışığında duran ruhani otoritesinde, giderek masumiyetten uzaklaşmış ve hergünkücülüğe yaklaşmıştır. Besleyici bir kuvvet olan din ise, hareket ettirici ve dizginleyici bir kuvvet olmaktan çıkıp, buyurma yetkilerini rasyonel kuvvete çevirmiştir. Varoluş nedeni ve amacının cevabını dinde bulan insan, insanlık tarihi kadar eski ve köklü geçmişi olan bu değerle; bütün dinlerde insana verilen üstün değerlere ulaşmıştır. İnsanlık tarihi boyunca, sayısız filozof ve düşünür “İnsan nedir? Sorusuna cevap aramıştır. Bu nedenle ilk çağlardan günümüze kadar insan için birçok tanım yapılmıştır. Örneğin; Aristo insanı “Medenileşmiş ve bilgi edinme yeteneğine sahip hayvan” olarak tanımlamıştır. Platon ise insanı “Tüyleri olmayan iki ayaklı hayvan” olarak tarif etmiştir. Özellikle insan ve hayatın anlamı üzerinde duran Stoacılar, insanı “düşünen öz” olarak ithaf ederek, sadece akıllı insanların mutluluğa ulaşabileceğini belirtmişlerdir.  Modern dönemde ise Pascal, insanı sonsuzluk ile hiçlik arasında bulunan bir varlık olarak tarif eder. O, bu durumu şu cümlelerle ifade eder: “İnsan ne acayip bir yaratıktır! O, ne kadar yeni, ne kadar saçma, ne kadar karmaşık ve çelişkilerle doludur ve henüz mükemmel değildir. O her şeyin hakimidir ancak hala zayıf bir solucandır. O gerçeğin deposudur ve hala yanlışlık ve şüphenin içerisine dalar. O evrenin şerefi ve pisliğidir.” İnsan sorununa özel bir önem veren ve insanın Tanrı’yı öldürdüğünü ifade eden Nietzsche ise, insanın kim olduğunu ve anlamının ne olduğunu keşfetmesi gerektiğini savunur. İnsana yüklenmeye çalışılan bu anlamlar tarihler boyu devam etmiştir ve hala devam etmektedir. İnsanın tek boyutta veya bir hayvan olarak algılanmaya çalışıldığı kanaati ağır basmıştır. Dolayısıyla bu tanımlar evrenin en karmaşık problemi olarak kalmıştır.

 Mutlak egemenlik içinde doğan için akli ilkelere ve dini bir kılavuz arayan insanın öncelikle masumiyeti ön plana çıkmış daha sonra sevgi ve öfkede kontrolü aranmıştır. Tarihte bütün dinlerde insan ve sevgi üzerine gidilmiştir en çok. İnsanın doğuştan gelen saflık ve masumiyetini sevgiye çevrilmesine bakılmıştır. Sevgi ve hoşgörü anlayışının ön plana çıktığı dinlerde, insanın temel haklarına yönelik birçok atıf vardır. Akla yani düşünme gücüne sahip yegane varlığın insan olması ve sevgi ve öfkesiyle sınanması bütün dinlerde keskinleştirilmiştir. Sevgi, tarihte bütün dinler ve medeniyetlerde ifadesini bulmuş en önemli kavramlardan biridir. Öyle ki, Doğu’dan Batı’ya geleneksel toplumlardan en karmaşık olanlarına kadar her kültürde mutlaka sevgiye karşılık gelen bir ifade bulunmaktadır. Sevgi, soyut bir ifade şekli olan kelimelerle olduğu gibi, somut ve sanatsal ifade şekilleriyle de kendini söz konusu kültürlerde tezahür ettirmiştir. İnsanlığın ortak paydasını oluşturan bu duygu dinlerin kutsal metinlerinde işlenmiştir. Sevgi her biri kendi ifade tarzına göre insanlara mesajını ulaştırmada bir bakıma dinlerin merkezini oluşturmuştur, denebilir. En çok dikkati çeken husus ise, sevginin dinlerdeki yerinin daima en üst düzeyde olmasıdır. Kimi dinlere göre sevgi varlığın gayesi, kimilerine göre de Tanrı’ya ulaştıran vasıtadır. Kesin olan şu ki, sevgiye yer vermeyen hiçbir din yoktur. Varlığı belli bir hiyerarşik yapı içerisinde tanımlayan dinler, insan ile insan arasındaki sevgiye önem vermekle beraber, insan ile Yaratıcı arasındaki sevgiye çok daha özel bir önem vermektedir.  Sevginin türlerini tamamını tasvir etmede sadece insandan insana değil, insandan bütün canlılara diye genişletilmiştir bütün dinlerde.

 İnsanın temel yaşam koşulları arasında doğumundan başlayan masumiyeti ve bunu besleyen dolaylı yollarla bozan; sevgi, nefret, öfke ve varlığın temel ilkelerini, doğa ve izole bir yaşam üzerinden veren, Güney Koreli yönetmen KİM Kİ-DUK, 2003 yılında;  Spring, Summer, Fall, Winter and Spring(İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar) çekmiştir. Mevsimlerin karakteristik özelliklerini ve insanın doğasına ait; sevgi, öfke, şehvet duygularını merkezine alan yönetmen, doğanın yansımalarıyla oluşturduğu metaforlarla insan ruhunun dışa yansımasını çizmiş adeta. Yönetmenin kendine özgü sinema anlayışı ve merkezine aldığı konuları serimleyişi, kendi hayatının yansıması niteliğinde. Güney Kore’de halkın büyük bir çoğunluğu, hayattaki acı, ızdırap ve tatminsizliğin  kaynaklarını açıklamak ve bunları gidermenin yollarını göstermek inancında olan Budizm’i benimsemişlerdir. Budizm’den sonra Hristiyanlık ve daha sonra Konfüçyüsçülük, Şamanizm dinleri gelir. Halk genel itibariyle seküler bir yaşam tarzını benimsemiştir. Budizm öğretisine daha yakın olan KİM Kİ-DUK, bu anlayışa yaklaştıran bütün zorluklardan geçmiştir. Filmde değindiği ve serimlediği konular her ne kadar bütün dinlerin ortak anlayışı gibi görünse de insanı terbiye etme, kısır döngü ve insandan soyutlanıp doğaya yaklaşma daha çok Budizm felsefesine götürüyor. Yumuşak ve mistik anlatım tarzıyla, insanın değişimi ve kapılar arkasında kalan masumiyetini farklı bir boyuta getiriyor. Kadrajına aldığı ağaçlar ve mistik bir görünüme sahip manastır adeta insanın iç dünyasında çok derinde kalan masumiyeti anlatıyor. Mevsim geçişleriyle, insanın değişimini aynı duyguda birleştiren yönetmen; Budizm anlayışı, birçok felsefede ve üstü örtük geleneklerde kutsal sayılan hayvanlara derin manalar yüklenmiş filmde.

 

SPRİNG(İLKBAHAR)

Yaşlanmış manastır kapısı ve arkasında KİM Kİ-DUK’UN müthiş betimlemesiyle doğanın bütün güzellikleri kadraja girer. Filmin bütününü alan ve merkezini oluşturan küçük bir çocuk ile ustasının hikayesi burada başlar. İnsanlardan kendisini soyutlayan ustanın hayatı aslında kısır döngüdür yani mevsimler gibi dönüyordur. Mevsimlerin rengini değiştiren ise çocuktur aslında. Masumiyeti simgeleyen çocuk aslında giderek değiştirecektir bu döngüyü. Dinlerin yapıcı potansiyeline ışık tutmak isteyen yönetmen, dini kurallara duyulan bu güveni, çatışmanın tarafları olan sevgi arabuluculuğuyla dinlere söz konusu olan bir üslupla işlemiş. Sözlü aktarımlar ve geleneklerin oluşturduğu geniş yelpaze her din içerisinde farklı ve çok çeşitli mezheplerin, akımların, cemaatlerin ve grupların oluşmasını da beraberinde getirmiştir. Bütün bunların dışında soyut bir kavram olarak ele aldığı yaşamı ve usta karakterini yalın ve gelenekçi bir dille anlatımlamış yönetmen. Yönetmenin yakın markajına aldığı Budizm anlayışını usta karakterinde görüyoruz.  “Uyanmış kişi-farkında olan” anlamına gelen Budizm bir tür toplumdan uzaklaşma ve saf sevgi ve ibadete yönelme manasına gelir. Budizm’in kurucusu olan Siddhartha, hayattaki acılarının kaynağını açıklamak amacıyla yaptığı uzun çalışmalar sonucu ızdırabı sona erdirecek bir manevi anlayışa ulaşır ve böylelikle Budalık’a erişir. Bir prens olarak doğduğu toprakları ve krallığını terkeden Siddhartha, uzun çalışmalar sonucunda ve insanlardan uzak kalarak aydınlanmaya ulaşmıştır. Manastırda kapılar arkasında bir gölün ortasında yaşayan ustanın hayatına nakışladığı konu tam olarak bu anlayıştır. Tanrı’ya hizmet etmenin yolunun, insana hizmet etmekten geçtiğini ilke olarak benimseyen Konfüçyüsçülüğün içerisinde yer aldığı anlayışta geçen, insanın nasıl terbiye edileceği ve onun sahip olması gereken ahlaki özellikler üzerinde duran yönetmen burada çırak karakterini ön plana çıkarıyor. Masumiyeti simgeleyen çocuk giderek bu saflığı kaybediyor. Doğa ile olan iletişiminde çocuk giderek masumiyetten uzaklaşıyor. İyi-kötü zıtlıklarını ön plana çıkaran yönetmen, çocuklar için iyi ve kötü idealarına değinmiş. Kahkahaalr eşliğinde hayvanlara yaptığı işkenceleri görürüz çocuğun. Bir sabah uyandığında sırtında bir taşla uyanan çocuk, “bunu neden yaptın?” diye sorar ustasına. Aynı şeyi onun da hayvanlara yaptığını söyleyen ustası, hayvanlardan birinin ölmesi halinde, kalbinde ömür boyu bir taş taşıyacağını söyler. Balık ve yılanın öldüğü, kurbağanın hayatta kaldığını öğrenen çırak, gözyaşlarına boğulur. Böylelikle çocuğun da İlkbaharın da masumiyeti sona erer. İnsana ve diğer bütün canlılara verilen değer ekseninde birçok dinde her ne kadar teferruata inilse de bazı farklılıklar görülebilir. Fakat yaşayan bütün canlıların canını, aklını, malını, dinini korumaya yönelik emir, yasak ve uygulamalar mevcuttur. Nitekim bir çok dinde çeşitli şekillerde vurgulanan “Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma!” sözü de yaşayan bütün canlıların temel haklarına saygının sloganı olarak kabul edilmiştir. Burada dinlerin aracısı ve terbiye edici görevi usta karakterinde görüyoruz. Çırağın işkence ettiği hayvanlar; balık, yılan, kurbağa mitolojik bir çok anlama gelmektedir. Yönetmenin özellikle vurguladığı hayvanlardan balık evrensel sevgiyi, ve dünyevi olaylaydan uzaklaşmayı yani aydınlanmayı temsil eder. Balığın ölmesi, çırağın bu aydınlanmaya erişse de ruhunda ki zıtlıkları aşamayacağına işarettir. Sonbahar bölümünde bunun etkilerini daha çok görürüz. Yılan bir çok inançta farklı anlamlara gelmektedir. Buddha’ya göre insanı tedavi eder, deri değiştirme eylemi; yeniden doğum, süreklilik ve döngüyü anlatır. Filmin bütününe hakim olan mevsimler ve döngü buna işarettir. Hayatta kalan kurbağa ise; yenilenme ve dönüşümün sembolüdür.

 


SUMMER(YAZ)

 Masumiyetten sevgi ve şehvete geçer bu bölümde yönetmen. İnsan hayatının ayrılmaz bir parçası olan sevgi ve şehvet, geçmişten günümüze insanın varoluşsal anlam arayışına bir cevap vermiş ve hayatına anlam kazandırmasına vesile olmuştur. Temas edilen dinlerde bunu desteklemiştir. Sevginin olduğu bir dünyada insanın; huzur, mutluluk ve güven içerisinde yaşayabilmesi adına ona sevmek hissini vermiştir. Sevginin ve şehvetin aşırısını bütün dinler neredeyse sakıncalı bulmuştur. Manastıra gelen bir kadın ve büyüyüp tutku ve hazlarını keşfeden çırak. Sevgi iyileştirir diyen bütün öğretilerin ispatı gibi. Üstü örtük geleneklerin belirlediği ahlaki kurallardan haberdar olarak büyüyen çocuk, tutku ve şehveti keşfeder bu kadınla. Ahlaki kuralların dışına çıkılan bütün sahnelerde Buddha heykeli karartılır. Karanlıktan aydınlığa çıkış yolunda, yönetmen aykırı bir yol ayrımı vermiş. Usta, ahlaki dayatmalar ve aşırıya kaçan sevginin şiddetini anlatarak bu yakınlaşmayı onaylamaz.“Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar. Ölümleri olur zaferleri, öpüşürken yanıp tutuşan ateşle barut gibi.” William Shakespare’nin bu sözlerine atıfta bulunan yönetmen, ustanın ağzından verir bu sözleri. Artık onun iyileştiğini ve onun sadece bir hasta olduğunu vurgular. “Eğer biz insana hizmet edemezsek, ruhlara nasıl hizmet edebiliriz?” diyerek Tanrı’ya hizmet etmenin yolunun insana hizmet etmekten geçtiğini ve insan doğasının temel prensibinin erdem olduğunu vurgulayan Konfüçyüs  düşüncesini benimser yönetmen bu bölümde.

 

FALL(SONBAHAR)

Masumiyet, sevgi ve şehvetten sonra hırs ve öfkeye dönüşmüştür Sonbaharla birlikte. Zıtlıklarla dolu yaşantısı tamamen değişmiştir çırağın. Bencillik, hırs ve kibri ele geçirmiştir benliğini. Ustasının bütün öğretilerini arkasında bırakarak sevginin peşinden gider ve manastırdan çıkar. Kibir ve hırsı onu katil yapmıştır. Masumiyeti ve inançlarını bıraktığı Manastır’a geri döner. Üstün insanın hayat tarzını belirlemeyi kendisine amaç edinen ve bir ahlak öğreticisi olan Konfüçyüs düşüncesinden gider yönetmen yine. İnsanların doğruluk için dünyaya geldiğini ve doğruluğun peşinde olan , hatalarından ders alarak doğru yolu bulan, bencil olmayan, üstün meziyetlere sahip, ne yaptığının bilincine varan insanların erdemli, üstün ve soylu insanlar olduğunu belirtir Konfüçyüs düşüncesi. Çırağın öfke ve bencilliğine yine bir terbiye etme üslubuyla yaklaşır ustası. Beyaz bir kedinin kuyruğuyla içinde öfke duyduğu isimleri kazır ve boyar çırak. Yardım ve merhamet duygularına dem vurmuş biraz da bu bölümde yönetmen; çırağı tutuklamak için gelen filmde sadece  ismini duyduğumuz iki polis, çırağa yardım ederler ve boyarlar isimleri. Filmde hiçbir karakterin ismi yoktur, iki polis hariç. Çırak karakterine yüklediği misyon bir nevi kısır döngüdür aslında. Ustadan çırağa geçen döngü. Aydınlanma ve arınma yolunda karakterlere yüklediği misyon, Budizm’in kurucusu Siddhartha’nın hayatıdır aslında. Eğlence ve lüks içinde yaşarken, acılar karşısında ruh sükünetini yitirmeyen bir keşişten etkilenerek gerçek hayatın saraydakinden farklı olduğunu anlamış ve altı yıl boyunca ağır bir zühd hayatı yaşamıştır Siddhartha. Sonunda aşırı zevk düşkünlüğü gibi şimdiki aşırı zühdün de insanı gerçeğe ulaştıramayacağını anlayınca, Neranjara nehri kıyısında bir tür incir ağacı altında aydınlanmaya erişmiştir.

 

WİNTER(KIŞ)

Kış gelmiştir ve döngü başlar. Artık ne masumiyet vardır ne öfke ne bencillik. Geriye sadece vicdan ve teslim alınan döngü kalmıştır. Yılanın deri değiştirme vakti gelmiştir. Buda’nın verdiği ilk vaaz olan “Aşırıklıktan kaç” devreye girmiştir. İnsanın doğduğu zaman yumuşak ve zayıf, öldüğünde ise sert ve güçlü olduğu bildirilir. Ustanın ölümüyle, kış bütün gücünü göstermeye başlıyor. Yılanın deri değiştirmeye başlaması ve Manastır’a kucağında bebeğiyle gelen bir kadın döngünün habercisidir. İnsanla gerçek arasında hayatın ızdıraplarla dolu olduğu şeklindeki kötümser anlayış Buda telkininin temelini oluşturur. Buda öğretisinin temelini oluşturan; insanın varlığı kötülük, tatminsizlik, hastalık, yaşlılık, ölüm gibi ızdıraplarla yoğrulmuştur düşüncesiyle; Kış, İlkbahar’a döner.

 

SPRİNG(VE İLKBAHAR)

 Manastır’ın kapıları tekrar başlangıç noktasına açılır. Buda’nın ikinci öğretisi olan; “ıstırabın sebebi arzu ve ihtirastır. Bu da yeni bir karma ve sudura, yeni tenasüh ve ölüme yol açar” sözlerini yeniden döngüye serimlemiş yönetmen. Bir diğer öğreti olan; “Istıraba son vermek için arzulardan, fani işlerden sıyrılmak gerekir. Bu sürekli tekrarlanan devrelerden kurtulmanın yolu Nirvana’dır.” der. Yüreğinde taşıdığı taşı beline bir iple bağlayan çırak dağlara çevirir yönünü. Arkasında taşla tırmanmaya başlar ve böylelikle bir diğer öğreti olan; “Bu hürriyete, yeni hayata, Nirvana’ya ulaşabilmek ancak sekiz dilimli yolu ile mümkündür. Bu sekiz dilimli yol ilk kutsal gerçeğin kavranılmasını, ikincisinin anlaşılmasını, üçüncüsünün de gerçekleşmesini sağlar.” düşüncesine yol alır. Fakat döngü yine devam eder, kadının ölümünden arkada kalan bebeği büyür ve kahkahalar eşliğinde hayvanlara işkence etmeye devam eder. Masumiyet yok olacaktır ve mevsimler dönecektir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder